Anlamın gücü

Artık alçakgönüllü insana hasret kaldık. Muhabbet ile olan bağımızsa kendini tamamen şahsî çıkarlara bıraktı. Kendi ürettiğini, kendi eşyasını, kendi kurduğu düzenden başkasını gözü görmeyen insan, bu durumu gün geçtikçe genelleştirerek anlamsız bir hayatı yine kendi elleriyle var etmiş oldu.

“AĞIZLARIN tadını kaçıran ölümü sıkça hatırlayın” şeklindeki hadîs-i şerifi, belki de geçmişe, geleceğe ve yaşantımızın belirli bir duygusal ilerleyişine ve dünya lezzetlerine bir an olsun ara verdirmek için bir ölçü koyabilmemiz amacıyla söylemişti Efendimiz (sav), kim bilir…   

Ölümsüzlüğe dikkat kesildiğimiz ve bir o kadar da ölüme sağır olduğumuz modern zamanımız, bizi maneviyatsızlığın, hissiyatsızlığın ve hattâ bunalımın kollarına bıraktı. Olduğumuz yerde düşünüyor, biliyor ve anlıyor olmamıza rağmen, hâlâ olmayan ve yeri doldurulamayan bir boşluk var hayatlarımızda.   

“Ölümün yeter bir vaiz olduğunu unutmuş bir uygarlık” der Sezai Karakoç. Evet, bu zamanın dikkati bulanıktır. Hiç ölmeyecek gibi her an insanî değerleri ihlâl ediyor ve artık buna şaşırmıyoruz. Ölüme bakış açımızı kaybettiğimiz günden beri insan asıl yaşamı her geçen gün öteye itmekte ve bu da içi boş bir maneviyat edinmemize sebep olmaktadır.

İnsan ebedî olan değildir; en azından dünya hayatında bu böyledir. Yaratılış itibariyle insan, ölüm odaklı olmak durumunda; bunu bize unutturan modern yaşantı, hayatın hemen her sahnesinde her geçen gün bizlere “kendimize göre” bir maneviyat oluşturuyor.

Bugün insanlar, İslâm adına ortak bir din tanımında buluşmuyorlar. Bu çok önemli! “Her kişi kendine göre bir din tanımı oluşturuyor” ki bu, bizim toplumsal ortak vicdanımızın yok oluşu demek! Her kesimden insanın kendine uygunlaştırdığı ve yeni bir İslâmiyet algısı oluşturduğu günümüzde, dinimizin asıl gereklerini bazen yumuşatarak, bazen yerine başka şeyleri koyarak, bazen de tamamen yok sayarak yeni bir dinî görünüm sunmak, güzel dinimiz İslâmiyet’i ve içeriğindeki anlamları her geçen gün dejenere etmektedir.

Âdemoğlu et ile kemikten var olsa da onu insan yapan, ruhudur. Ruh ki, nasıl bedenin ihtiyaçları karşılanmadığında bazı fizyolojik hastalıklar meydana geliyorsa, o da yeterli maneviyatla donatılmadığında üzerinde bunalımlar ortaya çıkabiliyor.

Maneviyatımızı dolduracak olan anlamların yerine yeni ifadeler koymaksa bizi tamamen boşluğa sürükleyecektir. Modern çağımızın yeni insanına “huşû” anlamını huzura bağlayan ince nüansı ne ile nasıl açıklarsınız? Hele bunların insanda bıraktığı izleri ne ile somutlaştırıp gösterebilirsiniz?

Meselâ o kadar tarihe şahitlik etmiş olan ibadet yerlerimize bakışımız, şehrimize başka ülkeden gelen bir turistten farklı mı, değil mi? Bugün camilerin eski dönemlerde insanlara hayat sağlayan fonksiyonel tarafını yeni toplum ile nasıl buluşturabilirsiniz? İşte bunlar gibi birçok içi boşaltılan ilmî anlamlar, bize “toplumsal bunalım” olarak geri dönüş sağlıyor!

Denir ki, “Geçmiş dönemlerde camiler kentlerde sanki insanları koruma altına almış gibi şehrin ortasında bulunur ve insanı güven ve inanç ile sarmalar idi”. Allah var, şimdi de camiler en güzel yerlerinde şehirlerimizin, ama gündelik yaşantımızda hâlâ bizdeki yeri aynı değil maalesef. En ihtişamlı camilerimizde bile vakit ibadetlerinde tutulan saflar bir elin parmağını geçemiyor. Cami görevlileri içinde bile işini gönülden yapanı bulmak bir o kadar hazin! Beni en etkileyeni ise, Cuma ibadetini yerine getirmeyen Müslüman erkeklerin Cuma vakitlerinde gayet rahat bir şekilde ortalıkta gezinmeleri. -Ama neyse ki medenîyiz, sorun yok oluveriyor.-

Ne güzel anlatır Sezai Karakoç caminin insandaki yerini: “Cami, bina olan tapınak değildi. O, âdeta tapınağın gövdesiydi. Caminin ruhu, inananlar toplumuydu. O ruh ki topluma da, devlete de, tek kişiye de, kültüre de, ahlâka da kaynaklık ediyordu.” Bu ve bunun gibi tespitler bizim nerede yanlış yaptığımızı sorgulamamızı ve hayatımızın aksayan yönlerini rehabilite etmemize önayak olabilecek ifadelerdir.

Cami ve bizim onunla olan muhabbetimiz, geçmişle günümüz arasındaki farkı kapatmaya yardımcı olacak bir anekdottur. Cami, bir ibadet yeri olmanın da ötesinde, insanın insan ve hattâ Yaratan ile kurduğu bağıdır. Cami, insanı hayata hazır hâle getiren, hayatta da maneviyatını yücelten ulvî bir yerdir. İnanç ve güvenle girdiğimiz, huşû ile dinlediğimiz ve dinlendiğimiz yerlerdir.

Ne var ki değişen insan, değiştiriyor da. Değişen zaman içinde camiler günlük hayatta bir kenara itildiler. İnsanlar ibadet yeri olan camiyi ihtişamlı estetik sanat eserleri olarak görüp onun yerine AVM’lere akın ettiler. Caminin yerini yeni tapınaklar aldı âdeta.

Mânâ âlemi derindir. Ama mânâsızlıktır kalbin sancısı. Her yaratılmışın elbette üstün bir anlamı var, ama her insan bunu aynı şekilde göremiyor. Çünkü bazen sadece gören göz yetmiyor, hisseden kalp ve aktaran bir dil istiyor. Bunu da sadece Allah dostları yapabiliyorlar. Âlim, çok özel bir mertebeye sahip kul bu yüzden; kulların seçilmişi ve âlemin kalbi…

Modern zamanımızın tüm hastalıklarının bir başka sebebi de geçmiş dönemlerde olduğu gibi bir Ahmed-i Yesevî, Yûnus Emre, İbrahim Ethem veya İbrahim Hakkı sahibi olamayışımızdır. Bunun da ötesinde, var olanların, dini sermaye olarak kullanan sahtekârlar olmalarıdır.

Zor zamanlardan geçiyoruz. Bilginin eskilere nazaran çok kolay elde edilmesi fakat uygulamada yetersiz kalış, tüm insanlıkta bazı değerleri ve anlamları yok ettirdi. İnsanlar hiçbir şeyde derine inmiyor, gördükleri ilk algıya inanabiliyor ve hayatlarına yerleştirebiliyorlar. İnsanî duygular günden güne -anlamını kaybetmenin de ötesinde- anlamlarını yitiriyorlar.

Her geçen gün bir yenisini daha kaybettiğimiz anlamlar, bazen de yerlerini başka şeylere bırakıyorlar. Kul hakkı, saygı, sevgi, din ve ahlâk, hattâ beşerî ve İlâhî aşk gibi daha birçok anlam, dillerde heba oluyor.

Artık alçakgönüllü insana hasret kaldık. Muhabbet ile olan bağımızsa kendini tamamen şahsî çıkarlara bıraktı. Kendi ürettiğini, kendi eşyasını, kendi kurduğu düzenden başkasını gözü görmeyen insan, bu durumu gün geçtikçe genelleştirerek anlamsız bir hayatı yine kendi elleriyle var etmiş oldu.

Her anlamın tersine döndüğü günümüz Türkiye’sinde Sezai Karakoç’un da beklediği Hazreti İbrahim’in, Hazreti Îsâ’nın ve Son Peygamber’in hakikat ışığının, bir diriliş meşalesi gibi insanlığın üzerini aydınlatması ümidiyle…