GÖZLERİNİN üzerinde bir
ağırlık hissediyordu Necdet. Hissettiği bu ağırlık, boğazına ve tam yüreğinin
üzerine de tesir etmekteydi.
Yatağının
içerisinde sırt üstü, elleri armut göbeğinin üzerinde, sol eli sağ başparmağını
kavrayacak şekilde birleşmiş, üstündeki kalınca yorganı ve battaniyesi boynuna
uzanana dek sarınmış hâlde yatmaktaydı. Tıpkı bir ölü gibi mimiksiz, kaşlarında
ve kirpikleri arasında hiçbir kıpırtı olmaksızın yapılan bir uzanıştı bu.
Kimi
zaman günün tüm yorgunluğundan, hayatın tüm endişelerinden kaçmak istercesine
koşar da gelir, uzun bacakları yorganın altına girdiğindeyse kendini toprağın
altında düşlerdi.
“Toprağın
altında olmak” fikrinin hayâline böyle sirayet edişi, işin özünde bir hazırlık,
bir ön bakış, bir yakınlaşmaydı. Geceleri uyku tutmadığında uykuya dalmanın kendince
bir yöntemini bulmuştu. Uzanır, göz kapaklarının gözlerini nasıl sardığını,
vücudunun zemine nasıl değdiğini hissetmeye bakar, uyuyakalmak üzere olan
birini düşleyerek onu yaşamaya çalışırdı. Bu akış, nefesini sakince düzenler,
onu yatıştırır ve büyük bir sessizlikle uyuturdu.
Sükûnetle
dalınmış uykunun ardında onu bekleyen, kendisinin uyumadan evvel henüz bîhaber
olduğu bir şeyler gizlenirdi. Bir şeyler, bir şeyler, bir şeyler…
Sabah
erken kalkmalar, aynı şehir içerisinde bir yandan bir diğer yana yapılan
yolculuklar, insan kalabalıkları, ruhunu daraltan koca beton yığınları, şehrin
sesleri, petrolün pahalılığından yakınanlar, klasik arabalarının yanına bir de
spor araba alanlar, karşıdan karşıya geçerken ezilen yavru kediler, artık et
değil de simit yemekten glüten hassasiyeti edinmiş martılar, mahallede
giyilemeyen pembe tişörtler, kendini övmek adına bir başkasını yerenler, yağmurda
su alan botlar, uyku tutturamamalar… Kendisini derinlere bastıran ağırlığın
nedeni, öyle ki ne üzerindeki o kalınca örtüler, ne de o ağlamaktan şişmiş
gözleriydi. Ağırlık, kendi içerisinden gelmekteydi.
Nihayet
bir şekilde uyuyabildi mi, geçmişinin yükü ve geleceğinin telaşı derisinin
altını sarar, damarları arasında tüm buhranıyla gezinirdi.
Dokuz-altı
saatleri arasına sıkışmış yaşamı, kendisine dişinin arasına sıkışmış bir
maydanoz misali huzursuzluk verir, gideceği yoldan alıkonularak olmaması
gereken yerde mahsur kalışı onu gizliden gizliye öfkelendirirdi. Öfkelerin en
tehlikelisi, belki de gizliden duyulanıydı. Bastırılmış duyguların kendisine
bahşettiği engel olunamaz bu öfkenin acı tadı onu daha da hırpalar, gün
içerisindeki yorgunluğunu daha da katmerlendirirdi.
Kendine
yük gelen şiş gözlerin nedeni, tüm bu “bir şeylerin” onun içerisinde
hissettirdiği çaresizlikti. Sıcacık ve çelimsiz kollarıyla yüreğini saran
özündeki minik çocuğun boğazına takılan yumru, öncelikle boğazında bir düğüm
hissi bırakır, sonrasındaysa kendini usul usul ağlatırdı. Çoğu zaman gece
uykusunda ağladığını idrak dahi etmezdi. Sabah göz kapaklarını aralayamayışı,
yüreğinin çevresinde sıkı sıkıya hissettiği sıcak ve çelimsiz kollar ve
boğazındaki kurumuşluk anlatırdı gecesinin her bir anını savruklukla…
Uyandı.
Henüz uyandığını zihnen algılamak evresindeydi. Göz kapaklarını açmak fikrine
sahip değildi. Fakat özünde bu anın ardında kalan vakitlerini öylece geçirmek
fikrine de sahiplik etmemekteydi Necdet. Onları aralamakta güçlük çekiyordu.
Kendisine kalsa hiçbir sabah buna güç yetirmek ukalalığında bulunmaz, bir akşam
vakti gözlerini tüm mimiksizliğini ve kıpırtısızlıklarını dileyerek yumardı.
Gözlerini
araladı…