Artık sıkıldım!

Yeni gelen “Heyt ulan!” deyince, biz de artık “ulan”ın ne mânâya geldiğini anlamıştık. Bundan sonra sopa gösterildiğinde sopasız da kalsak sinmeyeceğimizi öğrenmiştik. Onlar da büyük abilerini alarak tankla tüfekle geldiler bu kez. Yetmedi, uçak bile kaldırdılar. E ne yapalım, çok akıllı olmadığımız için yerçekimini unuttuk biz de, uçaklara bile kafa tuttuk.

ÇOCUKLUK yıllarıma dair hatırladığım varlıklardan biri de mahalle abileri…

Bunlar mahalleyi yeni geleni yahut mahalleden geçen yabancı birini durdurur, kim olup nereye gittiğini sorar, canları çektiyse veya ters bir cevap işittilerse o kimseyi döver, sonra da şu şefkati gösterirlerdi: “Bak, seni nasıl dövdüğümü gördün, bundan sonra sana biri ilişirse bana gel, onu da döveyim…”

Türkiye kurulalı beri, devleti kurduğunu iddia eden silahlı kuvvet takımı, bu toprağın insanına sürekli bu başa kakma filmini seyrettirdi.

Adnan Menderes mahalleye yeni gelmişti meselâ…

O güne kadar yedi düvelle savaşmaktan yorgun düşmüş inkılaplar uğruna her gün dayak yemiş millet, Menderes üzerinden acımasızca dövülmüş ve yüzünü yerden kaldırıp ölü toprağını silkelemeye kalkıştığı anda nasıl bir sonla karşılaşacağını görmüştü.

Rahmetli babaannemi “Jandarmayı çağıracağım” diye korkuturdu dedem rahmetli. Çünkü hiçbir şeyden korkmazdı da jandarmadan korkardı.

Evleri, toplanılıp da türkü söylendiği için basılmıştı bu milletin. Hani bırakın İslâmî bir sohbet konusunu, bir türküden kendisine ait herhangi bir kültür kırıntısı diğer nesle erişir endişesiyle dayak yedi.

Çünkü bu devleti kurduğunu iddia edenler çok endişelilerdi. Düşman yeniden çıkagelir diye değildi belli ki bu endişe. Zaten düşman, “Anadolu’da neden Batı klasikleri dinlenmiyor?” diye merak etmiş, Batı klasiklerini bize dinletmek üzere yola çıkan bando mızıka takımlarının ardına yapışmış silahlı kuvvetlerinin yediği herzeler yüzünden bizimle savaşa girişmişti.

Oysa bilinmeliydi ki, Haçlılar bizim namusumuza ilişmezlerdi…

Menderes’ten sonra da türkü dinleme iştahı bitmedi Anadolu’nun. Ne vardı sanki, Mozart ve Beethoven’in eserlerini dinleseydik ölür müydük?

Mozart’tan geçtim, bizim millet nü resimden de anlamıyordu. Hâlbuki demokrasi, nü resim yapmaktı. Netekim bu ülkeyi kurduğunu iddia edenlerin yeni nesil temsilcilerinden biri bu konuya el atmıştı da Türkiye olarak kendi kültüründe boğularak çağdaşlığa ayak uyduramayan bir ülke olup kalmadık.

Ama anlamıyorduk bir türlü ne müzik, ne de resimden. O da ne yapsın, şefkatinin celâlli yüzünü gösterip dayak attı. Meselâ daha Anadolu’nun büyük şehirlerine gitmeyen elektrik teknolojisi ile Anadolu’nun gencecik fidanlarını buluşturdu. O da yapmak isterdi Atatürk Havalimanı’nı boşaltıp Teknofest yapmak ama o zamanlarda Yeşilköy çok dolu olduğu için o da cezaevlerinde toplamıştı cümle âlemi…

O kadar elektriğe, o kadar şefkate, o kadar adamakıllı anlatmaya rağmen neymiş, bu millet adaletsizlikten, işsizlikten, pahalılıktan sıkılıyormuş da türkü dinlemek istiyor, Kur’ân okumak istiyor, üniversiteye istediği gibi gitmeyi umuyormuş. Yani birileri bir türlü akıllanmıyordu. Zaten yeter ki yüzünü ver, hemen astarını isterdi bu millet. Ne yapsın garibim, şefkatinden bu kez etrafa kan sıçratmamak adına post-modern yapmaya girişti. Ne de olsa çok moderndi. Bir de ellerine giydiği beyaz eldivenlerin kan olmasını istemezdi. Daha o zaman kan gibi inatçı lekelere karşı konsantre deterjanlar yoktu zira…

İlle de türkü dinleyip istediği gibi giyinmek isteyenler olunca bir gecede öyle bir temizlik yaptı ki değme deterjanlara taş çıkartırcasına…   

Her şey geçiyor, mahalleye ille de yeni biri taşınıyordu. Hemen dövüp ayarlamak lâzımdı onu da. Yoksa ondan görüp diğerleri de isterlerdi. Çok kısa zamanda millet kendini ona emanet edince, bizim mahallenin abileri, “brifing” adı altında yeni bir dayak yöntemiyle ayara çekmek istediler. Ama bu yeni gelen ne kadar da fenaydı! “Yeter ulan!” dedi.

Ulan mı?

Ne kadar da ayıp!

“Ama sen görürsün!” deyip beklemeye koyuldular. Nasıl olsa bir gün gelip onların kapısının önünden geçecekti. Ama o da ne? Bizim yeni gelen, bunların kapısının önünde çekirdek çitleyip demlik demlik çay tüketiyordu. Hiç mi utanma arlanma yoktu bunda yahu?

Hemen diğer mahallenin abilerine koşup, “Bu bizden utanmayan arsız diyesiymiş ki, sizin mahalleye de gelip irtica yapacakmış” diyerek ortalığı velveleye vererek bizim yeni gelenin evinin kapısına kilit vurup taşınmasını istediler. Ama yine olmadı. Yeni gelen çetin cevizdi.

Abilerin tepeleri atmıştı. Teknolojiden yararlanıp internet mesajı çekmeye yeltendiler. Zira o günlerde chat odalarına takılıyorlardı. Yeni gelen “Heyt ulan!” deyince, biz de artık “ulan”ın ne mânâya geldiğini anlamıştık. Bundan sonra sopa gösterildiğinde sopasız da kalsak sinmeyeceğimizi öğrenmiştik. Onlar da büyük abilerini alarak tankla tüfekle geldiler bu kez. Yetmedi, uçak bile kaldırdılar. E ne yapalım, çok akıllı olmadığımız için yerçekimini unuttuk biz de, uçaklara bile kafa tuttuk.

İşte o gece sokağa çıktım ya, 45 gün boyunca sokaktan eve sokamadılar beni. Bir cezbe hâli yani, anlatabildim mi?

Ama kim durdurduysa, meydanlara darağaçları kurulacağına yine hukuka uymuştuk. Öyle olunca, ölümün kendilerine gelmeyeceğine inanan serseriler (evet, onları mahalle abisi değillerdi hiçbir zaman, serseriydiler ve ancak anlamıştık), her fırsatta “Seni nasıl dövdüğümü hatırlıyorsun, değil mi?” demeye devam ettiler.

E ama ben bundan çok sıkıldım!

Bıktım ya, bıktım!

Her seferinde başıma kakmalarından yoruldum.

Ve bu sondu…

Bundan sonra başıma kakanın başını…

Dayak yiye yiye dayak atmayı öğrendim. Artık dayak yemeyeceğim. Başıma kakan, benim tokadımın Mûsâ tokadı olacağından emin olsun!

***

Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ve AK Parti’ye muhalefet edenlere tavsiye: Tam bir raddeye geliyor ve “Bundan sonra desteğim garanti değil” diyorum, muhalefet bir hamle yapıp çektiğim desteği daha büyük şiddetle geri çağırıyor. Yahu gerçeği söyleyin, Erdoğan’a hizmet etmek için ne alıyorsunuz?