Anneler yaşarsa insanlık yaşar

Yüz yıl önce çok daha çileyle yaşamaya çalışan, ortalama ömürleri kırk elli yıl olan insanların torunlarıyız. Ne oldu da bu hâle geldik? Ne oldu da hafıza ve vicdan kaybına uğradık? Zaman mı, canlı bir varlık olmayan televizyon mu, hayatı kolaylaştıran teknoloji mi suçlu? Yoksa bu nimetleri düzgün kullanmayan, hazıra konan, üretim yerine tüketim çılgını olan biz insanlar mı?

ŞAHİT olduğumuz her kadın cinayetiyle adım adım ölüyoruz. Sadece onlar ölmüyor, onları izleyip de unutan bizler de ölüyoruz. İnsanlık ölüyor, can çekişiyor!

Artık hızla sürüklendiğimiz şiddet sarmalından çıkmak, sevgiyle sarmalanmak, insan gibi yaşamak istiyoruz. İnsanlığımızdan utanıyor, çocuklarımıza açıklayamayacağımız durumlara şahit oluyoruz. Kulaklarımızda, “Anne, ölmeni istemiyorum!” diyen, daha on yaşında bir kız çocuğunun ve “Ölmek istemiyorum” diyen annenin sesi çınlıyor. Ve ona saldıran babanın silueti, koşarak kaçan adamın bıraktığı kanlı izler… Yüreğimize kazınan sesi ve görüntüsüyle Emine Bulut ismi artık simge oldu. Bu vahim duruma hangi açıdan bakarsak bakalım, insanlığın ölümüne gelip dayanıyoruz.

Sosyolojik ve psikolojik olarak tahlil yapsak, bu cinayetlerin hepsi ayrı birer tez konusu olur. Bunlar görüp şahit olabildiklerimiz, ya şahit olamadığımız durumlarda sorumluluğumuz yok mu? Minibüslerde son yolcu olarak kalan her kadının kalbi korkuyla çarpmaya başlamaz mı? Bu korkuyu neden yaşatıyorsunuz? Neden şiddet kanıksandı bu kadar? Neden bu necip millet kendini unuttu? Neden gönül dünyamızı zenginleştirmiyoruz? Nerede hata yapıyoruz? Yunusların, Mevlânaların mirasını devralan bir millete bu yakışmıyor.

Yanı başımızda nice dramlar yaşanıyor, kimse kimsenin gözlerine bakmıyor, elini tutmuyor. Kapısı çalınmayan, komşu sıcaklığı yaşayamamış kadınlar ve çocukların dramı sürüp gidiyor. Yeryüzünde ölümden daha gerçek, daha katı, geri dönüşü olmayan bir olgu var mıdır?

Ölümüne şahit olduğumuz, son sözlerini işittiğimiz insanlar belleğimizde yer ediyor. Daha görecek günleri vardı, ardında bıraktığı yavrusu kaldı, hayâlleri vardı, yavrusunun dökeceği gözyaşlarını bildiği için son sözleri sadece “Ölmek istemiyorum” oldu. Bu sözlerden daha acısı işitilmiş midir?

Bizim kulaklarımız işitmese de izbe sokaklarda, karanlık odalarda, depolarda, hastane ya da adliye koridorlarında masum insanlar “Ölmek istemiyorum” diye haykırmıştır. Yaratılmışların en şereflisi olma özelliğini çoktan kaybetmiş insanlık, binlerce yıldır kan dökmeye hep hevesli olmuştur. Mazlum nefesler bu çığlıkları hep haykırmıştır. 

Akşamları dizi filmleri çılgınlar gibi izleyen bu millet, gözümüzün önünde yaşanan gerçekleri izlerken silkinip kendine gelmelidir. İzlediklerimiz birer senaryo olmaktan çıkmış, hayatlarımızın gerçeği hâline gelmiştir.

Nasıl bu hale gelindiği sorgulanmalıdır. Yıllardır Yeşilçam filmlerinde bir tokatla yerlere serilen kadınları izlemedik mi? Silahlar art arda kurbanlara boşaltılırken, aile dramlarının, ayrılıkların, aldatılmaların cezası ekranlarda kesilirken, yargısız infazın, intikam duygusunun işlendiği heyecanlı sahnelerde ekrana yapışırken, izlenenleri kanıksamaya başlamadık mı? Diziler ve niteliksiz filmler hayatımıza girdiğinden beri, bunları aileleriyle izleyen çocuklar büyüdü, yetişkin oldu, hayatlarında önemli kararlar almaya başladı. Sevdiler, sevildiler, kinlendiler, aldatıldılar. İzledikleri olayları kendi küçük hikâyelerine kattılar. Öfke kontrolü yapamaz oldular. Hayatın gerçekleriyle hayâl âlemi arasında bocaladılar.

Hiç düşünüyor muyuz, vaktiyle annesinin kucağında bu şiddet dolu görüntüleri izleyen çocuklar büyüdüler, onlar işliyor bu cinayetleri. Adam olacak çocuklar adam olamadı ne yazık ki! Katil oldu kimisi. İstediğiniz kadar yaş sınırı koyun, yedi yaşında izleyince zarar veriyor da, sanki on yaşında izleyince hiç zarar vermiyor mu bu filmler? 

İzlerken taraf tuttuk, bazen günlerce zihnimizi meşgul etti, arkadaş gruplarında senaryoların kritiği yapıldı. Mağdurları, şiddet gören kadınları senaristler nasıl yargıladıysa, nasıl bizleri etkileyecek şekilde kalem oynattıysa, biz de o yönde yargılamadık mı? Yerli ve yabancı dizi sektörüne milyarlar kazandırırken, zamanımızı boşa harcarken hiç düşünmedik. Dizinin gelecek bölümünü, fragmanlarını dört gözle bekledik. 

Altın günlerinde dizilerin senaristlerinin kulaklarını çınlatırken, günün birinde izlenenlerin gerçeğe dönüşeceği aklımıza gelmedi. Ekran karşısında görüntü izleyen beynimiz, yorum ve enerji harcama gereği duymuyor. Şu bilimsel bir gerçek ki, hazır ve hızlı sunulan görseller beyni tembelliğe itiyor. Oysa reyting uğruna canavarlaşan haber bültenleri ve dizi sektörü yerine, gazete ve dergileri okuyarak bilgi edinsek, o harcanan vakti kitapla değerlendirsek, belki bu vahşetler yaşanmaz.

Ey insanlık, biraz vicdan, biraz merhamet lütfen! Ölüm çok acı, insan hayatında iz bırakan bir olay. Yakınını kaybetmek, böyle bir acıyı yaşamak, geride kalan yakınları ve hatta tüm insanlık için büyük yıkım, büyük kayıp. Aslında hepsi, sevdiklerinin gözünde kaybolup gitmiş birer inci. Yerleri asla doldurulamıyor, en üretken çağında üretemeyen hazinelerimiz toprağa karışıyor.

Yürekler bu kadar kararmışken, çocuklarımıza nasıl bir miras bırakacağız? İstediğimiz kadar öğüt verelim, çocuklar taklitle öğrenir, ailesini ve bu canavar medyayı taklit ederek büyürler. Onlara rol model oluyoruz her hâlimizle. Ölümü de, yaşamı da sanal medyadan anlamaya çalışıyorlar. Birçok önemli olayda olduğu gibi bunlar da unutulacak. Hafızamızı yoklarsak tıpkı bu olay gibi toplumda infial uyandırmış, günlerce konuşulmuş kadın cinayetleri ve simgeleşmiş isimler var.

Artık sanal âlemden gerçek âleme dönme zamanı geldi! Bindiğimiz dalı kesmeyelim. Ne yapabileceğimize kafa yoralım. Gerekirse bizden daha akıllı, ferasetli, kalemi, kelâmı kuvvetli insanlara soralım. Bu konuda yazılmış eserleri, makale ve deneme kitaplarını okuyalım. Üretken olalım, fikir üretip çevremizi de etkileyelim ki domino etkisi yapsın.

Sanat, ruh inceliğidir. Sanatı, ruh inceliğini, edebiyatı terk edip izlek, simge ve sloganları hayatımıza soktuğumuzdan beri bizden sürekli bir şeyler eksiliyor. Kadına ve çocuğa uygulanan her şiddet, insanlığı bitiriyor; kendini insan sanan yığınları da yavaş yavaş öldürüyor. Matlaşan zihnimizi parlatma zamanı geldi. Yavaşlık, vurdumduymazlık hastalığından, adamsendecilikten kurtulma zamanı geldi. Her şeyi unutan bir millet olduk, acılar tazeyken çözüm üretelim. Nice kadın ve çocuk haberleri geldi geçti, hangisi hafızada kaldı? Hiçbirini unutmadan kirlerimizden arınalım!

Biz köklü bir milletiz, binlerce yıl önceye kazınmış bir kültür ile yoğrulduk. Ruhu ince bir milletin torunlarıyız. Şiir gelenekleri ile hayatın her ânını anlamlı kılmışlar; destanlar, masallar, türküler üretmişler ve bizlere miras bırakmışlar. Peki, biz hangi mirası bırakacağız geleceğe? Şiddet mi, kadın ve çocuk dramları mı?

Her şeyi olduğu gibi dinî ve manevî duyguları da sloganlaştırdık. Sosyal medya hesaplarımızdan çerçeve içine alınmış alıntı sözleri paylaşarak vicdanları temizlemeye çalıştık. Biz Mevlânaların, Yunusların, Karacaoğlanların torunlarıyız. Asırlarca tasavvufun incelikleriyle beslenmişiz. Bu yüzyılda da bunlarla besleyebiliriz ruhumuzu. “Manevî dünyamızı nasıl zenginleştirebiliriz, gönlümüzü nasıl besleyebiliriz?” diye kafa yoralım.

Bir şeyler ters gidiyor, alarm çalmaktan ziyade, artık felâkete sürükleniyoruz!

Kendimizi ve diğer insanları tanıyabilmeliyiz; uç noktalara varmış, hastalıklı davranışları anlamanın yolu bu tanımadan geçer. Toplumda ruh hastalığı belirtileri gösteren insanları bilmeli, onların tedavilerine yardımcı olmalı, ötelemeden, yargılayıp daha da hasta etmeden şifalarına aracılık etmeli. Vatandaş da, kurumlar da üzerine düşeni yapmalı.

Birey olarak ruhlarımızı ve gönüllerimizi geliştirip temizleyelim. Nasıl olursa olsun, okuyalım, ruha ve derine inen cümleler kuralım. Sevmekten ve merhametten usanmayalım. Artık sanatı ve okumayı hayatımıza sokalım. Şu ruhlarımızı inceltmek için elimizden geleni yapalım.

Bir düşünelim; çok değil, daha elli altmış yıl önce küllerinden doğan, ayağa kalkmaya çalışan insanlar yaşardı bu topraklarda. Yüz yıl önce çok daha çileyle yaşamaya çalışan, ortalama ömürleri kırk elli yıl olan insanların torunlarıyız. Ne oldu da bu hâle geldik? Ne oldu da hafıza ve vicdan kaybına uğradık? Zaman mı, canlı bir varlık olmayan televizyon mu, hayatı kolaylaştıran teknoloji mi suçlu? Yoksa bu nimetleri düzgün kullanmayan, hazıra konan, üretim yerine tüketim çılgını olan biz insanlar mı?

Artık kendimize gelelim, bindiğimiz dalı kesmeyelim; kadınlarımızı, çocuklarımızı yaşatalım!