
GEZMEK ne güzel, gezebilene ne mutlu! Dünyanın görülecek
yeri o kadar çok ki, bir şehre kırk defa gitseniz, kırk birinci gidişte mutlaka
yeni bir tarafını bulabilirsiniz.
Gezmeyi sevmeyenler de var tabiî. Bir de sevse bile
imkân bulamayıp hayat boyu hep aynı yerde yaşamak zorunda kalanlar...
Epey zaman önce yaşlı bir kadın, komşu köydeki düğüne
giden kafileye dâhil olmuş. Yürüdükçe yorulmuş, yavaşlamış… Adım atmak iyice
zorlaşınca, biraz dinlenmek için bir ağacın gölgesine sığınmış. Dilinden şu
sözler dökülmüş: “Padişah efendimizin memleketi ne kadar da büyükmüş!”
Hâlbuki o tarihten yıllar önce Cumhuriyet kurulmuş,
yönetim değişmiş. Padişah kalmamış. “Kimse şah değil, padişah değil” diye
seslenecek şarkılara daha vakit varmış ama ninemiz eski düzenin devam ettiğini
sanıyormuş.
Ah o sanışlar! Her türlüsü riskli...
Riskontoyu azaltmak için sanmalara pek itibar etmemek
gerekir.
Çoğu zaman mazeret yerine kullanılır zaten o sanma
hâli.
“Şöyle sandım”, “Böyle sanmıştım” vesaire.
Kimi kurtarmıştır ki?
*
Memleketin her yeri ayrı güzelliklerde dolu. “Arda
boylarından Ardahan’a kadar” diyerek sınırlandırmak da zor.
Karadeniz, Doğu, Güneydoğu, Akdeniz, Ege, Marmara ve
İç Anadolu yedi bölge, bugün itibariyle 81 şehir… Bir de dün bizde olup bugün
sınırımız dışında kalan yerler var.
Fırsat buldukça gezip dolaşmak isteriz ama fırsat her
zaman bulunmaz. Bazı dönemlerde çakılıp kalırız yerimizde.
İşte öyle zamanlarda türkülerle gezinti mümkün.
Yozgat’ta sürmeliden başlar, Bolu’da Koç Köroğlu’na
varırız. Ordu’da Hekimoğlu’na derdimizi açar, sonra Kırşehir’in efsanesi
Muharrem Ertaş’a kulak veririz ve kalkıp göç eyleyen Avşar ellerini yâd ederiz.
Bursa güvendeleriyle gönlümüz ferahlayınca, yola
koyulur ve dağları kar ile boran olan Erzurum’a uzanır, çarşı pazarını
dolaşırız Sarı Gelin’in yanı sıra.
Cezayir’in harmanları savrulurken, Kerkük’te kalenin
dibinde taş olmadığımıza yanarız.
Azerbaycan’ın bütün türküleri başımızın tacıdır. Asla
zayıf bir esere rastlanmaz.
Urumeli’nde Alişimin kaşları karadır, bu ne bitmez
yaradır…
Gün olur, adımız Sinan olur, Kırım’dan geliriz; gün
olur, Sivastopol önünde yatan gemilere bakarız.
Estergon dün gibidir. Genç Osman Bağdat’ın kapısını
açar. Şanı büyük Osman Paşa’yı hürmetle, dualarla anarız.
Vidin dedikleri metin kasabadır amma kesilen kelleler
gelmez hesaba. İnsaf yoktur Urusun askerinde. Üstelik yollar kıştır… Yesir
düşenin vay hâline!
Çanakkale içinde vururlar bizi. Yine de toparlanırız,
şükürler olsun.
Bıçak yarasıdır, kılıç yarasıdır, hançer yarasıdır
yaramız. Fark etmez hangisi olduğu. Hayattaysak, öldürmemiş demektir. Kesiğe
tütün basar, kanı dindiririz de gönül yarasına tütün koymak da kâr etmez.
Neşet Ertaş her zaman yanımızdadır. “Neredesin sen?”
der, “Leyla” der…
Mahzuni Şerif, terk-i diyar ederken, hâline gülen çeşm-i
siyahına vaziyeti sitemle bildirir.
Gündüz gece gittiği(miz) yolu tarif eden biri vardır…
Âşık Veysel’dir elbette.
İzzet Altınmeşe, Maden dağından seslenir o harika
sesiyle.
Kim türkü söylüyorsa severiz, kim türkü dinliyorsa
güveniriz. Zarar gelmez türkü sevenden.
Türkülerde hayat, türkülerde acı, sevda, hasret, neşe
hepsi var.
Bu türküler söylenip dinlendikçe adı geçen yer
bizimdir.
Düğünü, cenazesi, doğumu bizimdir.
Biz gideriz, türküler kalır.
Yaşatanların, emek verenlerin ömrü uzun olsun.
*
Günlerden bir gün, bir yerde, bir türkü çalmaktadır.
“Atem tutem men seni/ Şekere gatem men seni/ Akşam
baben gelende oy/ Oğüne atem men seni…
Hop hopun olsun oğlum/ Gül topun olsun oğlum/ Sıralı
gavak dibinde oy/ Toyluğun olsun oğlum…”
Bitlis yöresinden olmasına rağmen çoğunlukla
Azerbaycan kaynaklı sanılır. Aslen ninnidir.
Bir dükkândaki radyodan yükselen bu esere kulak
verenler arasında orta yaşı geçmiş bir kadın da bulunmaktadır ve sözlerini
beğenmez.
Çünkü tam anlamamıştır.
“Ay, bu nasıl bir şey!” diye tepki gösterir.
Konuşmasını sürdürünce, meselenin tam anlamamak değil,
yanlış anlamak olduğu ortaya çıkar. Başka türlü sanmıştır:
“Çocuğu atıyor, tutuyor… Akşam babası gelince önüne
atıyor… Yazık değil mi bebeğe? Kıracak kolunu bacağını. Böyle türkü mü
olurmuş?”
Atıp tutma kısmını, kargo taşıyıcılarının paketleri
savurması ya da uçakta bavulların nakledilirken atılması gibi anlıyor herhâlde.
Orada bulunanlardan biri itiraz eder.
Atıp tutmanın nasıl olduğuna izah getirir. Bütün
bebeklerin havaya atılıp tutulmaktan çok hoşlandıklarını belirtir.
Şekere katma kısmının izahı da şudur: Bebek o kadar
tatlı ki şekere katsa, kimse farkına varamaz.
Akşam babası gelince onun önüne atması da un çuvalı
atar gibi değildir elbette. O sırada baba kollarını açmış, çok sevdiği ve gün
boyu özlediği yavrusunu tutmak için sabırsızlanmaktadır. Sarıp sarmalamak, öpüp
koklamak için. Yuvarlanıp oynamak için…
Eserin sonraki sözlerinde de sıralı kavak dibinde
toyluğu olmasını dilemek var. “Büyü, yetiş, evlilik çağına gel de sıralı
kavaklar altında düğününü yapalım” anlamında.
Aradan neredeyse kırk yıl geçmiş. O mağazada türküyü
yanlış anlayan kadına izah yapan kişi, bir şair. Türk şiirinin usta
şairlerinden sevgili hocam Ali Akbaş’tı. Selâm olsun!
Kadın anladı mı, anlamadı mı, o kısmını
hatırlamıyorum.
Belki “Ya öyle mi, bilmiyordum” deyip teşekkür etti.
Belki “Hıh” deyip burun kıvırarak uzaklaştı.
Velhasıl bir şarkıyı, bir türküyü dinlerken, sözlerini
anlamaya çalışmak lâzım. Gayret, hedefe ulaştırır. Fakat öyle bir çaba yoksa,
sandığımızla kalırız.