
“NESİLLER arası geçiş veya
aktarım nedir?” diye düşünülünce zihinde canlanan olgu, “bizimle beraber her an
dolaşan, bizi bir an olsun yalnız bırakmayan ve geçmişte kalan yaşamlar” diye
anlaşılır. Nesilleri aşan ve yıllar öncesine ait olmalarına rağmen bugün yanımızda
tazecik taşıdıklarımızdır onlar. Anne rahmine düştüğümüzden bu yana ve bundan
sonraki yol arkadaşlarımız; büyük annelerimiz, büyük babalarımız, annemiz,
babamız kendi deneyimlerini sessizce anlatıyorlar bizlere: Kendi başlarına ne
geldiğini, neler görüp neler hissettiklerini, neye inandıklarını; sevdiklerini
ve sevmediklerini, korkularını ve heyecanlarını da… Tehlikelere karşı
kendilerini nasıl koruduklarını ve en temelde nasıl hayatta kaldıklarını ya da
kalamadıklarını…
Geçmişin
deneyim bilgilerinin bir kısmını henüz dünyaya gelmeden edinmeye başlarız;
bazılarını da kendimiz deneyimleyerek sonradan öğreniriz. İçine doğduğumuz
hayatın duvarlarında asılı olanlar, konuşulanlar ve konuşulmayanlar, kokular,
yenenler, içilenler ve içilmeyenlerle aktarılır bu deneyimler. Oyun oynadığımız
mahallenin sokaklarında, bizim için seçilen okulun bahçesinde ya da okula
gidemeyip çalışmamız gerektiğinde pekişir daha çok. Zaman geçtikçe kendini
besleyen bir döngü hâlini alır. Döngüler beslendikçe aktarılanlar kişiyi daha
çok belirler ve kişi belirlendikçe deneyim kendini doğrulayacak şekilde yeniden
oluşur. Beyin, dünyaya gelme sürecinde ne iş yapacağını bilmeyen yegâne organ
olarak zamanla bu tür kodlarla beslenir ve büyür.
Bağlanma
Kültür
aktarımı üzerine çalışan bilim insanları, her türlü aile ve kültür işlevlerinin
kuşaklar arası aktarıldığını savunurlar. Soya “bağlanma”, “nesiller/kuşaklar
arası kültür aktarımının” genetik kodlarına vurgu yapar. Buna göre bağlanma,
nesiller arası devam eden kalıtsal bir döngüdür. Bu döngü süreci
nesillerin davranışlarını anlamada oldukça yönlendiricidir. Çünkü
nesiller ve sonraki kuşaklar arasındaki her türlü etkileşim, bağlanmanın
aktarıldığı en önemli zaman dilimleridir. Bağlanmanın nesiller arası kültür aktarımındaki
ana aracı, yeni kuşağa her türlü eğitim verenler arasındaki gündelik yaşantı,
deneyim ve iletişimlerine dayanan ilişkilerde kendilik ve diğerlerinin bilişsel
durumlarını içeren çalışma teknikleridir. Çünkü çalışma modelleri, özellikle
çocukluk sürecinde olmak üzere, geçmişin yeni kuşaklara aktarımında
eğitmenlerin deneyimlerine dayalı olarak şekillenmektedir.
Bu
öğretim teknikleri daha sonraki bağlanma ile ilgili davranış, duygu ve
düşünceleri düzenlemektedir. Çalışma tekniklerinin değişimi kendi doğası gereği
zordur. Çünkü her yeni nesil, geçmişi kendi beklentilerini doğrulayan ve
güçlendiren ilişkileri arama ve oluşturma eğilimindedir. Ancak, her bir
genç ebeveyn olduğunda, çalışma modellerini kendi çocuklarının bağlanma
hissiyatını algılama, yorumlama ve onlara tepki verme becerilerini düzenlemeye
ve bir sonraki kuşağın çalışma modellerinin temellerini oluşturmaya çalışır.
Kuşaklar
arası ilişkilerde kalıtsal durumların varlığı bilindiği için, daha özgün
modeller ile önemli olay ve kişilere bağlı olarak, içsel bağlanma
güçlendirilerek aktarım hızlandırılır. Çünkü bu olgu, ilişkinin her iki
tarafını aynı anda temsil eder. Bağlanmanın teorik modeli içerisinde bilinmesi
gereken temel konu, kuşaklar arasındaki farklılıkların bir kuşaktan diğerine
aktarılması ve anne-babaların ve çocukların bağlanma modellerinde anlamlı bir sürekliliğe
sahip olmasıdır. Kuşaklar arasındaki süreklilikte paylaşılan
genetik kodlarla beraber, sosyal deneyimlerin etkisi de bilinmesi gereken başka
bir olgudur.
Bağlanma
teorisine göre, aktarım süreci sadece genetik kaynaklı olmayıp, bu
süreklilik, yeni kuşaklardan ve onların bağlanma modelleri arasındaki etkileşimlerden
de kaynaklanmaktadır.
Bağlanma, genetik
olarak anneden çocuğa geçtiği için, annenin her türlü bakım kalitesiyle
yakından ilgilidir. Ebeveyn davranışlarının kalitesinde kuşaklar
arası süreklilik olduğunu savunan bu görüş, nesillerin ruh aktarımıyla da
yakından ilişkilidir. Bu konuda Mehmet Kaplan’ın “Nesillerin Ruhu”, Nurettin
Topçu’nun “İsyan Ahlâkı”, Kadir Canatan’ın “Ahlâk Felsefesi” ve Ahmet
Cevizci’nin “Etik Ahlâk Felsefesi” kitaplarının özenle tetkik edilmesinin
faydalı olacağı kanaatindeyim. Bir bakıma, “asil aile/asil ruh” kavramının mânâsı
ve etkisi daha iyi anlaşılabilir. Bu doğrultuda, annenin bebeğine karşı
duyguları ve davranışlarının kendi ailesi ile yaşadığı ve hatta hâlâ yaşıyor
olabileceği tecrübelerle doğrudan ilişkili olduğu da gözardı edilmemelidir.
Sonraki süreçte ise baba faktörü “erkil” açısından önemli bir role sahiptir.
Kuşaklar
arası aktarımlarda etkili olan diğer iki sistem ise ekolojik ve ataerkil yapılardır.
Bunlar birlikte düşünüldüğünde, daha doğru ve duyarlı iletişimin aile bağlanma
modelleriyle çocukların bağlanma ilişkisi ve kalitesi arasındaki aracı rollerinden
dolayı, bağlanma, kuşaklar arası kültür aktarımında daha etkili olur. Aktarımlarda
duyarlı olmanın dışındaki farklı aracıların etkisini doğrulamak yerine, bazı
kuramcılar, teorik bir çerçevede aktarım sürecinin yönlendiricileri olarak
“ekolojik kısıtlamaların” rolüne dikkat çekerler. Yani ekolojik model, bu
bağlamda bağlanma teorisini genişletmek için bir araçtır.
Anne-bebek
ilişkisinin ötesinde daha geniş bir bağlanmaya dikkat çeken model, kültür
aktarımının çevresel etkilere duyarlı karmaşık bir süreç olduğunu söyler. Bu nedenle,
geçmiş çalışmalarda eğitimcilerin duyarlılığı o kuşağın güvenli bağlanmasının
başlıca belirleyicisi olarak görülürken, ekolojik boyuttan
bakıldığında annenin psikolojik özellikleri, eşiyle olan ilişkisi, araçsal ve
duygusal desteği sağlayan diğer kişiler ile etkileşiminin boyutlarının
anne-bebek-çocuk-genç bağlanmasının kalitesiyle ilişkilendirildiği düşünülür.
Kuşaklar arası aktarımın bağlanma modelinde kabul edildiği gibi,
yetişkin romantik bağlanma gibi daha sonraki bağlanma deneyimleri, erken
bağlanma deneyimleri sonucu gelişmiş olan ebeveyn bağlanma modellerini değiştirebilir.
Bu modeller,
geçmiş tecrübelere ait etkileri korur ve böylece yeni yakın ilişkileri etkiler. Aynı
zamanda yetişkin romantik ilişkileri gibi önemli yeni deneyimler ışığında değişime
açık kalmaya devam ederler. Bu varsayıma göre, bağlanma modellerinin
kuşaklar arası aktarımı erişkin bağlanma modellerinin ve evlilik/aile
ilişkilerindeki rollerinin anlaşılmasına yardımcı olur. Buna göre, ebeveynler
ile çocuk arasındaki bağlanmanın farklılaşmayan kapsamı, çocuğun hayatı boyunca
işlevselliğini etkiler. Ayrıca bu etki, çocuğun bireysel olarak
yetişkin işlevselliğinde ve kendi çekirdek ailesinin işleyişinde de görülür. Bu,
matematikteki zincir kuralına benzer.
Kültür
aktarımı, kuşakların erken çocukluk bağlanma ilişkilerinin kalitesine dayalı
olarak, kendilerine ve diğerlerine yönelik içsel çalışma modelleri geliştirmiş
olmaları ve bu içsel çalışma modellerinin kuşakları bağlanma ile ilişkili
doğrultularda bilişsel, duygusal ve davranışsal olarak yönlendirdiğini de
ortaya koymuştur. Kuşaklar arası aile sistemleri teorisinin uygulamaları
içerisinde bireylerin kendi duygu ve düşünlerini bilme ve yönlendirme, diğer
insanlarla duygusal olarak bağlantı ve etkileşim kurma yeteneklerini geliştirmeleri
de oldukça önemlidir.
Ayrıca, psikolojik
sorunların duygusal kaynaşma yoluyla kuşaklar arası geçtiği ise bilimsel bir
gerçektir. Bu
düşünceye göre duygusal kaynaşma, kaygılı bir bağlanmadan türemektedir ve
kuşaklara bağımlılık veya izolasyon sunma eğilimindedir. Bu durum, kişinin
duygusal tepki vermeden önce düşünme ve hissetme kabiliyetini ve bireyin
farklılaşmaya olan yeteneğini etkiler.
Sorunlar kuşaklar arası olarak, ayrışamamış aileler vasıtasıyla aileden çocuğa aktarılır ve işlevsiz döngünün gelecek kuşaklarda devam etmesine neden olur. Pek çok araştırma sonucu bu ihtimâli destekler niteliktedir. Şiddet, boşanma, yeme bozukluğu, depresyon ve alkolizm gibi olumsuz davranışların kuşaktan kuşağa aktarıldığına işaret eder. Buna göre, bağlanma deneyimleriyle beraber diğer duygusal süreçler de kuşaklar arasında aktarılabilmektedir ki bu, duyguların aile içindeki bireyin yaşamındaki ve iyilik hâlindeki merkezî rolüne katkı sağlar.
Her kuşağın işlerin yapılış süreçlerinde tercih ettiği metotlara izin verilmesi, sahalarda uyumlu çalışmanın ve esnek davranışların geliştirilmesi, kuşak farklılıklarının alana daha faydalı, yaratıcı ve yenilikçi olmasıyla sonuçlanır.
Kuşaklar arasında
Üzerinde özenle
durmaya çalıştığımız “kuşak” kavramı, özellikle Sanayi Devrimi’nden sonra çalışılmaya
başlamış ve bilimsel bir nitelik kazanmıştır. Bundan dolayı kuşak kavramının
literatürdeki tanımına bakmakta yarar vardır: “İnsanlık tarihinin
başlangıcından günümüze kadar olan süreç içerisinde yaklaşık olarak aynı
yıllarda doğmuş, aynı çağın şartlarını, dolayısıyla birbirine benzer
sıkıntıları, kaderleri paylaşmış, benzer ödevlerle yükümlü olmuş kişiler
topluluğu kuşak kavramı olarak ifade edilmektedir.”
Bu
tanım, belirli zaman aralığında doğan bireylerin benzer değer yargıları, davranışları
ve yaşam biçimlerinin belirli bir çağda doğmuş olmalarından kaynaklandığı
olgusuna işaret etmektedir. Her kuşağın bünyesinde birtakım karakteristik
özellikleri ve değer yargılarını barındırmasından dolayı bireyler, doğmuş
oldukları kuşak grubunun davranışlarına benzer özellikler gösterirlerken, diğer
kuşak grubunun davranışlarından farklı özellikler sergilerler.
Fizik felsefesinin
yaklaşımları her alanda olduğu gibi burada da kendini göstermiş, kuşak
kavramında önce klasik yaklaşımlar, makine-insan gücü tartışılmış ve daha sonra
diğer yaklaşımlar teorik olarak dillendirilmiştir. Şöyle ki, İkinci Dünya Savaşı’ndan
sonra doğanlara “sessiz kuşak” (geleneksel), sonraki kuşağa da “çalışanlar
kuşağı” denilmiştir. Bu kuşak daha çok çalışkan, fedakâr ve itaatkâr olarak
tanımlanmıştır.
Daha sonraki
kuşaklar için “modern” diye tanımlanan tasnifler yapılmaya başlanarak işletme
verimliliği için insanın öneminden söz edilmiştir. Bu dönem X kuşağı olup 1965
ile 1979 yılları arasında doğanları kapsamaktadır. Y kuşağı 1980 ile 1994
arasında doğanları kapsar ve bu kuşak, iş ve özel yaşamlarında denge
kurmalarına rağmen X kuşağının aksine bağımsızlıklarına düşkün,
teknolojiyi daha çok kullanan, eğlenceyi ve para harcamayı seven kuşaktır. Bu
kuşağın yetişkin kuşaklar kadar çalışmaya çok yoğun zaman ayırmadıkları
bilinmektedir. Söz konusu kuşağın kurallara daha az bağlı davrandığı, özel
yaşamına daha fazla zaman ayırdığı ve saygı kavramına daha farklı baktığı da dikkatlerden
kaçmamaktadır. Ayrıca, bu kuşakta sevgi duygusal derinlikte olmayıp daha çok ânı
yaşama şeklindedir. Bunun dışında, 1995 yılından sonra dünyaya gelen M (1995-2002)
ve Z kuşakları (2003 ve sonrası) ise henüz iş hayatında bulunmaktadırlar.
Geleneksel
kuşak, X ve Y, farklı sosyo-kültürel ve teknolojik çağları yaşamış olmaları, söz
konusu kuşakların tutumlarında ve beklentilerinde farklılıklar olmasını, farklı
beklentileri olan kuşakları içerisinde barındıran iş hayatında önemli yönetim
ve model sorunlarını gündeme getirmiştir. Farklı çağın şartlarını, dolayısıyla
birbirinden farklı sıkıntıları, kaderleri paylaşmış, farklı ödevlerle yükümlü
olmuş, birbirlerini anlamakta zorlanan kuşaklar arasında yaşanan huzursuzluklar
ise dengeli toplumun, özellikle ailenin ana amacı olan üretkenlik, etkinlik,
sevgi ve saygı hedeflerini olumsuz etkilemiştir. Nesillerin mevcut kodlarını
sağlıklı ve başarılı bir şekilde aktarabilmelerinde toplumdaki kuşaklar
arasında yaşanan farklılıkların etkin biçimde ve doğru olarak yönetilmesi şarttır.
Önemine
binaen, M ve Z kuşaklarının özelliklerini biraz açmak istiyorum. M kuşağı, “internet
çocukları ya da dijital kuşak” olarak adlandırılır. Normalde kuşakların 20
yıldan önce değişme göstermediği bilinmesine rağmen, günümüz dünyasının çok
hızlı bir değişim ve dönüşüm içerisinde bulunması, söz konusu ara kuşağın
oluşumunu beraberinde getiren faktörlerden biridir. Teknoloji dostu olmalarının
ötesinde, bireysel, zor beğenen, küresel dünya vatandaşı düşünceleriyle dikkat
çekmektedirler. Anne ve babaları olan X kuşağıyla teknoloji kullanımı açısından
önemli farklılıklar taşıdıkları malûmdur. Söz konusu kuşağın ülkemizin nüfus,
sağlık, eğitim ve gelir kategorilerinde önceki kuşaklardan daha şanslı bir
dönemde dünyaya geldiğinin bilincinde olmadığı üzüntü vericidir ki bu kuşağın
kültürel kodları daha çok küresel boyutta düşündüğü de toplum bilimciler
tarafından gözlenmektedir. Bu, nesillerin ruhunun sonraki kuşaklara aktarılmasında
önemli bir sorundur.
Z
kuşağı ve dahası hakkında
Z
kuşağı ise, bugünden tahmin yapmanın aslında zor olduğu, yakın geleceğin
gizemli çocuklarıdır. Z kuşağının pek çok özelliği GSM tabanlı bir kuşak
olacağına işaret etmektedir. Z kuşağı, dünya zevklerine düşkün, teknolojiyi
hızlı şekilde kavrayan, işlerini kısa sürede ve titiz biçimde yerine getiren
davranış özellikleriyle dikkat çekmektedir. Duygusal modları düşük, yalnız, geneli
bencil, doyumsuz, dertsiz ve lükse düşkün yapıda büyümektedirler.
Bilişimi
ileri derecede kullanan Z kuşağı, taşınabilen şekilde, hayatı ve dünyayı hep
yanlarında istemektedirler. Bundan dolayı tüm küçük aygıtlarla arkadaşlık
etmektedirler. Hayat standartlarında meydana gelen değişim ve dönüşümler Z kuşağı
bireylerinin diğer kuşaklara nazaran apayrı bir dünyada yetişmelerini
beraberinde getirmiş, özellikle teknolojide meydana gelen ilerlemeler, söz konusu
kuşağın bireysel özelliklerinin diğer kuşaklardan ayrışmasına neden olmuştur.
Genel
olarak tüm kuşaklar arasında her türlü kültür aktarımında uyumsuzluklar
mevcuttur. Yeni kuşakların sivil toplum örgütlerine ilgileri önceki kuşaklarla
mukayese edilmeyecek kadar azdır. Her kuşak daha çok kendi içinde uyumlu ve
bağımlı ve de aktarıma açıktır.
Yeni
kuşaklar denetimden hoşlanmayıp, az çalışıp çok kazanmanın çabasında. Millî ve
manevî ruh ise daha alt düzeylerde. Bu konuda ailelerin büyük oranda kabullenme
içinde olmaları gelecek için ciddî bir kültürel yıpranma yaşanacağının
sinyalidir. Ekip ruhu ise oldukça farklı seyretmektedir. Zira her kuşak diğer
kuşaktan farklı bir ahlâkî vasfa sahip ve bunu da tüm yaşam alanlarına
yansıtmaktadır. Hoşgörü anlayışları toplumun değerleriyle ters düşse de yeni
kuşaklar için sorun teşkil etmemektedir.
Kuşaklar
arasındaki kültürel farklılıkların giderilmesi maksadıyla, günümüz şartlarında
farklı kuşakları bünyelerinde barındıran yapılanmalar, etkili ve verimli
iletişim yöntemlerinin gelişimi için ciddî uğraşı içindedirler. Kuşakların
kendilerine ait tercihleri, beklentileri, özellikleri, inanışları, tecrübeleri
ve çalışma stilleri, başarılı bir aktarım sürecinin ancak kuşaklar arasındaki
farklılıkları anlamakla mümkün olacağını göstermektedir. Kuşaklararası
farklılıklar olarak düşünülen ise, karşılıklı güvensizliğe dayalı pörsümüş bir
ilişki yumağıdır. Kültürel kodların aktarımına özen gösteren her toplumun öncelikli
görevi kuşak gruplarının özellikleri hakkında farkındalık duygusuna sahip
olmasıdır. Kültürel motivasyon aktörleri, her kuşağın farklı özelliklerinin
birbirlerine göre olumlu veya olumsuz taraflarının olduğunu bilerek yaklaşması,
kuşakların heyecanını olumlu etkileyecek ve pozitif açılımlara neden olacaktır.
Kuşak
farklılıklarının tanınması, iletişim becerilerine önem verilmesi ve işlerin yapılış
süreçlerine tüm kuşakların dâhil edilmesi, kuşakların birbirleriyle çalışma
yöntemlerini öğrenmelerini sağlayacaktır. Her kuşağın işlerin yapılış süreçlerinde
tercih ettiği metotlara izin verilmesi, sahalarda uyumlu çalışmanın ve esnek
davranışların geliştirilmesi, kuşak farklılıklarının alana daha faydalı,
yaratıcı ve yenilikçi olmasıyla sonuçlanır. Yeni kuşakları iyi yönetmek,
onların önem verdiği konulara özen göstermekle mümkün olabilir. Her kuşağın
farklı değer yargılarına sahip olduğu göz önünde bulundurulmalı, söz konusu
farklılıkların değerler eğitimiyle etkili bir şekilde yönetilmesi
sağlanmalıdır.
Kuşaklar
arası koordinasyonun sağlanması, kültürel anlaşmazlıkların giderilmesi ve daha
önemlisi de kültürel kod aktarımının daha sağlıklı yapılabilmesi için şunlar
öngörülebilir: Kuşakların etkileşim düzeylerini arttıracak ve nesilden nesle
her türlü kod aktarımını yapacak millî bir sosyal iletişim platformu
kurulmalıdır. Grup çalışmalarında değerlerimiz doğrultusunda her boyutta çalışmalara
özen ve önem verilmelidir. Adaptasyon programları düzenlenirken kültürel kodlar
referans alınmalıdır. Kültür aktörler kesinlikle siyâsî amaç gütmeden, millî ve
manevî eksenli söylemlere sahip olmalıdır. Sık sık bölgesel toplantılar
düzenlenerek bölgelerinde öne çıkmış şahsiyetlerle temaslar sağlanmalıdır. Alınacak
ve uygulamaya sokulacak her türlü kararda tüm kuşakların katkısının olmasına
dikkat edilmesi, kültürel kodların sağlıklı aktarılması bakımından elzemdir. Farklı
ilgi alanlarına göre farklı kültürel düşünce atölyeleri de düşünülmelidir.
Sonuç
Sonuç
olarak, tüm kuşakların katkı sunacağı “ortak kültürel mirasımız” adlı
aktiviteler yapılmalıdır. Bunun için her türlü imkân ve kolaylık tüm yönetim ve
yöneticiler tarafından acilen sağlanmalıdır. Zira toplumların sahip oldukları
kültürel miras zaman içerisinde çeşitli faktörlerden dolayı değişime
uğramaktadır. Sorun, yetişkin kuşakların zaman içerisinde değişime uğrayan
kültürel yapının unsurlarını yeni kuşaklara anlatmada yeterince istekli
davranmamalarıdır.
Kuşakların
birbirlerini anlayabilmeleri, görüş, düşünce ve kanaatlerinde birtakım
farklılıkların oluşmaması için yetişkin kuşakların gönüllülüğü şarttır. Çünkü toplumsal
yapılarda kendisini hissettiren her türlü değişim, farklı kuşak türlerinin
oluşmasını sağlar. Farklı kuşakların etkin sahalarda çalışmaya başlamalarıyla
yeni doğrultulardan bakış açılarının gündeme gelmesini sağlarlar. Zaman zaman
kuşakların sahip oldukları farklı değer yargıları birbirleriyle etkili iletişim
kuramamayı ve birbirlerini yeterince anlayamamayı gündeme getirebilir. Tüm bu
düşünceler kuşak farklılıklarının devlet aklıyla ele alınarak yönetilmesi
gerektiği sonucunu doğurur.
Devlet
erkinin kuşak farklılıklarının bilincinde olması, tüm kuşaklarla her türlü
iletişim kanalına önem vermesi ve kuşakları işlerin yapılış süreçlerine dâhil
etmesi oldukça önemlidir. Devletin kültürel aklı karma kuşaklar için kültür
aktarımını doğru tanımlamalı ve iyi yönetmelidir.