Annemin saksısı

Bu yalan kehanet tarafından kıskıvrak yakalandığını anladığında seremonilerin aldatıcı gürültüsüne mahal vermeden balkondan aşağı özgürlüğe savurdu artık mezar taşına dönen saksıyı. Azat etti kendinden. Hiç ağlamadı. Dokundu göğsüne, acımadı. Avcı bu sefer ıskalamıştı.

ÇARÇABUK topladı çantasını. Apartmanın dibinde bıkmadan kornasına yüklenen servisçi İdris amcaya, “Çocukken saksafon çalmak istedin de elinden mi aldılar?” diye sorabilmeyi her sabah olduğu gibi bu sabah da çok istedi…

Kapıyı yarım yamalak kapatıp asansöre koştu fakat bir şirket yöneticisi kadar meşgul olan kabin, mesaiye erken başlamıştı. Sağına soluna okuyup üfleyerek her yanı salkım saçak şekilde yarım dakikada indi aşağıya. Tam servisin kapısından içeri zıplayacaktı ki anlık bir kararla kafasını kaldırıp evinin balkonuna baktı. Sardunyalar vardı renk renk. “Acaba benim annem bir saksı mı?” diye düşündü kendi kendine.

Parkların, fıskiyeli havuzların, blokların arasından geçip giderken birçok düş kurulup bozulabiliyordu kolaylıkla. Aklından geçenleri bir görseler Oscar’a adaylığını koyardı. Tüm bu hayâllerin ve oyunların içinde sahip olduğu her şey vardı. Fakat bilmiyordu, annesi nerede kalmıştı? Hep bir çiçek suretindeydi. Ulaşılması zor dikenlerin içinde, bir kez bile koklayamayacağı yabanî bir çiçekti. Onun boyuna denk getiremiyordu burnunu bir türlü. Uçuyor, kilometrelerce zıplayabiliyor, hatta parmak uçlarından köpükler bile çıkarabiliyordu ama dikenlere gelince ne yaparsa yapsın aşamıyordu o ulaşılmaz tepeyi.

Okulun bahçe kapısının korku filmlerinden fırlayıp gelen sesiyle zihnini çarçabuk topladı. Hep toplardı zaten. En ufak bir dağınıklık olsa saksılardan gelen o ses hâddini bildirirdi. Anlamazdı, suçu neydi? Ellerini cezalandırırdı var olmayan günahlar yüzünden. Dünyada olmanın altından kalkılmaz sorumluluğu gelip mıh gibi oturmuştu göğsüne. Kızılgerdan zannederdi kendini hep. Bir kurşun yarası gibi, bir şaheser gibi taşıdı yükünü avcısı gelip kalbinde gerçek bir yara açana dek.

Kendini güç belâ büyütene kadar o koca boşlukla gurur duydu içten içe. Ne kadar acıyorsa o kadar gerçekti sanki. Fakat bu sanrı onu daha fazla ayakta tutmaya yetmedi. Durdu ve anladı; çiçeğin saksının içine düşmeyen tohumuydu o.

Saatler geçti, son zil çaldı ve bir gün daha böylece bitti pisipisine. Servisten kaçtı. Gelirken kaldırımlara savurduğu düşüncelerini toplamalıydı. İlerideki parkta durdu. Belediyeye ait fakat belediyeden de eski banka oturdu. Bir çocuk yanaştı usulca. O an fark etti ayağının ucundaki topu. Okuldan dönerken annesinden ısrar kıyamet parka gitme izni alanlardan biriydi. Az geride bekliyordu sırtında oğlunun çantasıyla. Fakat bir gariplik vardı. Hiç de benzemiyordu bir saksıya. O an kıpkızıl bir öfke sardı göğsünü. Hınç alır gibi tekmeledi topu ilerideki çalıların ortasına doğru. Birden ağlayarak annesine koştu çocuk. “Hak ettin bunu!” dedi içinden, “Hak ettin!”.

Suç mahallinden uzaklaştı. Çiçeklere o kadar kızgındı ki asfalta methiyeler düzdü hiç durmadan. Aslında var olduğundan emin olunan biri nasıl bu kadar kavi bir inatla yok saydırabilirdi kendini? Şahane yemeklerle bezeli bir sofra ve her saniye mis gibi kokan bir ev nasıl bu kadar öksüz kalabilirdi?

Sokağına lânetler okuyarak döndü köşeyi. O sarı, sapsarı apartman birden çürük bir limona benzedi. Acı ve kokuşmuş… Artık ölü saksılar diyarı, renkli sardunyalar mezarlığıydı.

Mor bir menekşe zannederdi kendini çok önceleri. Hep göz önünde fakat aynı kuvvette görünmez… İşler ne zaman değişti, anlamadı. Biri yaprağına su değdirmiş olmalıydı. Masaldaki kurşun asker olduğunu düşündü. Eksik ama dimdik ayaktaydı. Etrafına baktı. Bundan çok önce balkondan aşağıyı boyladığını anladı. Aslında hiç de kalmak için direnmemişti o koca saksının içinde.

Yıllar geçti sonra. Zaten toprağının içinden hiç baş göstermemiş bir çiçeğe koku bulmaya çalışarak oyalandığını anladı. Başını göğe uzatıp derin bir nefes çektiğinde burnuna değen en güzel kokuyu iliştirirdi o inatçı tohuma. Rüyalarında sarılıp kendi kendine ninniler söylerken içinde büyüdüğü sessizliğin devasalığı karşısında ne edeceğini bilemeden öylece bekledi saksının başında. Hiç dokunmadan, öylece, ölesiye susarak…

Her daim uslu durdu ama yine de göremedi hiç. Bu yalan kehanet tarafından kıskıvrak yakalandığını anladığında seremonilerin aldatıcı gürültüsüne mahal vermeden balkondan aşağı özgürlüğe savurdu artık mezar taşına dönen saksıyı. Azat etti kendinden. Hiç ağlamadı. Dokundu göğsüne, acımadı. Avcı bu sefer ıskalamıştı.