
TARİH bize insanlar hakkında birçok bilgi verir. Bu bilgilerin içerisinde yer alan toplumsal hayata dair bilgiler bize şunu göstermiştir ki, çevre ve araçlar değişir ama insan o kadar kolay değişemez.
Değişemez, dedim, zira ister tekil ister toplumsal olsun, değişim denen şey insan için hep sancılı olmuştur.
İnsanın toplumsal hayatı ile içsel hayatının birbiriyle iletişiminden doğan bazı unsurlar vardır. Ben bu yazımda insanın en çirkin ve en zararlı icadı olan savaşa değinmek istiyorum.
İnsan ne kadar akıllı bir varlık olarak tanıtılsa da aslında daha çok “akılsızlık” eden bir canlıdır. Nefsi hâlleri ve davranışları ile bildiğini okumakta ısrar eden insan, gelişimine değil daha çok çöküşüne hizmet eder. Genellemeler şeklinde yazacağım için istisna insanları ayrı tuttuğumuz malûmunuzdur.
Kendini hiçbir dönemde tam olarak tanıyamamış ve bu nedenle de kendini anlayamadığı için içinde bulunduğu hayatı da çok anlayamamasından kaynaklı olabilir, kendisi ve toplumla olan ilişkilerinde hep sorun yaşamıştır insanoğlu. Bu sorunlar ikili ilişkilerden tutun da, aile, millet ve insanlık olarak geniş bir alanı kapsayabilir. Yine bu sorunlar kişinin bulunduğu çevreye, kişinin yapısına ve kişinin veya toplumun elinde bulunan malzemeye göre çeşitlilik gösterir.
Bu sorunlara kısa birer örnek vermek istiyorum. Meselâ iki arkadaş arasında zaman zaman yanlış anlamadan kaynaklı küsmeler veya ayrılıklar olabilir. Aile kurumunda ise maddî ve manevî sebeplerden çok çeşitli sorunlar baş gösterir. Ailedeki her bireyin farklı isteklerinin birbiriyle uyuşmaması gibi ergenlik dönemine giren çocukların büyükleri ile olan mantık ve kural dayatmalarına karşı verdiği mücadele gibi çeşitli örnekler yaşanabilir. Topluma geldiğimizde ise yavaş yavaş sorunların çeşitliliği yanında sonuçlarının da daha ağırlaştığını görüyoruz. Toplumsal şiddete sebep olan o kadar çok konu var ki, ekonomik dengeler ve sınıflar gibi. Sonrasında ise ülkesel ve dinî unsurlar var ve bunların uç noktadaki etkileri tüm dünya insanını hatta dünyadaki yaşamın kendisini de direk etkilemektedir. Bu sorun yelpazesinde tarihin en çok anlattığı konuların başında savaşlar yer almaktadır.
Şiddet ve savaş, bir kaçıştır
Burada konu başlığı olarak seçtiğim “anlamsız bir savaş” sözüne değinmek istiyorum. İnsan demek zaten var oluşu ve donanımları nedeniyle sürekli güzelliklerle ve zorluklarla, bilinen ve bilinmeyen ile iç içe olması demektir. İnsanın ya da toplumun yaşanılan sıkıntı veya soruna yaklaşımı çok önemli olup verdiği tepkiye göre de sonuçları değişiklik göstermektedir. Tarafların anlaşmak yerine çatışmayı seçmesi insan doğasının bir gereği olsa da ve tarihin daha ilk başından Hz. Adem’in çocukları ile bu çatışma süreci başlamış olsa da bana fikir çatışmalarının şiddete dönüştürülmesi hep anlamsız gelmiştir. Çok klasik olacak ama konuşularak çözülemeyecek ne var ki?
Savaş olayı anlamsızlığına rağmen insan yaşamının bir parçası maalesef. Sebebi ne olursa olsun ve sonucu ne kadar yıkıcı olursa olsun savaş gerçeğini masaya yatırmak zorundayız. Sorunlara çözüm olarak insanın kendi nesline karşı en ağır, en anlamsız ve saçma seçeneği seçmesinin bize anlattığı birçok mesaj olduğunu düşünüyorum. Hayat okulunda önümüze ne konursa okumalıyız ki hayatı ve insanı daha iyi anlayabilelim.
Kendi payıma savaş olayından çıkardığım mesajları sizinle paylaşmak istiyorum. İlk olarak bir şiddeti ve savaşı, bir kaçış olarak görüyorum. Kaçıştan kastım, insan varlığının içinde yer alan olumsuz tarafı zamanın da haklı çıkardığı üzere hep daha ağır basmıştır. Buna istinaden şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki insan karşı tarafla anlaşmayı, paylaşmayı ve bir olup çoğalmayı değil, haklı olmayı, üstün olmayı, güçlü olmayı ve tek olmayı seçiyor. Eğer karşı tarafla birlik olursa fikirleri birleştirmek, yerleri birleştirmek, güçleri birleştirmek, malı mülkü ve mâkâmı birleştirmek ve paylaşmak zorunda kalacak. Bu ise tarihin de kanıtladığı üzere insan tabiatına terstir. İnsan, negatif tarafına destek olup güzelliklerden kaçmayı yeğleyen bir canlıdır. Ne kutsal kitaplar, ne peygamberler, ne büyük düşünürler ve kitaplar insanı ikna etmiştir. İkna olanların sayısı hep az olmuştur ve ikna olmamış olan çoğunluğa genelde gücü yetmemiştir. İnsan ikna olmaktan, içinde ve dışında barışı sağlayıp huzura kavuşmaktan kaçmıştır ve kaçmaya devam etmektedir.
Bir kürsüye çıkıp saatlerce doğrulardan bahsedebilirsiniz, tüm insanlar da sizi işitmiş olsun lakin, bilmek, işitmek hatta belki anlamak değişim için ikna olmak için yeterli olmayabiliyor. İnsan kendi içinde ve dışında savaşa devam etmeyi seçiyor ki bu da insanın ve insanlığın tuhaf yanlarından tuhaf trajedilerinden birisi olmaya devam edecektir.
Gönül isterdi ki insanın insan ile tartışması sözlerle olsun; oyunlarla, yarışmalarla, çeşitli rekabet sistemleri ile… Yok, illâki karşı tarafı yok edecek, ezecek ve aşağılayacak… Düşünün, buradaki inanılmaz akıl dışı olayı ki insan kendi nesline reva gördüğü katliamı, köleliği ve diğer iğrenç unsurları aslında kendine de reva gördüğünün farkında değil. “Ne ekersen onu biçersin” sözünü duymayan, bilmeyen yoktur ama bunu yaşaya yaşaya öğrenemeyen, ders çıkarıp da ektiği şeye dikkat etmeyen veya değiştirmemekte inat eden canlının adıdır insan.
Aşağılayan ve ezen kendini aşağılar; gücünü sergi malzemesi yapan zayıftır; yok etmek isteyenin varlığı ile büyük sıkıntısı vardır; zenginliğe kafayı takmış, kalbi maddî şeylerle dolmuş ve doymak bilmeyenler en fakirlerdir; başkasına el uzatamayan, kendine en uzaktır. Konu aslında hep bizimle ilgilidir.
İsrail diye bir kelime var, her şeye özet
Savaşın bana yansıttığı diğer bir mesaj ise siyasetin ne kadar çirkin olduğudur. Koca koca liderler ve diğer idareciler lüks yerlerde ve lüks araçlarında dolanıp dururken ve takım elbiseler içinde ak pak kokular sürünmüş hâlde iken, arada bir halkın arasına inip bir çocuğun başını okşayıp bir sanat etkinliğine alkış tutmuş iken, akşam olduğunda hiç umursamadan bir tuşa basmak suretiyle veya bir imza ile milyonları kana bulayan savaşın fitilini ateşleyebiliyorlar. Bu da yetmezmiş gibi kelimeleri çirkin emellerine kılıf malzemesi yapıp dünyanın karşısına geçerek mikrofona “Hakkımız olan için öldürüyoruz” diyorlar. Haklılığınız batsın… Cehennemin en dibinde debelenin inşallah! Kadını, çocuğu ve nice garibanı ile bir toplumu katletmenin edebiyatı ve gerekçesi olabilir mi? Düşünceleriniz ve diliniz ile kirlettiğiniz o kelimeler bile gün gelecek hesap soracak sizden. Şeytana, inadınıza ve isyankârlığınıza olan köleliğiniz önce toprakta sonra cehennemde özgürlüğe kavuşacak ve güzel güzel yanarken anlayacaksınız paranızın, hırsınızın, kibrinizin size ne kazandırdığını…
İsrail diye bir kelime var, her şeye özet. Bu nasıl bir kelimedir Allah aşkına? Altı harflik bu kelime hem tarihe hem insanlığa nasıl bu kadar bela oldu böyle? Şimdi bu topluluk ve bu topluluğun yandaşları düşünüyor ki dünyanın gücü bize yetmez, dünyayı ateşe vereceğiz, en üstün ırk olarak yine dünyaya biz hükmedeceğiz. Birazcık akıllı olsa idi bunlar, biraz vicdan, biraz muhakeme yeteneği ve bir iki dakika sağlıklı düşünebilselerdi ki, aldıkları nefese, sağlıklarına, ne bileyim işte kendileri ile herhangi bir şeye güçleri yetmezken çıkıp da dünyaya hükmetme hırsına ne denir bilemedim.
Vaktiyle köyün birinde kil, saman ve çamurdan yapılma evinde tek başına yaşayan yetmiş yaşlarında bir kadın yaşarmış. Savaşta hem kocasını hem iki evladını kaybetmiş ve kaderine razı bir hayat sürdürmekteymiş. Bir gün köyün yakınından geçmekte olan bir turist grup evin önünde oturan bu kadına misafir olmak ve biraz soluklanmak istemiş. Yaşlı anam durur mu, hemen ayranını, yanıcını ve diğer kahvaltılık bir şeyleri hazırlayıp ikram etmiş. Tanışma faslı bitince bir koyu sohbet başlamış yaşlı teyze ve turistler arasında. Bu turistler sık Türkiye ziyaretleri nedeniyle tabii ki biraz dilimize aşina olmuşlar.
Neyse… Bizim turistler, teyzenin aile durumunu öğrenince üzülmüşler tabii ve “Böyle yalnız başına yaşamak çok zordur sanırım, neler hissediyorsunuz?” diye sormuşlar. Yaşlı anam çok akıllı bir kadınmış ve onların ah vahlar içinde söylemler duymak istediklerini anlamış ama onlara istediklerini vermemiş.
Elbette bir yara vardı ama onlar istediklerini duyamayacaklardı tabii.
“Eşimi ve kuzularımı vatan savunmasına feda ettim ki bu açıdan bahtiyarım. Düşünsenize, en değerli olan vatan için en değerlilerimi verdim, var mı benden zengini!? Dert edecekseniz, karşı tarafı dert edinin. Ne işleri vardı burada? Topraklarını bırakıp da toprak peşine, canlarını bırakıp da can peşine niye düştüklerini biliyorlar mı? Geride bıraktıkları ailelerine nasıl bir miras bıraktılar da geldiler buraya? Ölüm onlar için burada ne ifade ediyordu? Yazık oldu canını bir hiç uğruna satanlara, yazık oldu binlerce canı şeytanlığında yok edenlere. Yazık oldu bile bile canları cehennem çukuruna dökenlere. Yazık oldu bilmedikleri şeylerin peşinden koşup da çukura doluşanlara.
Ben burada göğsüm dik, kalbim ferah, karnım tok, alnım açık bir anayım. Yalnızlık dediğiniz zor elbet ama o da zaman meselesi. Gelenim gidenim eksik olmaz, yüreğim de dolu doludur hiç boş kalmaz. Yalnızlık içi boş olana, içi fesat dolu olana zordur. Bakın etrafınıza yavrularım ne görüyorsunuz? Dağlar, taşlar, kuzular, mavi gökyüzü, dantel dantel bulutlar, türlü türlü sebzeler, meyveler, içimde manevî değerler ve tabii ki Rabbim… Bu kalabalıkta hiç yalnız kalır mı insan?!”
Turist grup biraz şaşkın, biraz sevinçli oradan ayrılmışlar ayrılmasına da zihinlerini bir alev sarmış. Yaşamı, savaşı, insanı yeniden değerlendirmeleri gerektiğini düşünmüşler. O köyde kapısının önünde oturan gariban, cahil ve tek başına yaşlı bir kadından ne bulacaklardı ki değil mi? Gelin görün ki yıllardır okudukları ve gezdikleri ile edindikleri bilgi ve tecrübeyi bu kadın bir saatte darmadağın etmişti. Sahi cahil kime denirdi!?
O yüzden derim ki yaşamak ayrı, yaşamı okumak ayrı bir şey ve okumak yaşamaktan daha zevkli bence. Konu savaş elbette ve savaş benim için her zaman saçma ve anlamsız bir şey kalacak ama işte sonuçta var ve onu okumak da insana ait bir görev.
Savaş, insanlığın olumsuz yönünün bir çıktısı. Nasıl ki yeme ve içme eylemleri sonucu bir sindirim ve boşaltım olayı oluyorsa aynı şekilde insanların gördükleri, düşündükleri ve davranışları neticesinde bu durumların gerek tekil gerek toplum olarak sindirilmesi sonucunda çıktıları olmakta. Negatif durumlar tarafından beslenen insan ve toplumların en uç noktadaki çıktı davranışı olarak savaşlar yer almakta olup bir kanser vakası gibi insanlığı yiyip bitirmektedir. İnsanlığın içindeki bazı grupların kanser gibi hastalıkların devam etmesi yönünde çıkarları olduğu için bu yönde köklü çözümlere engel olması gibi savaştan, kandan ve gözyaşından beslenen insan grupları da vardır. Silah ticareti ve çirkin siyasî gruplar bunların başındadır.
Savaş hastalığına kesin çözüm bulunamasa da her bireyin kendisi ve çevresi için yapabilecekleri vardır. Sorumluluk almak zarurettir. Kişi için okul zamanı ev ödevini yapma sorumluluğundan kaçtığında sonuçları ağır olmayabilir lakin insan olarak bilgi ve donanımızı artırmak ve çevremize fayda ve aydınlık sağlama noktasında mecburiyet olduğunu düşünmekteyim. Üretmeyen insanın ve toplumun tükete tükete tükenmesi gibi, gelişmeyen insan ve toplumun da çökmesi bir gerçektir. Üretmek ve gelişmek zorundayız. İyiler ve iyilikler yönünde bir gayretin sahibi olmak zorundayız. Hiçbir şey yapmamayı seçmek demek kötülere büyümeleri için alan açmak demek.
İnsanlığın elinde bir mum var, karanlığı artırmak ve mumu söndürmek isteyen kesime karşı her birey kendi aydınlığı ile bu mumun alevine katkı sunmalıdır. Bir kişinin bile geri çekilmesi, mumun alevini azaltıp karanlığın genişlemesine yol açar.
Ya en diptedir duygu ve düşünceler ya batmıştır insan kuyuların en dibine
Savaşın saçma ve anlamsız yanlarından birisi de savaşa karar verenlerin adının liderler olarak yer almasındaki trajedidir. Lider, genel olarak yönetsel beceriler bakımından üstün ve önde olan demektir. Liderler, durumları gerçekten üstün şekilde yönetebilse bu kadar kolay savaş kararı almazlardı. Diğer yandan takım elbise içinde, zenginlik ve lüks içindeki siyasilerin oturdukları saraydan bir köşe olan mâkâmlarından binlerce insanı cepheye sürüp, “Dâvâmız için ölün!” diyerek talimat vermeleri ne derece anlamlı olabilir ki?
Evet, savaşın anlamsızlığı üzerinde bu kadar konuştuktan sonra biraz da cepheye bakalım. Savaş meydanlarına, bu meydanlardaki insanlara ve o insanların ailelerine bakalım.
İki tarafın tek bir adı var cephede, düşman… Düşmanların birbirlerine top, tüfek ve füze gibi unsurlarla saldırması ile devam eden süreçte kaybeden ve kazanan diye iki çıktı oluşuyor. Daha fazla ilerleyen, daha fazla öldüren, daha az insanını kaybeden kazanmış olurken diğer taraf kaybeden olmuş oluyor. Cephede insan psikolojisinin normal seyrinde olması mümkün değildir. Kutsal değerleri için canlarını seve seve vermekte olan insanlar için bile olsa hiçbir şey normal değildir cephede. Ya en diptedir duygu ve düşünceler ya batmıştır insan kuyuların en dibine.
Sonra sorarım ki cepheden evine dönemeyen bir kişinin ailesinin hâli nicedir? Savaşı çıkaranların aile kavramı ile ilgili düşünce ve duygularını hep merak etmişimdir. Aile ise toplum için en önemli alt yapı ve en önemli temel taşıdır. Bu temeli göz ardı eden anlayışın akıl, vicdan ve mantığı sorgulanmalıdır. Cepheye asker adı altında binlerce insanı süren zihniyetler şunu asla akıllarından ve kalplerinden çıkarmamalıdır ki o cepheye sadece emir altındaki askerleri değil, binlerce, milyonlarca aileyi, kadını, çocuğu, o ailelerin birlikte yaşadıkları acı tatlı anıları ve yine yaşayabilecekleri nice gelecekleri de sürmektedirler. Cepheye ne gönderdiğinizin ne kadar farkındasınız sayın liderler?
Nişanlısı var, evlisi var, çocuklusu, anne ve babasına bakanı, engelli yakınına bakanı, hayalleri olanı, sanatçısı, sporcusu, belki ülkenin güzel geleceğini inşâ edece nice pırlanta zihin var ve sırf kendi çok bilmişlikleri yüzünden bunca insanı duygusuzca yok etmeye süren kişiler bunun ağırlığını taşıyabilecek kadar güçlüler. Diğer çözüm yollarını rahatlıkla eleyebiliyor, korkmadan bunun sorumluluğunu alabiliyorlar ve hatta gece olunca kuş tüyü yastıklarına başlarını koyup rahat bir uyku çekebiliyorlar. Demek ki karar vericiler genelde sanatçı, şair, yazar, sporcu, yani herhangi bir alanda özel yetenek ve uğraşa sahip olmayan, millî ve manevî değerlerden yoksun insanlardan seçiliyor. İstisnai birkaç lider oluyor tabii aralarda. Sonuçta millî ve manevî değerlere, kutsal olan ülke toprağına göz diken düşmana karşı da güçlü bir lidere ve güçlü kararlara ve çözüm yolları kapandığında en son çare olarak savaşa gerek kalabiliyor. Öyle anlarda herkes kutsal olan için her şeyinden vazgeçebiliyor.
Savaş için, cephe için, savunma için oluşturulmuş bir sanayi ve ticaret sektörü var. Tıp alanında bazı kesimlerin tamamen sağlıklı bir insanlık istememesi gibi insanlığı huzur içinde görmek istemeyen sektörler de elbette olacaktı. Lakin insanoğlu yine yaptı yapacağını ve gerçekten çok abarttı. Silah olarak ok, yay, tüfek, tank, top, uçaklar, savaş gemileri hani neyse de neredeyse tüm insanlığı yok edecek sistemleri inşâ etmeye uğraşmak da neyin nesi!? Bu gezegenden başka gezegen ve bu insanlıktan başka uzayda topluluklar var da dünyayı yok edip oraya mı göç edecekler? Bu ne hırs, bu ne kin, bu neyin amacı ve sebebi? Kimse konuşmayacak mı bu konuda?
İnsanın insana karşı verdiği savaşın arkasında birçok sebep olabilir ama bence gerçekte kimse ne olduğunun farkında değil. Öylece içindeki programa göre otomatik hareket ediyor insan ve topluluklar. Yoksa bir yerde aklını başına almaz mıydı insanlık!? Bu kadar mantıksız, anlamsız ve saçma bir şeye dur demez miydi!?
Yazmak ile bitmeyecek konular bunlar sonuçta ama işimiz dualara kaldı. Rabbim insanlığı en kısa zamanda kendine getirir inşallah…