BİR çocuk koşar
kırlarda, saçlarını rüzgâr, kavruk tenini güneş yıkar.
Tek derdi düştüğü zaman kirlettiği pantolonu için eve gidince annesinden
yiyeceği azar olsun ister. Derenin sakin sularında gönderilir karpuz kabuğundan
gemiler özgürlüğe.
Bir
kadın korkusuzca açar penceresini seher vakti, bereket siner köşe bucak
yuvasına, rengârenk çiçeklerle donatır saksılarını. Onun için hayat anlam bulur
renklerin harmonisinde. Yavrularına dair her gün yeni bir umut ve heyecan düşer
kalbine. Geceden kalma tatlı rüyalar dökülür dudaklardan, hayra yorulur,
kötülüğe ve kâbusa yer bırakmadan.
Genç
kızın elinde hayat bulur kanaviçeler, her nakışta sevdayı işler gönlüne. Telli
duvaklı gelin olmak en büyük hakkı…
Sabahın
ayazında rızkı için adımlar babalar yolları; geride kalanların yüreği
titremeden. Kök saldığı topraklardan kopmak istemez asırlık çınarlar. Rahat
yatağında son nefesini verirken başucunda çocukları olsun, kendi gölgesinde
serpilsin fidanları, sellere kapılıp gitmesin ister.
Bir
ninenin dilinden dökülür masallar; kıkırdayan afacanlar yorganın altında mutlu.
Bu kadardır buradaki mutluluk, alı moru olmayan sade ve sıradan hakkı olanı lâyıkıyla
yaşama çabasıdır tüm gayretler. Uğur böceğinin beneklerinde saklıdır çocukların
sırları.
Sonra
karanlık bir el gelir ve boyar tüm hülyaları griye. Kurşunların ıslığında
dökülür nağmeler yeryüzüne. Zalimlerin türküsü yankılanır dağlarda. Artık kimse
kendi şarkısını söyleyemez bu diyarlarda. Vatanı elinden alınan insanlar bir de
koca dünyaya sığmaz. Çocuğuna hayat, karısına omuz olmaya çalışan bir mazlumun
ayaklarına çelme takar bâtılın barış habercisi. Karpuzdan gemilerle denizde
buluşur çocuklar ve özgürlüğe kanat çırparken ahlarına bulanır tüm dünya.
Teneke
kutudaki çiçeği çok görenler, yetinmezler kendi bahçelerindeki binlercesiyle.
Kanaviçe artık hayat değil, kefen olur duvağı açılmamış gelinlere.
Metruk
binalar gidenlerin yasını tutarken, geride kalanların sığındıkları evler
kendilerini korumaktan acizdir. Sokakları dolduran tank sesleri hançer olur da
bir çocuğun sırtına saplanır. Bir güvercin uçar kokusunu baruta teslim etmiş bu
şehirde. Nuh Tufanı’ndan beri hiç bu kadar aramamıştır herhâlde kurtuluşun
muştusunu. Aradığını bulamamanın bedelini öder bedeni, kanatları bitap düşmüş, konuverir
evin penceresine. Üzerine binen yükün ağırlığı ile gelmeyeceğini bildiği ânı
öylesine bekler.
Duvardaki
saatin yelkovanı ve akrebi birbirini kovalamaktan çoktan vazgeçmiş, sarkacıysa
son ümit kırıntılarıyla kırık camın ardından güvercine eşlik eder. Zaman bir
çıkmazın peşinde sürüklenir. Kınalı bir el, umudunu beşikte avutur. Bir genç
kızın gönlüne düşeni hain kurşunlar çalar ve çocukların hayâlleri kovanların
boşluğunda kaybolur. Burada hayatlar öylesine
yaşanır.
Babaların
çaresizliğinden çocukları utanır, gözleri kar beyazı güvercinin kanatlarına
umut bağlar. Anaların feryadı Arş-ı A’lâ’yı aşmışken, Batı, gökyüzüne kurduğu
salıncağından bir türlü inmez. Dillerine pelesenk ettikleri barıştan hiç haber
gelmez. Sözde barış türküleri de öylesine söylenir. Kalanların gidenleri gidenlerin
gözlerinin yolda kaldığı tuhaf bir yaşam öyküsüdür bu.
Arafta
hayatlar, nereye ait olduğunu bilmeden çıkılan sonu belli olmayan bir bilinmez…
Gökyüzü maviye, yeryüzü yeşile hasret kalır buralarda. İnsanlar beyaz güvercine, beyaz güvercin ise zeytin dalına hasrettir. Gündüzü geceden farksız bu coğrafyada kanadı kırık yorgun bir güvercin, bâtılın cebindeki zeytin dalını çaresizce arar.