Aras mı, Araf mı?

“Dönüp seslendim geri merhametsiz birine:/ ‘Beni siz vursaydınız şu gâvurun yerine!’” (Ağıt)

PEK Muhterem Kari,

Bir an önce olmasını istediğim lâkin ne yaparsam yapayım ısrarla gerçekleşmeyen, bir şekilde önüne mâniler çıkan ve daldaki bir çift kirazın olgunlaşması gibi sarsılmaz bir inatla zamanını bekleyen hâdiseler yaşadıkça; bir zemheri gecesi rahmetli dedemin, üzerinde kestanelerin piştiği, bir güğüm suyun mütemadiyen kaynayıp durduğu köy sobasının başına üşüşmüş ve birbirine sokulmuş biz torunlarına anlattığı bir hikâyeyi hatırlarım mütemadiyen, belki sizler de bilirsiniz…

Allah (cc), Azrail’e (as), “Filanca kişinin canını, git, şu çölün ortasında alıver” diye emir buyurur. Azrail (as), emredildiği gibi o çölün ortasına gider ama ortalıkta kimsecikler yoktur. Hikâye bu ya, bunun üzerine ölüm meleği canını kabzeyleyeceği zâtı aramaya koyulur ve en yakın köye vâsıl olur. Yine hikâye bu ya, sora sora eceli gelmiş zâtı bulur ve kendisini tanıtır.

O filanca kişi telâşla, “Aman Azrail Hazretleri, çok ânî geldin! Bir miktar borcum var sağa sola, müsaade ediver, onları ödeyip geleyim de dünyadan borçlu göçmeyeyim” der. İlle de hikâye bu ya, Azrail (as) adama müsaade eder ve beklemeye koyulur. Lâkin adam bir türlü gelmez. Azrail (as), adamın kaçtığını anlayınca -sanki ilk anda niyetini anlamayacaktı- o filanca kişinin peşine düşer. Tam emir almış olduğu gibi, adamı çölün ortasında yakalar.

Adam, kendi ayakları ile canının alınacağı yere gelmiştir. Adam kendisini nasıl bulduğunu sorunca, Azrail (as), “Ben zaten senin canını burada alacaktım, senin o köyde olmana şaşırmıştım” der.

Ortada üzerinde kestane pişen bir köy sobası ve bende de bir asırlık dede bilgeliği olmadığı için o kadar başarılı bir anlatımda bulunamamış olabilirim, affola! Lâkin hikâyenin özünü aktarmışımdır umarım…

İşte öyle, hayatımızı Paulo Coelho’nun Simyacı hikâyesinde olduğu gibi, yanı başımızda duran ya da vuku bulması için zamanını bekleyen şeylerin peşinde koşturarak tüketip durmaktayız. Hattâ ayıla bayıla bir solukta okuduğumuz “Adam da ne güzel yazmış mübarek!” dediğimiz Simyacı hikâyesinin, aslında yüzyıllardır yanı başımızda, Mevlâna’nın Mesnevî-i Şerîf’inin içerisinde mahfuz olduğunu ve dahi Mesnevî’den aparıldığını anlarız ya da anlayamayız.  

Diyeceğim o ki, her şey zamanında ve yerinde oluyor bir şekilde. Sefinemize sıvı yakıtlı bir motör taktıramadıysam henüz, vardır illâki bunda da bir hikmet, bir keramet!

Belki de Yaşar Usta’dan önce yolumuzu Silivri’ye düşürmek daha münasip olacaktı, ben kolayı seçmiştim.

Şeker Abi’yi bulmanın vaktidir. Bu faslı da sonraki -belki de önceki- yazıya bırakalım inşallah.

***

Efendim, bir atımlık güherçilemiz kaldı, idareli kullanmamız gerekiyor; sıvı yakıta geçene kadar yakın bölge ve tarihlerde dolaşabileceğiz maatteessüf. Bu ayki seyahatimizde mekân nişangâhımızı doğu sınırımızın ucuna kuruyorum. Zaman nişangâhımızı da 1944’ün Ağustos’una kuralım. Haydi bismillah, deveran başlasın!

Aylardan Ağustos ama havada uğursuz bir rüzgâr, kemiklerimi ısırıyor. Birazdan bir büyük acıya şâhit olacak Aras nehri, vahşi bir ejderha gibi akıyor. Akmıyor, sanki üzerindeki taştan yapılmış beş altı kemerli dar köprüyü yıkmaya çalışıyor. Köprü direndikçe, nehrin öfkesi kabarıyor. Su hisseder, su bilir. Birazdan fenâ şeyler olacak, lâkin köprü göründüğünden daha mukavim…

Köprünün bu tarafında derme çatma bir karakol, mütevazı bayrak direğinde yıpranmış ve uçlarındaki ipleri tel tel olmuş bir Türk sancağı bu uğursuz rüzgârdan nasibini alıyor. Yığma taşlardan lâlettayin duvarların çevirdiği bahçede bir curcuna, bir kalabalık... Bahçe karınca yuvası gibi, insanlar kıpır kıpır... Öyle sağda solda yazdığı gibi 146 kişi değiller, sayı dört yüzün üzerinde! Hattâ tam sayıyı arz edeyim: O karakolun çevresinde tam 407 kişi var elan.

Aras’ın diğer tarafı Stalin Rusya’sı… Henüz “Azerbaycan” isminde bir devlet yok. Sovyet rejimi, özellikle Türk nüfusunun olduğu bölgelere kâbus gibi çökmüş durumda. Taş üstünde taş, baş üstünde baş bırakmıyor. Karakolun bahçesindeki bu kalabalık, işte bu kâbustan kaçmış durumda ve güvendeler -ya da öyle olduklarını zannediyorlar-.

Milli Şef dönemi…

Karakol bahçesinde ve çevresindeki üstleri başları perişan, -muhtemelen- karınları da aç Azeri kardeşlerimiz, “Tasa yok, anayurdumuzdayız” diye düşünedururlarken, -biliyorum- karakol ile Ankara arasında gergin bir muhabere cereyan ediyor an itibariyle. Karakol komutanı, Ankara’dan gelen “Ülkelerine iade edin!” emrine inanmakta güçlük çekiyor; zira kardeşlerimiz zaten ülkelerindeler. Emir tekrarını talep ediyor yeniden. Aynı emir geliyor: “Ülkelerine iade edin! Derhâl!”

Emir demiri keser. Karakol komutanı, başı öne eğik, dışarı çıkıyor; bahçedeki hareketlilik karakolun kapısına doğru artıyor. Konuşmaları duyamıyorum ama harâretle komutana derdini anlatmaya çalışanların kâh suyun karşı tarafını, kâh ayaklarının hemen dibini göstermelerinden neler konuşulduğunu anlayabiliyorum.

Onların vatanı karşı taraf değil, tam da burası! “Bizi onlara vermeyin, öleceksek bizi siz öldürün, vatanımızda ölelim” diyorlar. Bağrış çağırışlarla, yalvarış yakarışlarla, âh-u figânlarla dolu bir çığ üzerime doğru yıkılıyor. İnsan sesin altında ezilir mi? Eziliyorum…

Bu âh-u figânlar, bir süre sonra çâresiz, suskun, kızgın, kırgın bir kabullenmişliğin sükûtuna dönüşüyor. Bu sükût, öncekinden daha ağır bir çığ… Nefes alamıyorum!

O 407 Azeri kardeşimiz, yan yana ancak iki üç kişinin sığabileceği o taş köprüden, Sırat Köprüsü’nden geçermişçesine, tevekkülle karşıya doğru, “ülkelerine” yürüyorlar. Orası “ülkeleri” ve orası Stalin Rusya’sı! Ve “ülkelerinde”, onları Stalin’in askerleri bekliyor.

Aras dövünüyor, çırpınıyor, köprü direniyor…

Son Azeri de “ülkesine” geçince, kardeşlerimizin elleri, ayakları, gözleri bağlanıyor, dizlerinin üzerine çöktürülüyorlar ve karşı yakadan peş peşe tüfek sesleri gelmeye başlıyor. Azeri kardeşlerimiz, kanlar içerisinde oldukları yere yığılıyorlar. Barut dumanı ve toz, birbirine karışıyor.

Karakolun askerleri gibi ben de gizlendiğim yerden bu dramı izliyorum. Boğazım düğüm düğüm… Dişlerim gıcırdıyor, gözlerimden acı ve öfke yaşları süzülüyor, avazım çıktığınca bağırmak istiyorum.

Azeri kardeşlerimizin kanı Aras’a doğru süzülüyor, Aras duruluyor. Su hisseder, su bilir. Aras, soydaşlarımızın kanını, mukaddes bir emaneti taşır gibi incitmeden Kura nehrine, oradan da Hazar’a doğru taşıyor...

Milli Şef dönemi… Ve orası, Boraltan Köprüsü…

***

Muhterem dostlar,

Tarih de bir ırmak gibidir aslında; kimi zaman sevinç, kimi zaman da kahır ve acı taşır. Boraltan Köprüsü Olayı, tarihin tozlu sayfaları arasına terk ettiğimiz, unutmak ve unutturmak istediğimiz ancak hayâlet gibi hep aramızda dolaşan, dolaşmaya devam edecek olan bir büyük acımızdır.

76 yıldır Aras üzerindeki köprülerin altından da onca sular aktı. Artık Türkiye, eski Türkiye değildir. Türkiye, 75 yıl öncesinin, Boraltan’da soydaşlarını, kardeşlerini Moskof’a teslim eden, teslim etmek zorunda kalan Türkiye değildir!

Türkiye, 28 yıl önce Hocalı Katliamı esnasında, katliamı engellemek için Ebulfeyz Elçibey tarafından sadece dört helikopter istenmesine rağmen bu isteği geri çevirecek kadar pısırık ve edilgen bir ülke de değildir. Elhamdülillah!

Türkiye, kurulan oyuna sürülen ya da bu oyunu izleyen ülke olmaktan çıkmış, oyun kuran, gerektiğinde oyunları bozan güçlü bir ülke hâline gelmiştir. Türkiye, bugün Azeri kardeşlerinin dimdik yanında durmasını bilen, bunu da açık açık ve net bir şekilde dünyaya haykırabilen bir ülkedir. Elhamdülillah!

Karabağ, bu kutlu yolun mola yerlerinden sadece birisi olacaktır biiznillah! Yazın kenara…

Allah yolumuzu açık, istikametimizi hayreylesin!

Duâyla, sağlıcakla kalınız efendim…