HAZİRAN ayı, Arap İsyanı bakımından önemlidir. Uzun bir
hazırlık ve pazarlıktan sonra Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in iki oğlu Emir ve
Faysal komutasındaki isyancı Arap birlikleri, 5 Haziran 1916’da Medîne’ye
saldırmıştı.
Ancak Medîne’de “Çöl Kaplanı” diye bilinen Fahreddin
Paşa komutasındaki 12 bin kişilik Osmanlı birliği, bu saldırıyı kolayca def
etmişti. 10 Haziran 1916’da ise daha büyük bir isyan girişimi olmuştu.
Şerif Hüseyin, Mekke’deki konağının önünde sembolik
bir şekilde havaya yaptığı birkaç kurşun atışı ile “Arap İsyanı”nı fiilen
başlatmıştı. Ardından Osmanlı birlikleri Mekke’den çıkarılmış, Şerif Hüseyin’in
oğullarından Faysal komutasındaki bir diğer âsi grup ise kısa sürede Taif’i ele
geçirmişti. İsyan, Arap yarımadasında hızla yayılmaya başlamıştı.
Elbette Arap İsyanı bir İngiliz projesi olarak ortaya
çıkmıştı. Projenin asıl mimarı ise İngiliz Savaş İşleri Bakanı Lord Horaito Herbert
Kitchener olmuştu. Arap yarımadasının haritasının asıl mimarı ise Mark
Sykes’ti.
Lord Kitchener, 5 Haziran 1916’da Arap İsyanı’nın
başladığı günde Almanya’nın döşediği mayına Kuzey Buz Denizi’nde gemisinin
çarpması ile (65 yaşında), Arap yarımadası haritalarını çizen Mark Sykes ise
Paris Barış Konferansı’nın başlamasından bir ay sonra 16 Şubat 1919’da,
Paris’te (37 yaşında) ölmüştü.
Evet, her ikisi de eserleri olan “Orta Doğu”yu
görememişti.
Bu sonuç ister kaderin bir cilvesi, isterse intikamı
diye adlandırılsın, ibretlik ve öğreticidir.
İngilizlerin Arapları Osmanlılara karşı harekete geçirmelerinin
temelinde “Halîfeliğin Kureyş’e ait” olmasını öngören metinler vardı. Osmanlı
medreselerinde de yüzyıllarca okunup duran bu metin ilk defa Vehhabi İsyanı’nda
(1801-1819) keşfedilmişti. Zaten bu isyan İngilizler için sonraki dönemde bir
çeşit laboratuvar niteliğinde olmuştu. İsyan bastırılmıştı ama onun dayandığı
siyâsî ideolojik temel, Akaid kitaplarında bile yerini korumuştu.
Tuhaf olan şudur ki, bu kadar olaya ve geçen zamana
rağmen Akaid kitaplarında aynı metinler yerlerini korumaktadır.
Bu metinlerin Osmanlılar için taşıdığı anlamı fark
edip medrese müfredatından çıkarılması ve ders konusu yapılmamasını isteyen de
İkinci Abdülhamid Han olmuştu. Abdülhamid Han muhalifleri, onun hadîs
metinlerini ders kitaplarından çıkardığı ve medreselerde okunmasını engellediği
suçlamasını yaparken, temel dayanak olarak işte bu örneği seçmişlerdi.
Gerçi bu hadîs metninin sonradan icat edildiği
hakkında kuvvetli gerekçeler var ise de (M. Said Hatipoğlu, Hilâfetin
Kureyşiliği, Ankara, 2017) Abdülhamid Han hakkındaki siyâsî tartışmalarda
muhalif tarafın işin gerçeğine değer vermediği bilinmektedir.
Dönemin şartlarını aşan bir siyâsî bilincin her zaman
tarafları yönlendirmediği açıktır. Oysa böyle bir bilinçten yoksunluk, taraflar
için tek kelimeyle büyük bir yıkıma yol açmıştır.
Şerif Hüseyin ve oğulları, Yahudi göçmenlerin
İngilizler tarafından Filistin’e taşınmasından kuşkuya kapılmışlardı. Asıl
gerçeği ancak ve çok geç olarak 23 Kasım 1917’de, yönetim değişikliğinin
ardından Rusya’da İzvestia ve Pravda gazetelerinin yayınladığı Sykes-Picot
gizli anlaşmasının yayınlanması ile görmüşlerdi.
İş işten geçmişti!
Arap İsyanı yayılmış, pek çok yeri isyancılar ele
geçirdiği gibi İngilizler de Kudüs’e kadar Filistin’i işgal etmişlerdi.
Yine Arap İsyanı liderleri, İngilizlere sâdık kaldılar.
Anlaşmayı öğrendikten sonra taraf değiştirmediler. Deyim yerinde ise,
bağırlarına taş basarak isyanlarını sürdürdüler.
Halîfeliğin Kureyş’e ait olduğu iddiasının temel
olduğu Arap İsyanı, Araplar için değil, İngilizler ve Yahudiler için büyük
kazançlara yol açmıştı. “Akaid” adını taşıyan kitaplarda yer alan metinlerin,
sorgusuz sualsiz yüzlerce yıl tekrar edilmesinin, İslâm dünyasının nasıl bir
gaflet ve dalâlet içinde olduğunu göstermesi bakımından da ibretlik bir hikâyedir
bu.
O Akaid kitapları kayda değer bir içerikle metin değişimine uğramadan günümüzde de tedavüldedir. İslâm’ın temel ilkeleri ile uyumu hesaba katılmadan, kutsal birer metin gibi tekrarına devam edilmektedir.
Hangi taraftan bakmalı?
Akaid kitaplarında yer alan metinler Müslümanları
birleştiren değil, aksine ayrıştıran bu tür içeriklerini sürdürmektedirler.
İngilizlerin öncülüğünde, Osmanlıların görünüşte
Türklere tasfiye ettirilmesi ile birlikte “Arap İsyanı” veya “Arap İhaneti”nin
bu tasfiyeye yol açtığı, bir kesim tarafından sürekli vurgulanmıştır. Bir
taraftan Araplardan ayrılmış olmak ve “ulus devlete” ulaşmak kutsanırken, diğer
taraftan da Arap ihânetinin belirtilmesi bir çeşit suçluluğun gizlenme çabası
olmalıdır.
Madem bu ulus devlete ulaşmak iyi bir sonuçtur,
Türklerin de kurtuluşudur, o hâlde Arapların da isyanları ile bu kutsanmış
sonuca yol açtıkları söylenebilir.
Buna karşılık, başka bir kesim ise ısrarla Arap İsyanı
diye bir olayın hiç olmadığını ispatlamak için çabalamaktadır. Bu kesimin de iddiasına
göre, Arap İsyanı olmamış ama Osmanlı Devleti içten bir ihânetin sonunda
tasfiye edilmiştir.
Günümüzde Arap ülkelerinde etkili olan hava ise, daha
çok bu Arap İsyanı öncülerinin kahramanlıkları etrafında hikâyeler icat
edilmesi ve Osmanlı döneminin kötü bir işgal zamanı olarak tanıtılmaya
çalışılması şeklinde yürümektedir.
Toplumlar için genelleme yoluyla varılan sonuçlar her
zaman abartılı olmaktadır. Arapların tamamı Osmanlı Türklerine karşı isyan
etmemiştir. Libya’dan Senusî Ailesi, Irak’tan Uceymi Paşa ve aşireti,
Suriye’den ise Aneze Aşireti ve reisi Mahcem Bey, sonuna kadar Türklere sâdık
kalmışlardır (Atatürk’ün Kaleminden Suriye ve Irak, Derleyen: Musa Sarıkaya,
İstanbul-2018).
Hatırlanmalıdır ki, Kemal Paşa’nın Çanakkale Savaşı’nda
komuta ettiği 19’uncu Tümen bütünüyle Arap askerlerinden oluşmaktaydı. Libyalı
Senusî Şeyhi Ahmet Efendi ise Millî Mücadele’ye bile katılmıştı. Millî Mücadele’ye
katılan Arap liderleri arasında Lübnanlı Şekip Arslan’ı da hatırlamak gerekir.
O hâlde bir genellemeyle “Araplar isyan/ihânet etti de o yüzden Osmanlı tasfiye oldu”
iddiası, cehaletten öteye, siyâsî amaçla ayarlanmış bir propaganda yalanı
olmalıdır.
Ancak Birinci Büyük Savaş boyunca bütün Arapların
Osmanlılara karşı sâdık kaldığı iddiası da aynı ölçüde gerçek dışı, hayâlî bir
görüştür. Tarih, hayâllere karıştırıldığında ise bilim olmaktan çıkar. Yalnızca
bir aldatma aracına dönüşür. Maalesef günümüz Türkiye’sinde tarih, daha çok bir
aldatma ve uyutma aracı olarak istismar edilmektedir.
Her toplumun içinde iyilerin ve kötülerin varlığı
nasıl kaçınılmaz ise, savaş gibi olağan dışı zamanın zorlukları içinde sadâkat
ve ihânetle dolu insan örnekleri de her toplumda bulunur. Bütün Türklerin kendi
kendilerine sâdık kalmasının tarihte mümkün olmadığı gibi, Arapların da tümüyle
sadâkat veya ihânet içinde oldukları iddiası, aynı ölçüde değinilen örneklerde
görüldüğü üzere yanlıştır.
Osmanlılara ihâneti Türkiye’de bazı çevreler nedense
biraz uzakta, Arapların içinde aramayı tercih ediyorlar. İhânetin yakında aranması
daha tutarlıdır. Gerçekçidir.
Savaş içinde Osmanlı cephesinin akla ziyan bir şekilde
çökmesinin temel nedeni, Bedevî Arapların çapul isteği ile yaptıkları saldırı
açıklanabilir mi?
Bedevî Arapların bir kısmı elbette bu işleri yapmıştır
da üç düzenli orduya komuta edenler asıl ne yapmışlardır?
Bu sorulara cevap aramak yerine bütün yenilgileri
örtmek için Bedevî Arap saldırılarını tekrarlamak, acayip bir cehalet istismarı
olmalıdır.
Türklerin işgalci sayılması ya da Osmanlı’nın
tasfiyesinden Bedevî Arap saldırılarının sorumlu tutulması, asıl bu tasfiye
işini yapan İngiltere’yi tartışmanın dışına çıkarmaktadır. Sanki İngiltere’nin
bu işlerde bir dâhli hiç olmamış, bütün kabahat Bedevî Araplarınmış gibi bir
tarih değerlendirmesi, külliyen İngilizci bir siyasetin sonucu olmalıdır.
Zaten Osmanlı’nın tasfiyesi ile övünenler, sonra bir de
bu tasfiyenin sorumluluğunu Araplara havâle ederek benzersiz bir riyakârlık
örneği vermektedirler.
Araplar veya başka Müslüman topluluklar söz konusu
olduğunda tarihin her an tekrarlanabileceği iddiası ile hayâlî ihânet örneklerini
tedavüle sürenler, her nasılsa İngiliz (AB) emperyalizmi söz konusu olduğunda
tarihin tekrarlanma özelliğini unutmaktadırlar.
Elbette bu unutma, siyâsî bir hesaba göre
kurgulanmıştır. Kişilerin hayatında her şey önceden hesap edildiği üzere
sonuçlanmadığı gibi, toplumların hayatında da işler öngörülen hayır üzere
sonuçlanmıyor.
Tarih belki de bu yönüyle ibretlik bir alandır.
İbretlik alanı ise, eski düşmanlıkların devamına veya yeni düşmanlıkların icadına
bir bahane etmek, tarihî kişiler ve toplum için birer zindana dönüştürmektir.
Haziran 1916’da başlayan, arkasında Vehhabilik gibi
bir tecrübeye de sahip olan, üstelik Akaid kitapalrına varıncaya kadar pek çok
kuvvetlendirici desteğe haiz Arap İsyanı ve onu harekete geçiren Arap
milliyetçiliği, Müslümanları bölmüş, İngiltere’nin işgal ve sömürü siyasetini
kolaylaştırmış, en nihâyet Siyonizm’in Filistin’de yerleşmesine zemin
hazırlamıştır.
Şerif Hüseyin ve benzeri kimselerin sanal şerefleri bu
sonucu ortadan kaldırmaya yetmeyecektir.