Arkeoloji müzesinde bir genç hanım

Alt kat, üst kat, birden fazla gösterişli salon, ikonalar, lahitler, tapınak gösterimleri, sunaklar, tanrı parçacıkları… Tüm bunların anlamı nedir? Karşımızda inanma eyleminin en somut biçimi olan gösterimler dururken, tam bu noktada ne düşünmeliyiz?

İNSANOĞLUNUN dünya üzerindeki serüvenini anlamanın en somut göstergesi müzelerdir bana kalırsa. Gişedeki memur sizin gibi giyinmektedir, biletin üzerinde nokta nokta işlenmiş karekod durmaktadır, otomatik kapılardan birer birer geçip X-Ray cihazlarında çantalarınız taranmaktadır ancak müzenin içerisine adım attığınız anda bambaşka bir dünyanın sizi karşıladığını bilirsiniz. Bilmiyorduysanız da olan olmuştur, geçmişin izlerine tanıklık etmeye buyrulursunuz…

Geçtiğimiz ay İstanbul Arkeoloji Müzeleri’ndeydim. Geçirdiği restorasyon sonrasında müzenin son hâlini görmek ve bir önceki ziyaret deneyimimle karşılaştırmak için bir tam günümü buraya ayırdım. Bir başka hedefimse kendi içsel yaşantımdaki gelişmeyi kaydedebilmekti esasında. Burayı iki ayrı ziyaretim arasında geçen ve bir seneden fazla süren zaman diliminde pek çok insanla muhatap olmuş, insanların derdini ve çilesini görmüş, savunmalarında bulunmuş, listemde yer alan kitapları altlarını çizerek okumuş ve yine ülkenin başka şehirlerinde bulunarak insan tekini anlamaya çalışmıştım. Ki ben, insanoğlunun dünya üzerindeki varlık sürecinin birbirinden kopuk olmadığına iman ederim. 

Yeryüzünü arşınlayan ayaklarımız Hazreti Âdem’den beridir aynı toprakta gezinmektedir. Bir silsilenin devamıysam, işte arkamda bıraktığım medeniyetin izi müzenin içinde, cam fanusta gizlidir.

Müzenin içerisinde kırmızı ve bordo rengin ağırlıkta olduğu halıların ve duvarların üzerine özenle yerleştirilmiş heykeller, büstler, ikonalar dikkat çekici. Her bir tasvirin yanında dönemi anlatan güzel üsluplu yazılara rastlıyoruz. “Medeniyet” dediğimiz bahsin içerisinden bu denli somut şekilde ancak bu salondan geçebilirsiniz. Toplumdaki siyâsî ve öznel yaşantının sanata incelikle yansıması insanı büyülüyor bu noktada.

Beyaz mermerin nasıl olup da efil efil bir yaz elbisesine dönüştüğünü, Hadrian’ın mermer sakallarının nasıl olup da bu denli ihtişamlı göründüğünü idrak etmeye çalışıyorsunuz. Diğer yandan, kadim Yunan kültürünün insan tekini tasvir etmeye bu denli heveskâr olmasının ardında yatan sebepleri düşünmeden geçemiyorsunuz salonlardan: Güzellik tutkusu…

İbrahim Kalın, “Barbar, Modern, Medeni” isimli eserinde Antik Yunan’daki yöneticilerin sünnet olmayı yasakladığından bahseder. Yasağın gerekçesi ise, sünnet olmanın insan vücudunun güzelliğini bozacağı kaygısıdır. Dış güzellik algısı, toplumsal geleneklerin ve dahası dinî inanışların önüne geçer. Halk ayaklanır, binlerce insan bu yasağa karşı çıktığı için katledilir. Bu örnek, “kadim” olanın her daim “bilge” olmadığını açıkça göstermesi anlamında dikkate şayandır.

Tüm bunlara ek olarak, günümüzde var olan ve manevî her türlü dayanağı yok sayarak insanı merkeze alan hümanizma ruhunun gelişmesinde, dış güzelliğe tapan Yunan ve Roma medeniyetlerinin getirisini göz ardı etmemek gerektiği de böylece açıklığa kavuşur.

Salonlar arasında geçiş yapıyorum ve büyükçe bir salona yerleştirilmiş lahitlerle karşılaşıyorum. Herkes İskender Lahdi’ne âşık ancak ben Tabnit’te karar kılıyorum. Bu ilginç salon adeta insanın ölümsüz olma hevesine vurgu yapıyor. Dünden bugüne farklı şekillerde toplumda var olan ahiret inancı insanlara pek çok garip davranışta bulunma meşruiyeti sağlamış. Ölünün eşyalarıyla birlikte gömülmesi, toplu aile mezarları ve karşımda en çetin hâliyle duran mumyalama teknikleri gözetildiğinde, insan tekinin doğru yahut yanlış, hakikat ya da değil, bir şekilde manevî olarak bir şeylere tutunma ihtiyacı olduğunu görebiliyorum. 

Lahdin üzerinde Eski Yunan’da âdet olduğu üzere, artık ömrünü tamamlamış ve yalnızca ahiret yaşamını düşünen, rahatsızlık verilmesinden sakınan bir insanoğlunun “bedduası” yer alıyor: “Ben Astarte Rahibi ve Saydalılar Kralı Tabnit. Bu lahit içine gömülüyorum. Ey benim mezarımı bulan kimse! Her kim olursan ol, benim lahdimi açma ve benim huzurumu bozma! Çünkü yanımda ne gümüş, ne altın, ne de define var. Bu lahitte yalnızca yatmaktayım. Bana mezar olan bu lahdi açma! Bu türlü hareket, Astarte’ye karşı büyük bir hakarettir. Eğer benim tembihimi tutmaz, aksine mezar odamı açar ve huzurumu kaçıracak olursan, yaşayanlar arasında ve güneş altında nesilden ve nesepten mahrum kal ve ölüler arasında yatacak yer bulma!”  

Tüm bu cümleleri okuduktan sonra lahitleri gemilerle ülkeye getiren Osman Hamdi Bey’in ve kazı ekibinin eceliyle ölmüş olmasına seviniyorum.

Diğer yandan, medeniyetlerin göstergelerini ve yapıtaşlarını barındıran böylesi müzelerde, bakışlarınızda hayat kadar ölüm tasavvuru da kendiliğinden canlanıyor. Ayağının altına aldığı bir çocuk tasviri ile “heybetli” görünmeye çalışan Hadrian, Sidon Kralı Tabnit, orijinalini görme şerefine erdiğimiz Kadeş Antlaşması’nı imzalayan hükümdarlar, topluluklar ve nicesinden geriye yalnızca birkaç kemik ve tasvir kalmış olması, insanoğlunu dehşete düşüren bir ayrıntı. Onlar ve nicesi, yaşadıkları hayat macerasını ve gailesini sırtlayıp toprağın altında uykuya daldılar. Tam bu noktada Fatır Sûresi insanı kendine getirmektedir: “Allah dilerse sizi yok eder ve yerinize yeni bir halk getirir.” (35:16)

Alt kat, üst kat, birden fazla gösterişli salon, ikonalar, lahitler, tapınak gösterimleri, sunaklar, tanrı parçacıkları… Tüm bunların anlamı nedir? Karşımızda inanma eyleminin en somut biçimi olan gösterimler dururken, tam bu noktada ne düşünmeliyiz? Birkaç saat içerisinde farkına varıyorum ki, insanoğlunun dünya üzerinde kendisine bir yol çizebilmesi için dayandığı, güvendiği, iman ettiği “şeylerin” bolluğu inanılmaz. İmanın insan tekine kendisini güvende hissettirdiği aşikâr bir gerçek. O, her ne olursa olsun, kendisinden yüce bir varlığa itaat etme gereksinimi duyuyor. Korkudan, endişeden, doğadan korunmak için isimlendirdiği ve taptığı milyonlarca icadı var onun. Cüce tanrı Bes, evlerde annelerin koruyucusu olarak bilinir; Olimpos her zaman için gücün, ihtiras ve şehvetin temsili olmuştur; ateşi zirveden indirip insana teslim eden Promete modern insan için vazgeçilmezdir. Çünkü bu düzende insan yüceye değil, kendisine tapar.  

Diğer yandan, müzeden tek bir adım atmakla birlikte kucağına düşeceğim kiliselerin ve camilerin, ziyaret ettiğim bu müzede sergilenen tapınak gösterimleri ve diğer ikonalarla olan ortak noktası ve bağlantısı nedir? Hak Din olan İslâm’a iltica edip Rabden bizi korumasını niyaz ederken, diğer insanların yakarışındaki ortak noktanın korunma ve sığınma ihtiyacı olduğu yeterince açık değil mi?

Tüm bunlar gözetilip hayatı anlamlandırabilmenin yegâne unsurunun inanmak ve iman etmek olduğu kabul edildiğinde, kadim Yunan ve eski Anadolu medeniyetlerinin neden Tevhid’de buluşamadıklarını kestirebilmek ise kendi gözlüğümüzden baktığımızda çok güç.

Eski Anadolu uygarlıklarında demirden, bronzdan ve renkli taşlardan yapılan süs eşyalarına rastladığımda, kadında var olan fıtratı Hazreti Havva’dan beri üzerimde taşıdığımı hissediyorum. Öze işlenenlerin ortaya çıkması için dünyanın belli bir noktasında olmanız gerekmez, belli bir zamanda da.

Son olarak bu mekânda, insanlık çizgisinin üzerinde yürüdüğümü ikrar ediyorum. Yaratılıştan bugüne değin geçen zaman diliminde, içimizde değişmeden gelen ve insanlığın atası ile taşıdığımız ortak birden fazla yönümüz olduğunu fark ediyorum. Tüm bu görüşlerimi çantama atıp, kendime bir kahve ısmarlıyorum.