Anlamadığımızı anma anlamsızlığı

Anlamadığımızın yaşarken kıymetini bilmediğimiz gibi, anlamadığımızı anma gafletine düşmeyi maharetten sayışımıza bir çâre üretmezsek, bu vatan için canını dişine takmış müstesna isimleri ara sıra ananlardan olmanın vebâlini üstlenmekle kalmayıp, irtifa kaybetmişlerin güruhundan sayılacağız. Ki bu, o güruhtan daha feci bir tenzil, daha yüksek bir nankörlük ve riya olarak yazılacaktır isimlerimizin yanına.

“İYİ insanlar iyi atlara binip gittiler”… Kimi sürgüne, kimi ölüme… Hazin bir tecelli midir fikrî ve kalbî adanmışlıkla bu vatana ve evlâtlarına ömrünü, mesaisini acımadan seferber edenleri unutmamız? Yoksa kasıtlı bir ihmâl midir onların tüm emeklerini unutkanlığımıza fedâ edişimiz?

Sadece doğum yahut ölüm yıldönümlerinde, “Âdet yerini bulsun” der gibi birkaç kutlama töreniyle geçiştirdiğimiz isimlerin üzerimizdeki haklarını hesaplar mıyız?

Gökyüzünün mavisine çok yakışan ay yıldızlı al bayrağımızın, İstiklâl Marşı’mızın, minarelerden okunan ezanlarımızın, alan değil veren el olan vatanımızın hürriyetinde payı olanları biz ne kadar, ne zaman ve nasıl anarız?

Bu zaafımızın siyâsî ve kültürel etkileri olmakla birlikte, münferit bir zafiyetimiz var ki bu, anlamadığımızı anmanın bir anlam ifade etmeyeceğidir!

Evet, kaç mümtaz şahsiyeti yaşarken ağırlayamadığımız gibi, ölümlerinden sonra da anlamak ve anladığımız için anmak gerektiği konusunda gayretsiz kalışımız yalan değil. Kurtuluş Savaşı’nın dehşete düşüren tablosunu yaşamadığımız için mi İstiklâl Marşı’mızın bize neler söylediğini idrak ile dinleyemiyoruz? Çanakkale Savaşı’nda bizlere hür bir vatan bırakmak için ölüme koşar adım giden gencecik delikanlılarımız, kendi çocuklarımız olmadığı için mi bu pervasızlığımız?

Son yüzyılda, vatanındaki tüm dertleri kendine dert eylemiş, ülkesini insanıyla, tarihî mîrasıyla sahiplenmiş, köyden kente kalbî köprüler kurmuş kaç insanı fütursuzca üzüyorlar, yoka sayıyorlar, onlara kara çalıyorlar? İstiklâl Mahkemeleri’yle başlayan bu pervasızlık, şimdi teknolojinin eseri sosyal medya da devam ederken, hangi ruhsatlara dayanarak kendilerini savunabiliyorlar? İdam sehpalarının kurulduğu tarihi ve fener alaylarıyla kutlandığı zamanları hatırladığımızda, yüzümüze kan sıçrıyor mu, ateş basıyor mu yüzlerimiz?  

Karne ile ekmek dağıtılan günlerden bizleri çöp konteynerlerine poşet poşet ekmek atacak seviyeye getirenleri, güzel insanları algı çalışmalarıyla zehirleme cüretini gösterenleri, tüm mânevî değerlerimizin üzerinde tepinenleri, huşû ile değil fitne ile semâ (!) edenleri ne yapsak da anlasak?

Biliyorum, bu sorular pek çoğumuzun zihninde dolaşıyor. Ve biliyorum ki cevapları, pek aşikâr bu soruları duyarlılıkla soranların zihninde.

Hiç sormazlar mı? Geçtim mâziye dair soru sormalarını, yeni soru(n)ları üretirken vicdanları sızlamaz mı? İşte bu soruların gölgelerini zihnimize ve kalbimize düşürürken bir büyük boşluğu kucaklıyor hâfızam. Kış mevsiminin 20 Aralık 1873 günü doğup, aynı ayın 27’sinde, takvimlerin 1936’yı işâret ettiği senede, 63 yaşında vefat eden Millî Şairimiz Mehmed Âkif Ersoy’un rûhuna Fâtihalar süzülüyor dilimden. Bir yanım mutmain, öte yanım itiraz kesilmiş olduğu hâlde…

İstiklâl Şairimiz Mehmed Âkif Ersoy’un, 1936’da bayraksız, erkânsız son yolculuğuna uğurlandığını hatırladıkça, anlamsızlıktan mülhem bir karadeliğe çekilir gibi oluyorum. Birkaç üniversite öğrencisinin gayretiyle kaldırıldığını, bir lokantada asılı bayrağın emaneten alınıp tabutuna serildiğini düşündükçe hayret mâkâmından düşüyorum. Bu vatana ömrünü adamış, sesiyle ve nefesiyle Türk milletinin cesareti olmuş bu güzel insan ne yapmıştır da böyle sahipsiz uğurlanmıştır son istirahatgâhına? (Rûhu şâd olsun!)

Evet, ne yapmış?! Ülkesinin ıstıraplarını dizelerinde destanlaştırmış. Anadolu’yu karış karış dolaşarak milleti atâletten, bıkkınlıktan Millî Mücadele’ye davet etmiş. Verdiği vaazlar, cephelerde moral olsun diye yazıyla çoğaltılıp dağıtılmış. İstiklâl Marşı’nı yazmış, ödülü almamış. Ve her daim vatanının derdiyle inim inim inlemiş. “Teselliden nasibim yok, hazan ağlar baharımda/ Çünkü bir hânümânsız serseriyim öz diyarımda” demiş, kederi yine dinmemiş…


Mehmed Âkif, Kurtuluş Savaşı esnasında Atatürk’ün isteğiyle Birinci Meclis’e mebus olarak girmiş, Ankara’ya davet edilmiş. Ancak 1923’te Cumhuriyet’in ilânıyla, onu davet edenlerin işi bitmiş. Artık ipler ellerindeymiş! Ne halkın morale, ne savaşacak askere, ne de bölüşecek toprağa ihtiyaç varmış. Alan almış, paylaşan paylaşmış, yerleşen yerleşmiş ve Âkif’in emeği, zahmeti, iniltileri, birkaç “kara çalmayla” örtbas edilmiş!

Kırılmış. Ve suskun bir incinmişlikle, “Canı, canânı, bütün varımı alsın da Hüda/ Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda” diyen Âkif, 1925’te sürgüne gönüllü olmuş…

Acaba neden zaferin şanını, Cumhuriyet’in sefasını sadece iki yıl yaşayabilmiş?

Hiç yabancısı değiliz değil mi bu yöntemin? Çünkü hikâye tâ orada başlamış! O gün bugündür, bu ülke için canını, ömrünü vakfedenlerin kadri kıymeti bilinmek şöyle dursun, ayağı kaydırılmak, asılmak, harcanmak, karalanmak için hep bir yol, hep bir kulp bulmaya teşne olunmuş…

Anlamadığımızın yaşarken kıymetini bilmediğimiz gibi, anlamadığımızı anma gafletine düşmeyi maharetten sayışımıza bir çâre üretmezsek, bu vatan için canını dişine takmış müstesna isimleri ara sıra ananlardan olmanın vebâlini üstlenmekle kalmayıp, irtifa kaybetmişlerin güruhundan sayılacağız. Ki bu, o güruhtan daha feci bir tenzil, daha yüksek bir nankörlük ve riya olarak yazılacaktır isimlerimizin yanına.

Bu utanca yaklaşmamak için, kahramanca bu vatanın derdine düşen güzel insanları yaşarken kıymet bilip, kıymetini bildiklerimizin ardında duranlardan olmak nasibimiz olsun inşallah!