YAŞAMIŞ olduğumuz hayatın
kaç gününü güneşin doğuşu ile başlatıp batışı ile sonlandırmışızdır?
Bu
soruya verdiğimiz yanıt çoğu zaman “Hayır” ise, kendimizi sorgulamamız için
yeterli sebebimiz var demektir. Yaşayacağımız zamanın bile başkalarının
kontrolünde olduğu bir çağın koşturmacası içerisinde kendi olma yolculuğumuzu
çoktan unuttuğumuzu fark ettiren, yine bu çağın bir hastalığı olmuştur.
İnsanlar
yaşadıkları olaylara karşı savunma mekanizması geliştirirken, mecbur kalmış
olsalar dahi mevcût duruma uyum sağlama eğilimi gösterirler. Dolayısıyla evde
kalmamızın zorunlu olduğu bugünlerde herkesin aynı anda ekmek yapmaya, hobiler
edinmeye, evin çeşitli yerlerini boyamaya, dışarıda ulaşmaya alıştığı bütün
yoksunluklarını evine tatbik etmeye başladığını gözlemlemek anormal değildir.
Bunun yanı sıra, kendi ile baş başa kalmaya alışkın olmayan saatlerce çalışan
ve günün koşturmacası içinde belki de birçok davranışı kanıksamadan yapan insan
zihni bir anda durup hayatına bir yön verme ihtiyacı hissettiğinde ve varoluş
sorgulaması yaptığında bu sorularının yanıtlarını dinde araması çok
muhtemeldir.
Geçmiş
çağlardan beri insan, doğası gereği hayatın içerisinde bir anlam arayışında
olmuştur. Bu arayış zamanla çeşitli dönüşümlere uğramış ve asıl anlama ulaşmak
yolcuğunda insana eşlik etmiştir. Arayışımızın birçok aşamasında karşımıza çeşitli
vesîlelerle sorunlar çıkmaktadır. Yaşam yolculuğumuz boyunca bu sıkıntılara
karşı mücadele ederek ayakta durmaya çalışırız. Bu çaba kimi zaman karşımıza
çıkan engellerin derecesine göre yetersiz kalabilmektedir. Böyle durumlarda her
insan mânevî bir desteğe ihtiyaç duymaktadır.
Din,
olumlu ya da olumsuz olsun, hayattaki en önemli başa çıkma yöntemlerinden
biridir. Bu yüzden bizim dışımızda gelişen şartlara içsel bir tepki gösterir ve
ilâhî olana yöneliriz. İbadet ve duâ gibi, Tanrı’yla kurulan herhangi bir
iletişim, insanı gerçekten rahatlatır ya da huzur verir mi?
Öncelikle
çâresizlik hissi, insanı aşkın varlığa yönelten çok kuvvetli bir iştiyaktır.
Tedavisi olmayan hastalıklar, sevilen birinin kaybı ve geri gelemeyecek
oluşunun verdiği acı, hayatımızda meydana gelen ânî ve de köklü değişimler gibi
birçok nedenle insan, anlam kaybı yaşayabilir. Ya da bu anlamı hiçbir zaman
bulamadığının farkına varabilir. Böyle durumlarda olumlu bir tepki verirse
ilâhî olana yönelebilir ya da şerrin kaynağının ilâhî olduğunu kanıksayarak
olumsuz bir dönüt gerçekleştirebilir. Her iki ihtimâlde de kişi, mevcût sorunu
ile başa çıkma yöntemi olarak dini seçmiştir.
Başa
çıkma unsuru olarak din, koruyucu ve önleyici olduğu gibi, destekleyici ve
tedavi edici de bir unsurdur. Dinin kötü alışkanlıkları yasaklaması, kişileri
onlardan uzaklaştırdığı gibi, o alışkanlıklara sahip insanlara da tedavi
sürecinde destek olmaktadır. İnsanın amaç, değer, etkinlik ve kendine saygı
duyma ihtiyacı, onun var olmasının en temel özelliklerinden sayılabilir.
Değişen
dünya düzeninde kişilerin refah düzeyi ve imkânları artıyor olsa da bu, artık onları
tatmin etmemektedir. Nitekim mutluluğu bunlarda bulamayan insanların öze dönüş
ve anlam kazanma ihtiyacının hızla artması da bunu kanıtlamaktadır. Süreç doğal
akışı ile onları dinî ritüellere yönlendirmektedir. Ruhsal bunalımlar,
depresyon ve benzeri rahatsızlıklar da böylelikle yerini iç huzuruna
bırakmaktadır.
“Bu süreçte din, her türlü sıkıntıdan insanları kurtarır” diyemesek de birtakım rahatsızlıklarda önleyici ve tedavi edicidir; bunu göz ardı etmemek gerekmektedir.