Aralık

Kendine yük gelen şiş gözlerin nedeni, tüm bu “bir şeylerin” onun içerisinde hissettirdiği çaresizlikti. Sıcacık ve çelimsiz kollarıyla yüreğini saran özündeki minik çocuğun boğazına takılan yumru, öncelikle boğazında bir düğüm hissi bırakır, sonrasındaysa kendini usul usul ağlatırdı…

GÖZLERİNİN üzerinde bir ağırlık hissediyordu Necdet. Hissettiği bu ağırlık, boğazına ve tam yüreğinin üzerine de tesir etmekteydi.

Yatağının içerisinde sırt üstü, elleri armut göbeğinin üzerinde, sol eli sağ başparmağını kavrayacak şekilde birleşmiş, üstündeki kalınca yorganı ve battaniyesi boynuna uzanana dek sarınmış hâlde yatmaktaydı. Tıpkı bir ölü gibi mimiksiz, kaşlarında ve kirpikleri arasında hiçbir kıpırtı olmaksızın yapılan bir uzanıştı bu.

Kimi zaman günün tüm yorgunluğundan, hayatın tüm endişelerinden kaçmak istercesine koşar da gelir, uzun bacakları yorganın altına girdiğindeyse kendini toprağın altında düşlerdi.

“Toprağın altında olmak” fikrinin hayâline böyle sirayet edişi, işin özünde bir hazırlık, bir ön bakış, bir yakınlaşmaydı. Geceleri uyku tutmadığında uykuya dalmanın kendince bir yöntemini bulmuştu. Uzanır, göz kapaklarının gözlerini nasıl sardığını, vücudunun zemine nasıl değdiğini hissetmeye bakar, uyuyakalmak üzere olan birini düşleyerek onu yaşamaya çalışırdı. Bu akış, nefesini sakince düzenler, onu yatıştırır ve büyük bir sessizlikle uyuturdu.

Sükûnetle dalınmış uykunun ardında onu bekleyen, kendisinin uyumadan evvel henüz bîhaber olduğu bir şeyler gizlenirdi. Bir şeyler, bir şeyler, bir şeyler…

Sabah erken kalkmalar, aynı şehir içerisinde bir yandan bir diğer yana yapılan yolculuklar, insan kalabalıkları, ruhunu daraltan koca beton yığınları, şehrin sesleri, petrolün pahalılığından yakınanlar, klasik arabalarının yanına bir de spor araba alanlar, karşıdan karşıya geçerken ezilen yavru kediler, artık et değil de simit yemekten glüten hassasiyeti edinmiş martılar, mahallede giyilemeyen pembe tişörtler, kendini övmek adına bir başkasını yerenler, yağmurda su alan botlar, uyku tutturamamalar… Kendisini derinlere bastıran ağırlığın nedeni, öyle ki ne üzerindeki o kalınca örtüler, ne de o ağlamaktan şişmiş gözleriydi. Ağırlık, kendi içerisinden gelmekteydi.

Nihayet bir şekilde uyuyabildi mi, geçmişinin yükü ve geleceğinin telaşı derisinin altını sarar, damarları arasında tüm buhranıyla gezinirdi.

Dokuz-altı saatleri arasına sıkışmış yaşamı, kendisine dişinin arasına sıkışmış bir maydanoz misali huzursuzluk verir, gideceği yoldan alıkonularak olmaması gereken yerde mahsur kalışı onu gizliden gizliye öfkelendirirdi. Öfkelerin en tehlikelisi, belki de gizliden duyulanıydı. Bastırılmış duyguların kendisine bahşettiği engel olunamaz bu öfkenin acı tadı onu daha da hırpalar, gün içerisindeki yorgunluğunu daha da katmerlendirirdi.

Kendine yük gelen şiş gözlerin nedeni, tüm bu “bir şeylerin” onun içerisinde hissettirdiği çaresizlikti. Sıcacık ve çelimsiz kollarıyla yüreğini saran özündeki minik çocuğun boğazına takılan yumru, öncelikle boğazında bir düğüm hissi bırakır, sonrasındaysa kendini usul usul ağlatırdı. Çoğu zaman gece uykusunda ağladığını idrak dahi etmezdi. Sabah göz kapaklarını aralayamayışı, yüreğinin çevresinde sıkı sıkıya hissettiği sıcak ve çelimsiz kollar ve boğazındaki kurumuşluk anlatırdı gecesinin her bir anını savruklukla…

Uyandı. Henüz uyandığını zihnen algılamak evresindeydi. Göz kapaklarını açmak fikrine sahip değildi. Fakat özünde bu anın ardında kalan vakitlerini öylece geçirmek fikrine de sahiplik etmemekteydi Necdet. Onları aralamakta güçlük çekiyordu. Kendisine kalsa hiçbir sabah buna güç yetirmek ukalalığında bulunmaz, bir akşam vakti gözlerini tüm mimiksizliğini ve kıpırtısızlıklarını dileyerek yumardı.

Gözlerini araladı…