Antre

Birinin kendini değiştirebileceğine dair inancın yok, hiç olmadı. Annen buna katılmazdı hiçbir zaman. Hiçbir zaman onun kadar umutlu biri olamadın. Bu his yüreğinde bir burkulmaya neden oluyor. Anneni özlüyorsun.

BEMBEYAZ bir sayfa duruyor önünde. Cesaretini toparlayamıyorsun. Boş kâğıdı incelemeye başlıyorsun. Üzerinde hiçbir şey olmamasına rağmen bakılacak şeyler buluyorsun onda. Bir örgünün ilmeği gibi dokunmuş pütürcükler görüyorsun.

Parmak uçların dokuyu hissediyor. Oyalandıkça oyalanmaya çalışıyor, kalemini kıpırdatmaktan kaçınıyorsun. Dalıp gidiyorsun bir süre öylece.

Adım adım başlıyorsun yazmaya. Önce cümleleri sıralıyorsun alt alta. Daha sonra dolduruyorsun boşlukları. “Keşke o boşluklar öyle kalsa da birkaç cümlem yetse” diyorsun. Hayat öyle olmuyor, biliyorsun.

Anlatmadan anlaşılamazsın. Yine de bilmek istemiyorsun bunu. Sen demeden anlasınlar istiyorsun seni. Kimin ne diyeceğini umursamıyorsun hiç, buna rağmen her hareketinde bir çift gözle dışarıdan izliyorsun kendini. Ellerinin duruşu, bacaklarının görünüşü, yüzündeki ifade…

Anlattıklarının karşındakinin zihninde canlanan hâli… Yorulduğunu hissediyorsun taraflı düşünüşlerden. Oturduğun yerde kollarını göğsünde bağlamış hâlde buluyorsun kendini. Bir çeşit korunma yöntemi beden dilinde. Bazen beden dilinle bile ne anlattığını düşünmeye başladığını fark ediyorsun. Aklında vermek isteyeceğin ifadeye dair duruşlar beliriyor. Seçiyorsun. Sırıtıyor. “Bütün dünya bir sahnedir*, kimse aksini iddia edemez” diyorsun.

Herkes birbirine oyunlar oynuyor. Maskeler havada uçuşuyor; biri çıkarılıyor, öteki takılıyor. Ânı kurtarışlarla geçiştirmeyi tercih ediyor insanlar. Önceleri bundan hiç haz etmezdin. Şimdi sen de rolünü aldın ve tiradını ezberine yazdın. Ne var ki sözcükler anlamsızlaşıyor ağzında? Ezberindekiler yalnızca oldukları yerde kalakaldı. Anlamsız sözcükleri duydukça onlara karşı konuşmaya dahi lüzum görmüyorsun çünkü. Duymak istemeyeceğin kadar lüzumsuz şeyler konuşuluyor. Dönüp özüne bakınıyorsun. Hâlâ orada! Öne doğru atılıp çıkıyorsun aralarından. Kısa zamanlısından derin bir oh çekiyorsun.

Bir süre sonra yalnızca böyle konuşmalarda değil, olağan anlarda dahi ağzını açasın gelmiyor. Hâlbuki bırakmıştın ondan öğrendiğin şu huyunu. Hatırlıyorsun nasıl olduğunu. Konuşmazdı öyle herkesle. Seçici davranırdı kiminle konuştuğu konusunda. Bazılarıyla ettiği iki kelâmı israftan sayardı. Kibir mi, yoksa haklılık mı, karar kılamıyorsun. Zaman zaman hak versen de yüzünü ekşitmene engel olmuyor bu. “Acaba şimdi ne hâldedir?” diye düşünüyorsun. Peki, sen ne hâldesin?

Kıyaslamaya başlıyor zihnin. Karşılaştırdığın iki insan da sensin. Belki de bu huy sonradan öğrendiğin bir şey değil de sendendir. “Geç bunları!” diyorsun. Tadın kaçtı bu tâbirle. Birinin kendini değiştirebileceğine dair inancın yok, hiç olmadı. Annen buna katılmazdı hiçbir zaman. Hiçbir zaman onun kadar umutlu biri olamadın. Bu his yüreğinde bir burkulmaya neden oluyor. Anneni özlüyorsun.

Tek paragraflı ama uzunca bir metin yazıyorsun kâğıda. Hayattan umduğun bu mu, yoksa bu mu hayatın kendisi? “Kelimelerin yükümlülüğü vardır” deyip es geçiyorsun bu soruyu. Cesaretten noksanlığın tesir ediyor yine. Bir kibrit alıp yakıyorsun sonra o sayfayı. Gözlerinin önünde kararıyor, büzülüyor, en sonundaysa yok oluyor.

“Ben” değil, “Sen” diyorum. Çünkü tüm bunları üzerimden atacak birini arıyorum.

 

------------------

*William Shakespeare