ÇOCUKLUK yıllarıma dair
hatırladığım varlıklardan biri de mahalle abileri…
Bunlar
mahalleyi yeni geleni yahut mahalleden geçen yabancı birini durdurur, kim olup
nereye gittiğini sorar, canları çektiyse veya ters bir cevap işittilerse o
kimseyi döver, sonra da şu şefkati gösterirlerdi: “Bak, seni nasıl dövdüğümü
gördün, bundan sonra sana biri ilişirse bana gel, onu da döveyim…”
Türkiye
kurulalı beri, devleti kurduğunu iddia eden silahlı kuvvet takımı, bu toprağın
insanına sürekli bu başa kakma filmini seyrettirdi.
Adnan
Menderes mahalleye yeni gelmişti meselâ…
O
güne kadar yedi düvelle savaşmaktan yorgun düşmüş inkılaplar uğruna her gün
dayak yemiş millet, Menderes üzerinden acımasızca dövülmüş ve yüzünü yerden
kaldırıp ölü toprağını silkelemeye kalkıştığı anda nasıl bir sonla
karşılaşacağını görmüştü.
Rahmetli
babaannemi “Jandarmayı çağıracağım” diye korkuturdu dedem rahmetli. Çünkü
hiçbir şeyden korkmazdı da jandarmadan korkardı.
Evleri,
toplanılıp da türkü söylendiği için basılmıştı bu milletin. Hani bırakın İslâmî
bir sohbet konusunu, bir türküden kendisine ait herhangi bir kültür kırıntısı
diğer nesle erişir endişesiyle dayak yedi.
Çünkü
bu devleti kurduğunu iddia edenler çok endişelilerdi. Düşman yeniden çıkagelir
diye değildi belli ki bu endişe. Zaten düşman, “Anadolu’da neden Batı
klasikleri dinlenmiyor?” diye merak etmiş, Batı klasiklerini bize dinletmek
üzere yola çıkan bando mızıka takımlarının ardına yapışmış silahlı
kuvvetlerinin yediği herzeler yüzünden bizimle savaşa girişmişti.
Oysa
bilinmeliydi ki, Haçlılar bizim namusumuza ilişmezlerdi…
Menderes’ten
sonra da türkü dinleme iştahı bitmedi Anadolu’nun. Ne vardı sanki, Mozart ve
Beethoven’in eserlerini dinleseydik ölür müydük?
Mozart’tan
geçtim, bizim millet nü resimden de anlamıyordu. Hâlbuki demokrasi, nü resim
yapmaktı. Netekim bu ülkeyi kurduğunu iddia edenlerin yeni nesil
temsilcilerinden biri bu konuya el atmıştı da Türkiye olarak kendi kültüründe
boğularak çağdaşlığa ayak uyduramayan bir ülke olup kalmadık.
Ama
anlamıyorduk bir türlü ne müzik, ne de resimden. O da ne yapsın, şefkatinin
celâlli yüzünü gösterip dayak attı. Meselâ daha Anadolu’nun büyük şehirlerine
gitmeyen elektrik teknolojisi ile Anadolu’nun gencecik fidanlarını buluşturdu.
O da yapmak isterdi Atatürk Havalimanı’nı boşaltıp Teknofest yapmak ama o
zamanlarda Yeşilköy çok dolu olduğu için o da cezaevlerinde toplamıştı cümle
âlemi…
O
kadar elektriğe, o kadar şefkate, o kadar adamakıllı anlatmaya rağmen neymiş,
bu millet adaletsizlikten, işsizlikten, pahalılıktan sıkılıyormuş da türkü
dinlemek istiyor, Kur’ân okumak istiyor, üniversiteye istediği gibi gitmeyi
umuyormuş. Yani birileri bir türlü akıllanmıyordu. Zaten yeter ki yüzünü ver, hemen
astarını isterdi bu millet. Ne yapsın garibim, şefkatinden bu kez etrafa kan
sıçratmamak adına post-modern yapmaya girişti. Ne de olsa çok moderndi. Bir de
ellerine giydiği beyaz eldivenlerin kan olmasını istemezdi. Daha o zaman kan
gibi inatçı lekelere karşı konsantre deterjanlar yoktu zira…
İlle
de türkü dinleyip istediği gibi giyinmek isteyenler olunca bir gecede öyle bir
temizlik yaptı ki değme deterjanlara taş çıkartırcasına…
Her
şey geçiyor, mahalleye ille de yeni biri taşınıyordu. Hemen dövüp ayarlamak
lâzımdı onu da. Yoksa ondan görüp diğerleri de isterlerdi. Çok kısa zamanda
millet kendini ona emanet edince, bizim mahallenin abileri, “brifing” adı
altında yeni bir dayak yöntemiyle ayara çekmek istediler. Ama bu yeni gelen ne
kadar da fenaydı! “Yeter ulan!” dedi.
Ulan
mı?
Ne
kadar da ayıp!
“Ama
sen görürsün!” deyip beklemeye koyuldular. Nasıl olsa bir gün gelip onların
kapısının önünden geçecekti. Ama o da ne? Bizim yeni gelen, bunların kapısının
önünde çekirdek çitleyip demlik demlik çay tüketiyordu. Hiç mi utanma arlanma
yoktu bunda yahu?
Hemen
diğer mahallenin abilerine koşup, “Bu bizden utanmayan arsız diyesiymiş ki,
sizin mahalleye de gelip irtica yapacakmış” diyerek ortalığı velveleye vererek
bizim yeni gelenin evinin kapısına kilit vurup taşınmasını istediler. Ama yine
olmadı. Yeni gelen çetin cevizdi.
Abilerin
tepeleri atmıştı. Teknolojiden yararlanıp internet mesajı çekmeye yeltendiler.
Zira o günlerde chat odalarına takılıyorlardı. Yeni gelen “Heyt ulan!” deyince,
biz de artık “ulan”ın ne mânâya geldiğini anlamıştık. Bundan sonra sopa
gösterildiğinde sopasız da kalsak sinmeyeceğimizi öğrenmiştik. Onlar da büyük
abilerini alarak tankla tüfekle geldiler bu kez. Yetmedi, uçak bile
kaldırdılar. E ne yapalım, çok akıllı olmadığımız için yerçekimini unuttuk biz
de, uçaklara bile kafa tuttuk.
İşte
o gece sokağa çıktım ya, 45 gün boyunca sokaktan eve sokamadılar beni. Bir
cezbe hâli yani, anlatabildim mi?
Ama
kim durdurduysa, meydanlara darağaçları kurulacağına yine hukuka uymuştuk. Öyle
olunca, ölümün kendilerine gelmeyeceğine inanan serseriler (evet, onları
mahalle abisi değillerdi hiçbir zaman, serseriydiler ve ancak anlamıştık), her
fırsatta “Seni nasıl dövdüğümü hatırlıyorsun, değil mi?” demeye devam ettiler.
E
ama ben bundan çok sıkıldım!
Bıktım
ya, bıktım!
Her
seferinde başıma kakmalarından yoruldum.
Ve
bu sondu…
Bundan
sonra başıma kakanın başını…
Dayak
yiye yiye dayak atmayı öğrendim. Artık dayak yemeyeceğim. Başıma kakan, benim
tokadımın Mûsâ tokadı olacağından emin olsun!
***
Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ve AK Parti’ye muhalefet edenlere tavsiye: Tam bir raddeye geliyor ve “Bundan sonra desteğim garanti değil” diyorum, muhalefet bir hamle yapıp çektiğim desteği daha büyük şiddetle geri çağırıyor. Yahu gerçeği söyleyin, Erdoğan’a hizmet etmek için ne alıyorsunuz?