
İNSANOĞLU, dünden bugüne
hep iki parametre arasında plân yapmakta: Birincisi, içinde bulunduğu müspet ya
da menfi ahvâlden kurtulmak, diğeri de yarınıyla ilgili kaygılarını izale
ederek kalıcı bir konfora ulaşmak…
İlginçtir, bahsini
ettiğimiz iki konunun başlangıç ve bitiş hikâyesi gelirlerimizle doğrusal
orantılıdır. Yani parayla…
Hani uğruna
miras kavgalarının yaşandığı, cinayetlerin, hırsızlıkların ve yolsuzlukların
işlendiği, kolay ve rahat kazanmak için çeşitli entrika ve dümenlerin
çevrildiği paradan bahsediyoruz. Biz, “illegal” yollardan kazanılan paradan
değil, “legal” paradan yani alın teriyle elde edileninden bahsedeceğiz.
Çocuktum, evimizde
iki öğretmen vardı. Ablamlar devletin kendilerine takdir ettiği maaşlarına, bir
dönem aybaşlarında, Özal ile birlikte de ay ortasında kavuşurlardı. Ne kadar
bereket olursa olsun, aldıkları gün erimeye meyilliydi. Maaşlara zam beklentisi,
memurun ağzından eksik etmediği sakızdı. Oran ne kadar yüksek olursa olsun,
ihtiyaçları karşılamada “yetersiz” gelirdi. Birkaç haftalık homurdanma, 6 ay
sonra yerini başka bir umuda devrediyordu.
Seneler seneleri
kovaladı. Derken önce abim, ardından da ben devlet kapısıyla tanış olduk. Geçmişte
kulağıma ve gözüme ilişenleri artık bizzat yaşamaya başlamıştım. Hangi hükûmet
gelirse gelsin, vaat edilen ile gerçekleşen politikalar arasında hep farklılık
vardı.
Gururla geçen 30
yıllık meslek hayatım boyunca -ki bu sürenin yarısı AK Parti dönemini
kapsamakta- “ek göstergenin” 3600’e çıkarılmasını bekledim ama nasip olmadı. Tâ
ki bu yıl, emekliliğimin 7’inci yılında, Meclis’ten geçen yasayla birlikte bu
hakka kavuştuk. Bunun için de en az altı aylık bir süreye ihtiyacımız var, zira
tasarı 2023 Ocak ayından itibaren geçerli olacak. Olsun, kangrene dönüşen
beklenti çözüme kavuşturuldu ya, beklenilir.
Aynı şey, her
yıl sene başında toplanan Asgarî Ücret Tespit Komisyonu’nun belirlediği
“asgarî ücret” için
de geçerli.
Hani işverenin
işçiye ödemek zorunda olduğu “en düşük” ücretten bahsediyoruz. İşçinin asgarî
ölçüler içinde insan haysiyetine yaraşır şekilde yaşama ve çalışma imkânı
nazara alınarak belirlenen aylık ücretten…
Tüm dünyayı derinden etkileyen enflasyonist baskı,
hükûmetleri yeni arayışlara ve çözüm yollarına sevk etmektedir. Ülkemiz de
bundan payını fazlasıyla alan devletler arasında yer almaktadır.
Asgarî ücret tarihinde ilk kez, altı aylık arayla iki kez,
toplamda yüzde 80’lik bir artış sağlanarak, ailelerin rahat bir nefes alması
öngörülmüştür.
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı verilerine göre
yaklaşık 7 milyon kişi, ailesini asgarî ücretle geçindiriyor. 6 bin 471 TL olan miktardan 970,65 TL
tutarındaki SGK ve işsizlik sigorta primi düştükten sonra işçinin eline net 5
bin 500 lira 35 kuruş geçiyor.
Bir işçinin işverene maliyeti ise yüzde 15,5
oranındaki SGK Primi (Bin 3 lira 1 kuruş) ve yüzde 2 oranındaki işsizlik
sigorta primi (129,42 TL) ile birlikte bu oran 7 bin 603 lira 43 kuruşa ulaşıyor.
Devlet, işçi başına 100 TL de ekstra destek sağlıyor işverene.
Yirmi yılda 24 katlık artış
2002 yılı sonunda AK Parti tarafından belirlenen
225,99 TL’lik net asgarî ücret,
bugüne kadar tam 24,3 katlık bir artış göstererek 5 bin 500 lira 35 kuruşa ulaşmıştır.
Gel gör ki, Hükûmet’in bu fedakârlığı, serbest piyasa
koşullarında cirit atan ve zam iştihası son derece kabarık baronlar ile Âhilik
geleneğinden nasiplenmemiş art niyetli esnaf, üretici ve komisyoncular
tarafından son tüketici pozisyonundaki “orta” düzey memur ile asgarî ücretle evine ekmek
götüren kesimin cebine girecek olan üç beş kuruşa evvelinde göz dikilmiş
durumda.
Bu dün de böyleydi, bugün de. İnanın, yarın da değişen
bir şey olmayacak! Bir yandan Devletin tüm imkânları seferber edilecek ve artış
sağlanacak, beri taraftan yapılan zammın on katı oranındaki miktar, bahsi
geçenler tarafından işçinin ve memurun elinden alınacak. Dolayısıyla da “alım
gücü” zayıflamaya devam edecek.
Kabul etmek gerekir ki, günümüzdeki fiyat artışlarının
altında yatan iki önemli neden var: Biri üretimdeki hammadde eksikliği,
ikincisi de buna bağlı giderek serkeş bir çizgiye bürünen arz-talep dengesi. Bu
tablo da doğal olarak enflasyonu
tetikliyor.
Yoldan çıkmak
Zaman zaman şöyle
bir tanımlamada bulunuyorum: “İnsan
yoldan çıkarsa ahlâkî erozyon, araba yoldan çıkarsa trafik kazası, para yoldan
çıkarsa ekonomik facialar yaşanır.”
Fiyatların manipüle
edildiği, yaşanan olumsuzluklar -felâketler ve ekonomik buhranlar- “sosyal
huzursuzluğu” kaşıdığı mutlak bir gerçek. İşte tam da bu noktada çalışan sınıfa
yapılacak yatırımlar, özlük haklarındaki iyileştirmeler “sosyal” dengenin
korunmasında önemli bir seçenek.
Bu anlamda işçi
ve memurun enflasyona yenik düşmemesi, bir başka ifadeyle “ezdirilmeyeceği”
güvencesini kendine yontan art niyetliklerin ekmeğine yağ sürmekten vazgeçmenin
masaya yatırılması gerektiği kanaatindeyim.
Aşikâr edilen
oranlar, günlerce medyada dillendiriliyor ve daha maaş cebe girmeden -ki girmiyor-
dijital veri olarak kartlara aktarılıyor, bir el tarafından usulca çekiliyor.
Yıllık enflasyon
yerine aylık enflasyon oranı baz alınmalı, bir ay da geriden gelinmeli. İlk
maaş belli bir oranla takdim edildikten sonra TÜİK verileri doğrultusunda memur
ve işçinin maaşlarına aylık olarak yansıtılmalı. Ne kamuoyunu ilgilendirir bu
durum, ne de süpermarketleri.
Dinimiz bile
bize bu öğretiyi şöyle hatırlatır: Bir elin verdiğini diğer el görmesin!
Yazımı
sonlandırırken, “özet” anlamında bir geçiş, hemen akabinde ise bir hatırlatma
yapmak istiyorum…
Asgarî ücretten olabildiğince az yani “asgarî” düzeyde bahsedelim ve esnafın kurt kapanı kurmasına izin vermeyelim. 16 Mart 2020 tarihinden 30 Mayıs 2022 tarihine kadar geçen iki yılı aşkın bir sürede, devletleri psikolojik ve ekonomik anlamda ölüm yolculuğuna sürükleyen pandeminin ağırlaştırılmış önleyici (!) yasaklarından ülkemizi ve milletimizi “azamî” düzeyde koruyalım.