
AZGIN
bir nehir gibi akıyor kelimeler. Gönlümü kırıp parçalıyor. Değdiği yerden
devasa kayaları kopartıp misket gibi yuvarlıyor. Biriktirdikleriyle acıta acıta
göz pınarlarımdan taşıyor. Bazen bir harf asılı kalıyor havada. Sessizce bir “S” meselâ… Saatlerce, bazen günlerce
bekliyor. Sallanıyor bir melodinin ortasında, bitmemiş bir şarkının yazılmamış
notası gibi... Harften kelimeye eviriliyor zamanla. “Sessizlik”… Sözler, söylenen veya söylen(e)meyen binlercesi akıyor
ömürlerden aşağıya, yukarıya, sağa sola. Yıkılıyor duvarlar, kanatıyor sabrı,
yürekleri sağır eden uğultusuyla korkutuyor yanından gelip geçenleri. Ruhumun
en kılcal derinlerinde duman duman büyük bir kalabalık… Sis ya da bulut ya da
deniz ya da bütün evren gibi...
Kelimeler doldurmuyor hiçbir anlamı, olmuşu, olacakları.
Anlam sığmıyor harflere, hecelere. “Zaman”
meselâ... Görünmez iplerle asılı keskin bir kılıç misâli sallanıyor üstümde. “Kaç,
kurtar kendini!” diyor, “Aklını tut avuçlarının ortasında”. “Mukayyet ol!”
diyor “Diline, gözüne, özellikle de aklına… Oku, düşün ve yaz! Kılıcın gölgesi
sallanırken günün güneşinde ya da rüyalarda tik tak tik tak, tasavvuru mümkün
olmayan uzakların en yakınında, korku ve ümit arasında dur, bekle! Ya da
bekleme, koş!”…
Muazzam güzelliğinden herhâlde yaprağında yuva yapmış
orkidenin. Belli belirsiz, oracıkta… Pembelere
bulanmış. “Huzur”… Anlamı çok büyük, öylesine
mühim, tanımı zor! Tarifi neredeyse imkânsız! Konduğu daldan gülücük fırlatıyor
etrafa. “Buradayım” diyor, sesini soluğunu bırakıyor odaya. Deniz kokusu gibi ya
da bir hanımeli... Duvardaki resimde, koltuğun ucunda, lâmbanın ışığını tutan tüm
köşelerinde asılı duruyor hece hece, harf harf anlamlar, değerler… Durduğu
yerden düşse sanki kırılacak. Bulması zor, kaybetmesi ise kolay(!)…
Bir ara gökyüzünü arıyor gözlerim. Bulutların arasında az da
olsa mavi gök görünmekte. İşte orada perdenin kıyısına gömülmüş bir kelime
daha: “Savaş”… Pencereyi açsam sanki uçup
gidecek gibi emanet duruyor. Aslında içeride ama dışa meyilli… Ya da tam tersi…
Dünyanın öbür ucunda yaşanmakta olan, haberlerini duyduğum bombalar şuracıkta
patlıyor sanki. Her patlama içimde, yanımda, komşuda, burada... Nefessiz
kalınan, tozun dumanın harman olduğu, iniltilerin duyulduğu, yoklukların ve yok
oluşların yaşandığı yer… Gerçek mi, yoksa hayâl mi?
Varlıklarıyla sevindiğim de oluyor, unutup her seferinde
kafamı gözümü çarptığım da. Geçmişi belirsizleştiren, geleceği çok uzaklara
fırlatan, benden beni fark ettirmeden alıp sonrasında (âdeta) yerine koymayı
unutan kelimeler… Ah o kelimeler!
Sarıldığım battaniyenin arasından çıkarttığım ellerim üşümüş
yine. Klavyedeki harfler sanki sürekli yer değiştiriyorlar. Kıpır kıpır her
biri, âdeta önümde dans ediyorlar. Bazen üzerime atlıyor, masanın üstünde koşuyor,
bazen de soğumuş çayıma düşüyorlar.
Ve ben yine sonsuz duygularla harfler ve kelimeler arasında
dolanmaya, anlama, mânâya yol arıyorum. İşte son bir kelime: “Kısmet”…