ŞAHİT olduğumuz her
kadın cinayetiyle adım adım ölüyoruz. Sadece onlar ölmüyor, onları izleyip de
unutan bizler de ölüyoruz. İnsanlık ölüyor, can çekişiyor!
Artık
hızla sürüklendiğimiz şiddet sarmalından çıkmak, sevgiyle sarmalanmak, insan
gibi yaşamak istiyoruz. İnsanlığımızdan utanıyor, çocuklarımıza
açıklayamayacağımız durumlara şahit oluyoruz. Kulaklarımızda, “Anne, ölmeni
istemiyorum!” diyen, daha on yaşında bir kız çocuğunun ve “Ölmek istemiyorum”
diyen annenin sesi çınlıyor. Ve ona saldıran babanın silueti, koşarak
kaçan adamın bıraktığı kanlı izler… Yüreğimize kazınan sesi ve görüntüsüyle
Emine Bulut ismi artık simge oldu. Bu vahim duruma hangi açıdan bakarsak
bakalım, insanlığın ölümüne gelip dayanıyoruz.
Sosyolojik
ve psikolojik olarak tahlil yapsak, bu cinayetlerin hepsi ayrı birer tez konusu
olur. Bunlar görüp şahit olabildiklerimiz, ya şahit olamadığımız durumlarda
sorumluluğumuz yok mu? Minibüslerde son yolcu olarak kalan her kadının kalbi
korkuyla çarpmaya başlamaz mı? Bu korkuyu neden yaşatıyorsunuz? Neden şiddet
kanıksandı bu kadar? Neden bu necip millet kendini unuttu? Neden gönül dünyamızı
zenginleştirmiyoruz? Nerede hata yapıyoruz? Yunusların, Mevlânaların mirasını
devralan bir millete bu yakışmıyor.
Yanı
başımızda nice dramlar yaşanıyor, kimse kimsenin gözlerine bakmıyor, elini
tutmuyor. Kapısı çalınmayan, komşu sıcaklığı yaşayamamış kadınlar ve çocukların
dramı sürüp gidiyor. Yeryüzünde ölümden daha gerçek, daha katı, geri dönüşü
olmayan bir olgu var mıdır?
Ölümüne
şahit olduğumuz, son sözlerini işittiğimiz insanlar belleğimizde yer ediyor.
Daha görecek günleri vardı, ardında bıraktığı yavrusu kaldı, hayâlleri vardı,
yavrusunun dökeceği gözyaşlarını bildiği için son sözleri sadece “Ölmek istemiyorum”
oldu. Bu sözlerden daha acısı işitilmiş midir?
Bizim
kulaklarımız işitmese de izbe sokaklarda, karanlık odalarda, depolarda, hastane
ya da adliye koridorlarında masum insanlar “Ölmek istemiyorum” diye
haykırmıştır. Yaratılmışların en şereflisi olma özelliğini çoktan kaybetmiş
insanlık, binlerce yıldır kan dökmeye hep hevesli olmuştur. Mazlum nefesler bu
çığlıkları hep haykırmıştır.
Akşamları
dizi filmleri çılgınlar gibi izleyen bu millet, gözümüzün önünde yaşanan
gerçekleri izlerken silkinip kendine gelmelidir. İzlediklerimiz birer
senaryo olmaktan çıkmış, hayatlarımızın gerçeği hâline gelmiştir.
Nasıl
bu hale gelindiği sorgulanmalıdır. Yıllardır Yeşilçam filmlerinde bir tokatla
yerlere serilen kadınları izlemedik mi? Silahlar art arda kurbanlara boşaltılırken,
aile dramlarının, ayrılıkların, aldatılmaların cezası ekranlarda kesilirken,
yargısız infazın, intikam duygusunun işlendiği heyecanlı sahnelerde ekrana
yapışırken, izlenenleri kanıksamaya başlamadık mı? Diziler ve niteliksiz
filmler hayatımıza girdiğinden beri, bunları aileleriyle izleyen çocuklar
büyüdü, yetişkin oldu, hayatlarında önemli kararlar almaya başladı. Sevdiler,
sevildiler, kinlendiler, aldatıldılar. İzledikleri olayları kendi küçük
hikâyelerine kattılar. Öfke kontrolü yapamaz oldular. Hayatın gerçekleriyle
hayâl âlemi arasında bocaladılar.
Hiç
düşünüyor muyuz, vaktiyle annesinin kucağında bu şiddet dolu görüntüleri
izleyen çocuklar büyüdüler, onlar işliyor bu cinayetleri. Adam olacak çocuklar
adam olamadı ne yazık ki! Katil oldu kimisi. İstediğiniz kadar yaş sınırı
koyun, yedi yaşında izleyince zarar veriyor da, sanki on yaşında izleyince hiç
zarar vermiyor mu bu filmler?
İzlerken
taraf tuttuk, bazen günlerce zihnimizi meşgul etti, arkadaş gruplarında
senaryoların kritiği yapıldı. Mağdurları, şiddet gören kadınları senaristler
nasıl yargıladıysa, nasıl bizleri etkileyecek şekilde kalem oynattıysa, biz de
o yönde yargılamadık mı? Yerli ve yabancı dizi sektörüne milyarlar
kazandırırken, zamanımızı boşa harcarken hiç düşünmedik. Dizinin gelecek
bölümünü, fragmanlarını dört gözle bekledik.
Altın
günlerinde dizilerin senaristlerinin kulaklarını çınlatırken, günün birinde
izlenenlerin gerçeğe dönüşeceği aklımıza gelmedi. Ekran karşısında görüntü
izleyen beynimiz, yorum ve enerji harcama gereği duymuyor. Şu bilimsel bir
gerçek ki, hazır ve hızlı sunulan görseller beyni tembelliğe itiyor. Oysa
reyting uğruna canavarlaşan haber bültenleri ve dizi sektörü yerine, gazete ve
dergileri okuyarak bilgi edinsek, o harcanan vakti kitapla değerlendirsek,
belki bu vahşetler yaşanmaz.
Ey
insanlık, biraz vicdan, biraz merhamet lütfen! Ölüm çok acı, insan
hayatında iz bırakan bir olay. Yakınını kaybetmek, böyle bir acıyı yaşamak,
geride kalan yakınları ve hatta tüm insanlık için büyük yıkım, büyük kayıp.
Aslında hepsi, sevdiklerinin gözünde kaybolup gitmiş birer inci. Yerleri asla
doldurulamıyor, en üretken çağında üretemeyen hazinelerimiz toprağa karışıyor.
Yürekler
bu kadar kararmışken, çocuklarımıza nasıl bir miras bırakacağız? İstediğimiz
kadar öğüt verelim, çocuklar taklitle öğrenir, ailesini ve bu canavar medyayı
taklit ederek büyürler. Onlara rol model oluyoruz her hâlimizle. Ölümü de,
yaşamı da sanal medyadan anlamaya çalışıyorlar. Birçok önemli olayda
olduğu gibi bunlar da unutulacak. Hafızamızı yoklarsak tıpkı bu olay gibi
toplumda infial uyandırmış, günlerce konuşulmuş kadın cinayetleri ve
simgeleşmiş isimler var.
Artık
sanal âlemden gerçek âleme dönme zamanı geldi! Bindiğimiz dalı kesmeyelim. Ne yapabileceğimize
kafa yoralım. Gerekirse bizden daha akıllı, ferasetli, kalemi, kelâmı kuvvetli
insanlara soralım. Bu konuda yazılmış eserleri, makale ve deneme kitaplarını
okuyalım. Üretken olalım, fikir üretip çevremizi de etkileyelim ki domino
etkisi yapsın.
Sanat,
ruh inceliğidir. Sanatı, ruh inceliğini, edebiyatı terk edip izlek, simge ve
sloganları hayatımıza soktuğumuzdan beri bizden sürekli bir şeyler eksiliyor. Kadına
ve çocuğa uygulanan her şiddet, insanlığı bitiriyor; kendini insan sanan
yığınları da yavaş yavaş öldürüyor. Matlaşan zihnimizi parlatma zamanı geldi. Yavaşlık,
vurdumduymazlık hastalığından, adamsendecilikten kurtulma zamanı geldi. Her
şeyi unutan bir millet olduk, acılar tazeyken çözüm üretelim. Nice kadın ve
çocuk haberleri geldi geçti, hangisi hafızada kaldı? Hiçbirini unutmadan
kirlerimizden arınalım!
Biz
köklü bir milletiz, binlerce yıl önceye kazınmış bir kültür ile yoğrulduk. Ruhu
ince bir milletin torunlarıyız. Şiir gelenekleri ile hayatın her ânını anlamlı
kılmışlar; destanlar, masallar, türküler üretmişler ve bizlere miras
bırakmışlar. Peki, biz hangi mirası bırakacağız geleceğe? Şiddet mi, kadın ve
çocuk dramları mı?
Her
şeyi olduğu gibi dinî ve manevî duyguları da sloganlaştırdık. Sosyal medya
hesaplarımızdan çerçeve içine alınmış alıntı sözleri paylaşarak vicdanları temizlemeye
çalıştık. Biz Mevlânaların, Yunusların, Karacaoğlanların torunlarıyız. Asırlarca
tasavvufun incelikleriyle beslenmişiz. Bu yüzyılda da bunlarla besleyebiliriz
ruhumuzu. “Manevî dünyamızı nasıl zenginleştirebiliriz, gönlümüzü nasıl
besleyebiliriz?” diye kafa yoralım.
Bir
şeyler ters gidiyor, alarm çalmaktan ziyade, artık felâkete sürükleniyoruz!
Kendimizi
ve diğer insanları tanıyabilmeliyiz; uç noktalara varmış, hastalıklı
davranışları anlamanın yolu bu tanımadan geçer. Toplumda ruh hastalığı belirtileri
gösteren insanları bilmeli, onların tedavilerine yardımcı olmalı, ötelemeden,
yargılayıp daha da hasta etmeden şifalarına aracılık etmeli. Vatandaş da,
kurumlar da üzerine düşeni yapmalı.
Birey
olarak ruhlarımızı ve gönüllerimizi geliştirip temizleyelim. Nasıl olursa
olsun, okuyalım, ruha ve derine inen cümleler kuralım. Sevmekten ve merhametten
usanmayalım. Artık sanatı ve okumayı hayatımıza sokalım. Şu ruhlarımızı
inceltmek için elimizden geleni yapalım.
Bir
düşünelim; çok değil, daha elli altmış yıl önce küllerinden doğan, ayağa
kalkmaya çalışan insanlar yaşardı bu topraklarda. Yüz yıl önce çok daha çileyle
yaşamaya çalışan, ortalama ömürleri kırk elli yıl olan insanların torunlarıyız.
Ne oldu da bu hâle geldik? Ne oldu da hafıza ve vicdan kaybına
uğradık? Zaman mı, canlı bir varlık olmayan televizyon mu, hayatı
kolaylaştıran teknoloji mi suçlu? Yoksa bu nimetleri düzgün kullanmayan, hazıra
konan, üretim yerine tüketim çılgını olan biz insanlar mı?
Artık
kendimize gelelim, bindiğimiz dalı kesmeyelim; kadınlarımızı, çocuklarımızı
yaşatalım!