Anne, ben esir miyim?

İnsanı insanın kurdu olmaya zorlayan bu uzun soluklu rekabet ortamının aynı zamanda sonsuz zarafet talep etmesi fazla riyakâr değil mi? Kurumsal hayat tarafından duygusuzlaştırılan, duygusuzlaştırıldıkça acımasızlaşan, acımasızlaştıkça hırslanan ve hırslandıkça daha da kurumsallaşan insanlar, acaba uğradıkları mutasyondan sonra hâlâ insan olarak nitelendirilebilir mi?

SABAH uyanıp hazırlandım. Her sabah işyerine gelmenin verdiği o tarifsiz mecburiyet, bugün de benimle…

Turnike tarayıcısına işyeri kimliğimi okutarak giriş yapıyorum. Kendi ofisime girebilmek için ikinci turnikede de aynı işlemi tekrarlıyorum. Sabah çayı içebilmek düşündürücü; çünkü Türkiye’de yaşayan insanların yüzde doksanının yaptığı gibi, sabah çayı içmek istiyorsam yine turnikeye kimlik okutmak ve nedenini anlayamadığım bir şekilde bana çay vermekle görevli hanım ablanın önünde takriben 30 kişilik sıraya girmek zorundayım.

Birazdan üniteme ait evrakları bir başka üniteye devretmek için iki turnikeden daha geçmem gerekecek. Öğle arasında yemek yiyebilmek için yine turnikeye kimlik okutacağım. Sanayi ortasında, bu işyeri görünümlü betonarme yapının balkonunda engin denizlere değil, fabrikalara bakarak biraz hava almak istersem (ki ne soluduğum bence çok tartışmalı) yine turnikeye kimlik okutmalıyım. Sırası gelmişken belirtmek isterim ki, bu balkon meselesi kurumsal hayatta çok şey ifade eder. Bu balkonda tek çıkışta en fazla 10 dakika geçirebilme hakkım var; gün içerisinde toplam 30 dakikadan fazla geçirirsem, ay sonu ücretimde yarım saat kesintiye uğrarım.

Ah, ne gam değil mi?! Her gün tuvalete giderken bile “kimin nesi” olduğumu belirten bu kartı okutmak zorunda olduğum için kendime lânet ettiğimi bilseydiniz ya da gerçekleştirilmediğinde insanların zıvanadan çıktığı bu kontrol-takip sisteminin ne kadar şiddetli bir tanrı kompleksi olduğunu benim kadar yürekten hissetseydiniz, belki psikolojik birkaç çözümlemeniz olurdu.

Her geçen gün biraz daha karanlığa gömülen bu şehirde, ailemden biraz olsun yükümü çekebilmek için katlandığım bu ıstırabın adı “kurumsal hayat”. Gün geçtikçe bünyesindeki insanları daha fazla makineleştirdiği hâlde, sonradan sağladığı insanî standartlarla çalışanı müteşekkir kılan bir nev’i tarikat ya da yaşam biçimi de denilebilir.

Kurumsal hayat ile idam ettirdiğim standardize hayatıma pek çok şey girdi. Örneğin turnike trafiği, saatinden bir dakika şaşmaksızın hareket eden servisler, kendisini şirketin sahibi gibi hisseden kıdemli personel, donanımsız denetimciler, denetimsiz yöneticiler, yönetimsiz iş yükü, popüler markalardan cüz’î indirimler, daha cool hissettiren bir “Identify Card” (saygı duyulası görünebilmek için cümlelerimin arasına biraz İngilizce sıkıştırdım, işbu yazının devamında artık daha karizmatik biriyim), gizli mobbing, güvenilirliği yüksek muhbirler ve yüksek kalorili-düşük lezzetli öğle yemekleri…

Birkaç husus daha var…

Tatiller: Kurumsal hayatta tatiller önemlidir. Dönüşünde ballandırılarak anlatılacağı için en güzel otellerde, en eğlenceli şekilde yaşanmak zorundadır. Aylar öncesinden rezervasyon yapılır. Bu, çalışma arkadaşlarına itinayla duyurulur. Böylece tatil tarihinde diğerlerinin plân yapmasının önüne geçilir. Tatile gidilir, dönülür, işbaşı yapılır, uzun işyeri kahvaltılarının orta yerinde mesnetsizin teki sorar sormaz anlatmaya başlanır. Kötü olabilecek hiçbir şey anlatılmaz. Çünkü kötü bir anı, bir badire, tevekkülü anımsatacak herhangi bir olay karizma sarsabilir. Herşey iyi olmalı, herşey güzel ve tabiî ki çok havalı…

Profesyonellik: Kurumsal hayatın sağladığı imkânlarla kıyaslandığında göz ardı edilebilen ufak bir meslek hastalığıdır. Yıllık izinlerde kayda değer şekilde hafifleyen, ancak izin bitiminde şiddetini arttırarak yayılmaya devam eden bir hastalık. İnsanı insan yapan karakteristik tüm özellikleri flulaştırmakla beraber, hatalarınızın göz ardı edilmesine de yardımcı olur. Genellikle insanlar tarafından “deneyim” ya da “tecrübe” olarak tanımlanır. Ben yine de “şahsiyetsizleşmek” ya da “dinden imandan çıkmak” olarak nitelemeyi tercih ediyorum.

“Ye kürküm ye” ilkesi: Kurumsalda giyim kuşam çok önemlidir. Pîr ü pâk olmak yetmez. İyi insan olmak yetmez. Size şirketiniz sebebiyle cüz’î indirimler sağlayan birtakım markalardan aldığınız kıyafetler işyerinde giyilmemelidir. Çünkü her normal vatandaş gibi indirimden yararlanmak istemeniz, başkalarınca bedavacılık olarak nitelendirilebilir. Bu da sizin insanlarda uyandırmak istediğiniz “terfii en çok hak eden çalışan” hissiyatını zedeleyebilir. Bununla beraber, gösterişli kıyafetler de düşman kazandırabilir. “Gri olmak” ile “herkes gibi olmamak” arasındaki o ince çizgide, her gece ne giyeceğinizi düşünmeli ve düşmanlara fırsat vermemelisiniz.

Kurumsal teamüller: Bu kurallar bütünü hiçbir yerde yazmamakla birlikte, kıdemli personel tarafından her gün tarafınıza dikte edilir. Bir bakış, bir dokunuş, bir gülüş ile ifade edilmeye çalışılır; ancak direnirseniz, kendinizi ciddî bir konuşmanın içinde ne demeye çalıştıklarını anlamaya çalışırken bulabilirsiniz. Kıdemli personel, evden getirdiği çoktan seçmeli kahvaltısını yaparken işle ilgili soru sormak, amirin talep ettiğinden fazlasını ortaya koymak, birincil amirin tuvaletteyken ikincil ya da üçüncül amirine brifing vermek (görüldüğü üzere hâlâ çok havalıyım) vb. hususlar bu tanımın içine girebilir. Burada en dikkat edilmesi gereken husus, denginize ve üstünüze arz, altınıza ise rica etmeniz.

“Bilgilerinize arz ederim.”

“Bilgilerinize rica ederim.”

İşinize duyduğunuz saygıyı, amirinize duyduğunuz sevgiyi en belirgin şekilde ortaya koyabileceğiniz iki cümledir bunlar. Bu iki sihirli cümlenin sık sık kullanılmasında fayda var. Size her daim yerinizi anımsatarak makineleşmenizi kolaylaştıracaktır. Bu da diğer kurumsal personele daha kolay ayak uydurmanıza yardımcı olur.

İkna etmek: Kurumsal cemaati ikna etmek çok önemlidir. Herkesin her şeyi en iyi şekilde bildiği bu yaşam biçiminin en temel özelliğidir. Zeki, çalışkan ve raporluyken gerçekten hasta olduğunuza, hamile kaldıysanız bunun bir kaza olduğuna, izinlerinizi kullanırken zarurî bir sebebiniz olduğuna (örneğin çocuğa bakacak kimse olmaması vb.), amirinizin yerinde gözünüzün olmadığına… İkna kabiliyeti gerçekten önemli!

Abartmak: Kurumsal hayatın içerisinde gerçekleştirilen her faaliyet abartılmalıdır. En basit revizyon bile mükemmel bir dehanın ürünü gibi anlatılmalı ve karşı tarafta atom parçalamışsınız hissi uyandırmalıdır. “Mübalağa edilmelidir” demiyorum; zira mübalağa edilen herhangi bir husus, karşı tarafta bahsedilen olaya gereğinden fazla değer atfedildiğine ilişkin bir his bırakır. Sizden beklenen ise asla bu değildir. Abartmak, dozajı iyi ayarlandığında amirin ikna edilmesinde kullanılacak sağlam bir araçtır.

Bu standartlar yakalandığında, kurumsalın içinde, kurumsal personele rağmen kurumsallaşabilmek gerçekten zor değil. Son tahlilde iki seçenek var gibi duruyor: “Ya onlar gibi görün ya da onlar gibi ol!”

Uzun zamandır beşerin mükemmel olduğuna daha kendisi inanamamışken, başkalarını inandırmaya çalışması kadar beni şaşkına çeviren çok az şey var. İblis bile “Ben ondan hayırlıyım” diyerek Hz. Âdem’e secde etmekten imtina ederken, yanlış dahi olsa kendine ilişkin bir çıkarımı yok muydu? Oysa bugün kendisine “X şirketinde X pozisyonunda çalışıyorum” demek dışında herhangi bir değer atfedemeyen bir grup profesyonelin sağladığı tüm imtiyazların, bendimizi elegeçiren acımasız bir esaretten ziyadesi olmadığının ne kadar farkındayız? Çalışma arakadaşlarımız ve boynumuzdaki ID kartla verdiğimiz pozlar gerçekten Instagram’dan göründüğü kadar havalı mı? Daha fazla terfi, daha fazla para, daha fazla tatil için bile isteye dâhil olunan bu yaşam biçimi, nefsî tüm ihtirasları gün geçtikçe damarlarımıza daha hızlı pompalarken hür doğup hür yaşayanların sırrına asla eremeyeceğimiz korkusu dolmuyor mu hiç nefesimize?

İnsanı insanın kurdu olmaya zorlayan bu uzun soluklu rekabet ortamının aynı zamanda sonsuz zarafet talep etmesi fazla riyakâr değil mi? Kurumsal hayat tarafından duygusuzlaştırılan, duygusuzlaştırıldıkça acımasızlaşan, acımasızlaştıkça hırslanan ve hırslandıkça daha da kurumsallaşan insanlar, acaba uğradıkları mutasyondan sonra hâlâ insan olarak nitelendirilebilir mi? Çok uzak değil, 1961 Nisan’ında, “Nefsinin azabına, hıncına ve hırsına mağlup olan, hırslarıyla ve hınçlarıyla hareket eden insan, başkalarına esir olan kişiden farklı durumda mıdır?” diye sormuş Nurettin Topçu.

Ve eklemiş: “Sezar’ın karşısında zincirlere bağlı dururken dişlerini gıcırdatan Versengetori hakikaten esirdi. Ama İngiliz hâkimlerinin karşısında cesaret ve samimiyetle, kendisine kanunun en ağır cezasının verilmesini isteyen Gandi, hür insandı. Sivas muhafızlarını diri diri toprağa gömdüren Timur, tarihin kaydettiği en bedbaht esirlerdendi. Buna karşılık Bağdat’ta, asıldığı darağacında burnu ve kulakları delinmişken kendini taşlayan gafil halk için Allah’ına şu sözlerle yalvaran Hallac, hür ve kuvvetli insandı: ‘Onları affet ve beni affetme! Mademki benim insanlığımı Senin uluhiyetinde telef ediyorsun, öyle ise benim insanlığımın Senin uluhiyetinin üzerinde sahip olduğu hakla, beni Sana kavuşturmak için çalışan bu insanları mutlaka affetmeni istiyorum.’”