“ARİF iyi bir genç adamdı. Sessiz sakin, kimseye bulaşmaz, etliye sütlüye karışmaz… Sanki insan değil, bir melek…” desek, tövbe haşa, değil vallahi!
Kör ölür badem gözlü olurmuş ya, henüz ölmedi belki ama badem gözleriyle süzdü bu dünyayı Arif... Hayatın eleğinde takılı kaldı da, akıp geçemedi bir yerinden. Kendi hâlinde çalışıyordu belediyede. Gayretini yoldaş etmiş, evi ile işi arası mekik dokuyordu yollarda. Her sabah gün kendi sınırlarında geçerken, o sabah bozulmuştu Arif’in rutini.
Belediyenin servisi arıza yapınca Arif yürümek zorunda kalmıştı. Üstelik hikmetinden sual olunmaz, yağmur hıncını alırcasına üzerine üzerine yağıyordu. Güneşli havada tanesi iki yüz lira olan şeffaf, tek kullanımlık şemsiye satıcısı da ortalıkta görünmüyordu. Demek ki sattığı şemsiyeler yağmurlu havaya uygun değildi.
Arif adımlarını hızlandırdı. Hızlandırmak bir yana koşuyordu artık. O koştukça yağmur damlaları yere değil de Arif’in tepesine inmek için yarışıyordu. Ortalarda saçağına, tentesi altına sığınacağı bir dükkân da yoktu. Şehrin ta ötesine yapılan belediye binasına giden yolda bırakın dükkân, insan görse öpüp başına koyacaktı. Tabii ne belediyenin yerini ne emri verenlerin niyetini kurcalamadı Arif. “Halka hizmet, Hakk’a hizmet” diye düşünüyordu. Ah be Arif, senin halk anlayışın başkalarının halkasına ve hakikatine uymuyor ki...
Otuz beş yılı devirmiş ömrünün epeyce bir bölümü süresince işine bir gün bile geç kalmamıştı… Şimdi bu servis arızası da neyin nesiydi? Üzerindeki her şey yağmurdan nasibini almıştı. “Eve mi dönmeli, işe mi gitmeli” diye düşünmeye dahi fırsat bulamadan toprakla buluşan suyun kaderine ayak basması ile kendini özünde bulması gecikmedi. Üstüne üstelik her yerine bulaşmıştı çamur.
Başını kaldırdı, yağmur damlaları yarışa devam ediyordu. Halbuki o hayatında hiçbir yarışa katılmamıştı. Dedik ya hani kendi hâlinde, kendi yağı ile kavrulan cinslerden işte… Kollarını yukarı doğru çekti. Başını da üzerine koydu. Sesi avazına çıkmış arşı selamlıyordu. Ne kadar öyle kaldı bilinmez, gözlerinden akan, üzerine yağanı bastırmıştı. Sonra iki taraf da usulca uzaklaştı Arif’ten. Yağmur bitti, gözyaşları dindi. Kafasını usulca kaldırdı. Karşısında koca bir sarı çiçek vardı. Başıyla selamladı onu. “Vay canına, ne kadar devasa bir çiçek!” diye düşündü. “Sahibi varlığından haberdar mı acaba?” Varlığından haberdar olmayan sahip de olmazdı zaten ya…
Gayri ihtiyari çocukluk zamanlarında nenesinin her cuma, her kandil, her bayram işte her ne zaman toplaşılsa ahbaplarıyla söylediği nameleri hatırladı.
***
-Sordum sarı çiçeğe? – Ne sordun ki? – İşte ne bileyim rengini sordum herhalde? – Sarıymış ya! – Ee, niye sararmış? – Hastalanmıştır belki de! – Anası babası bakmamış mı? – Anası babası toprakmış. – Vah vah! Kardeşlerine ne olmuş? ...
-Bir dakika, burada neler oluyor!? Sarı çiçekle konuşmak istiyorum ben, dahası sarı çiçek nenemin ağzındaki çocukluğum. Sen de kimsin ve neden pembesin? – Renklere ilgin var anlaşılan. – Konumuzla ne alakası var? – Her şeyde bi alaka arama, bak bi bana neye benziyorum? – Yani ne bileyim, teyzesinin kızının nikâhında halaya duran genç kızlara – Yok artık! –Yalan mı? Pembe pembe yan yana gelince boncuklar, bir de saçlarını savuşturup etrafa... – Ah daha fazla konuşma lütfen. – Hadi tamam latifeydi, epeyce tespihe benziyorsun, da burada ne işin var? Sahibin nerede? –Evet bildin sonunda, ben bir tespihim. Sahibinin sahip çıkamadığı bir tespih hem de. – Senin derdin de sarı çiçek kadar varmış desene. – “Dertsizlik hiçin işi, ben hiç olmak için değil hiçlikle var olmak için buradayım.” –Valla ben Yunus değilim, seni anlamamı bekleme, olur mu? – Olur…
***
Ah be Arif! Ne vardı da sabah sabah alt komşun Cevriye teyze kahvaltıda illa sıcak ekmek yiyecek diye yarım saat fırında bekleyecek. Servisi kaçırdın yetmedi, bindiğin dolmuş arıza yaptı o da yetmedi it ürümez kervan yürümez yolda sağanağa yakalandın bekleyecek yer olmadan. Koştun koştun yerlere yuvarlandın. Azıcık kalan saf aklını da çiçeğe, tespihe verdin.
(Tamam, kabul, yazarca hükümleri bırakıp Arif’e dönmek iyi olacak ama ne yaparsınız ki içimdeki ebeveyn hiç mola vermiyor…)
Esasen Arif iyi hoş çocuk da, dedim ya, azıcık saf akıllı. Oğlan, bu Cevriye teyzenin torunu Eda’ya sevdalanmış. Eda da akça pakça, çağla gözlü, hoş kız, gün görmüş. Olur, olmaz bilmem, nasip bu işler. Ama bana sorarsanız biraz cevval bir kız, bizim oğlanı parmağında oynatır vallahi.
Yine bir fırın dönüşü sıcak ekmeği vereceğim diye çalmış kapıyı Arif, kapıyı açan tüm zarafetiyle Eda olunca, gönlüne gönlüne akmış volkanik lavlar.
Böyle saf dediğime falan da bakmayın, yüksek mühendis bu oğlan. Büyük şehirden, kendini büyük sanan bu kopya yapıştır şehre ana babasının vasiyeti sebebiyle gelmiş. Babası belediyeden emekli olmasına üç ay kala öğrendiği hastalığı sebebiyle “Ekmeğini yediğim yere hıyanet etmem” diyerek oğluna vasiyet bırakmış, yarım kalan işini tamamlamasını istemiş. Mübareği sanırsın oğlunu şirketin başına geçirecek ama tabii “vefa” eskilerde “yalnızca semt ismi değildi”. “Emekli olmam babama değil bana nasip olsun bari” diyerek de tam on üç yıldır çalışıyor Arif belediyede.
Şimdi hadi buraya kadar tamam, çiçeği anladık da tespih bağlantısı ne der gibi baktığınızı seziyorum. Babasından ya da annesinden yadigâr değil bu konuşan tespih. Rengi pembe lakin öyle plastik üzerine gül suyu dökülüp hacı ziyareti sonrası verilenlerden de değil. Parlak, canlı kanlı yapılmış değil, yaratılmış olmanın doğal güzelliği var üzerinde. Ne işi var sarı çiçeğin dibinde? Onu da ben değil Arif anlatsın.
***
“Nereden başlasam bilemiyorum. Bu zamana kadar kimse bana ‘Ne oldu? Neden oldu? Nasıl oldu?’ diye bir şey sormadı. Hoş kimse bana istediğime dair de bir şey sormadı. Sorulmayan sorulara verilecek cevaplar kullanılmayan beyin hücreleri gibi önce bağlantıları zayıflatıyor sonra da zamanla ölümüne sebep oluyor. İşte insanların beni saf sanmasının sebebini bende çok düşündüm ve zamanla kendime soramadığım sorular, birikmiş cevapların yorgunluğu ile beynimin küçüldüğüne kanaat getirdim. Benim alanım biyoloji fakat babamın emaneti diye geldiğim bu yerde sadece memurum. Belediye başkanı CV’mi görüp böyle karar verdi, ben de tamam dedim. Çaycı Rıfat Abi ‘Arif ben okuma yazma bilmem ama kurnazı, safı iyi bilirim. Bu belediye başkanı seni kendine rakip belliyor diye üst makama çıkarmıyor, emme sen onu geçersin kendine gelsen bi…’ deyip duruyor da ‘Ben kendimden geçmişim be abi’ deyip geçiştiriveriyorum onu. Tespihin hikâyesi özetle ‘İyi uyum yapabilecek özellikleri taşıyan canlıların çoğu yaşamlarını sürdürür. İyi uyum yapamayanlar ise ortadan kalkar’. Hepsi bu…”
***
Arif’in kendi alanıyla nasıl özdeşleştiğini fark etmişsinizdir sayın okur. Konu nerelere geldi ammavelâkin bu izah evrimsel bir kriz, bu sebeple kendiyle bağ kuramayan Arif’e hayatının her alanında hep bir tarif gerekti. Zaten Arif belediyeden emekli de olamadı çünkü çözemediği düğümler hayatını bağladı ve nasip o ki, emekli olmasına doksan gün kala vefat etti.
Tespihe gelince… Elbet onun da bir hikâyesi var. Sarı çiçeğin, belediye başkanının, Cevriye teyzenin, Eda’nın, çaycı Rıfat Abinin, hatta senin, benim hepimizin bir hikâyesi var. Demem o ki, hepimiz kendi hikâyemizin arifi olmazsak tarif olacağız.



