Anlam kayması

Bir söz ağızdan çıktığında bir kulağa ilk anlamıyla dolar. Duyan insan, sesteki ihaneti, alayı, samimiyeti, tehdidi, sıcaklığı, sevgiyi, fedakârlığı ya da intikamı hisseder; hem de bütün ruhuyla.

“SEN ne söylersen söyle, söylediğin karşındakinin anladığı kadardır.”

Kim bilir hangi tefekkür imbiğinden süzüp söylemiş Mevlâna bu sözü. Ne demek istediğini öyle sufice anlatmış ki asırlar eskitememiş söylediğini. Ona rahmet dilerken incecik bir söz söylemek geldi içimden. Dosdoğru anlıyorum söylenen sözü. Ama şimdileri, ilk anlaşılması gerekenden başka anlamlar yüklenerek söylenir oldu sözler.

Bir kelimenin içten içe kemirilip çürümesi ve gönlümde yıkılıp yerle bir olması acı geliyor bana. “İnşallah”, kelime değil, devasa bir cümledir aslında. İzin veren O, dileyen O, yaşatan O… “Yarın için yapacağınız bir şey için ‘İnşallah’ deyin!” emrini veren de O. “İnşallah yarın geleceğim” demek, “Bütün kararlılığımla sözümün arkasındayım ama olur ya, kul olarak gücüm yetmez, Allah’tan izin ve ruhsat alamam, bir engel gücümü aşar, işte o zaman gelemem” demektir. Ne hazin bir can çekişmenin ardından “İnşallah yarın geleceğim” cümlesi, “Yarın gelmeye hiç niyetim yok, sadece ayıp olmasın diye gelmek istemediğimi örterek ‘inşallah’ kelimesinin arkasında saklanıyorum” anlamında kullanılır oldu. Bu nasıl kaypaklık, bu nasıl böylesi muhteşem bir kelâmın canına kasıt?!

Gelmek istemiyorsa “İstemiyorum” der insan, böyle bir niyet bozukluğunun üzerini kapatmak da neyin nesi? Gönlünü ekşiterek eğreti bir tebessümle ağzına bal çalar gibi “İnşallah” deyip birinin gözlerinin içine bakarak onu kandırmak, iman dolu bir kalbin eseri olamaz. Çünkü bir koltuğa iki karpuz sığmaz. Öyle heybetli bir dağ gibi dururken, bu teslimiyet, tevekkül ve dua cümlesinin her bir harfine mayın döşemek, iyilik dolu bir gönlün meyvesi olamaz. “Ben, inşallah maşallah anlamam, Pazar günü evi boşaltın, yeni kiracı gelecek” diyen ev sahibinin repliğini hâlâ unutabilmiş değilim. Çünkü çok keskin, çok cüretkâr, asi ve öldürücü bir tat bıraktı ruhumda. Her ne olursa olsun, insan kendi hâddi içinde insan olabilir.

Bir söz ağızdan çıktığında bir kulağa ilk anlamıyla dolar. Duyan insan, sesteki ihaneti, alayı, samimiyeti, tehdidi, sıcaklığı, sevgiyi, fedakârlığı ya da intikamı hisseder; hem de bütün ruhuyla. Cümlenin ilk ve berrak hâli, ilk hissettirdiği ve anlaşıldığı hâliyken, duyan insan, anladığını yanlış aktarabilir, kırgınlığını gizleyebilir, hainliğe soğukkanlılıkla cevap verip intikam için zaman kazanabilir ya da sevgi hissettiğinde aynı coşku ve samimiyetin yansımasını gösterir. Şu an, dilin akıldan geçen gerçeği yansıtırken nasıl başka yere yöneldiğini örnekleme çabasındayım.

Dil “Nasılsın?” diyorken, akıl, “Bana ne senin nasıl olduğundan, ‘İyiyim’ de, konu kapansın, asıl söze geçelim!” demekle meşguldür. “Nasılsınız?” sözünü duyar duymaz sevinen kalp, dilde ve cümlede şu şekle bürünür: “Aslında düne kadar iyiydim ama başıma gelenleri bir bilsen...”

Ama usulen sorulmuş bir “Nasılsın?” sorusunun arkasından bir dert anlatma faslının geleceğini kestiremeyince, konu değiştirme yoluna çoktan girmiştir dil. Asıl mevzuya girmenin çabasıyla yeni konum ve yollar aramaktadır ama bir yandan da mimiklerden güzel bir sığınak hazırlayıp çok iyi gizlenmek için saniyeler içinde manevralar yapmak zorundadır. Bir gülümseme bin kötü niyeti kapatır, ruhun kirini pasını göstermez. Atalar bunu çözmüş ve atasözü mirası olarak bırakmışlar zaten: “Her yüze güleni dost sanma.”

Bu atasözü kadar ağırını duymamıştım hayatımda. Bana bakıp gülümseyerek konuşanları tek tek sorgulamıştım küçükken. “Bu da mı gerçek gülüş değildir? Olamaz! Bu kadarı olamaz!” diyerek yıllarım geçti. Hâlâ yüzüme gülene hemen ve bütün yüreğimle inanma isteğimden bir şey kaybetmedim. “İçinizde gizlediklerinizi de, açığa vurduklarınızı da bilirim” diyen Allah, yarattığı kulunu elbette en iyi şekilde tanımlamış.

İki sevgili birbirlerine sevgi cümleleri kurarken aslında aynı dili konuşmadıklarını bir bilseler, anında koparlardı birbirlerinden. Biri “El âlem ‘Evlendi’ desin” diye tatlı gülücüklerle sevgilisini evliliğe yöneltirken, diğeri bir an evvel yemek ve temizlik yapacak birisi için sevgi sözcüklerini sıralar. Elbette kara kaşına, kara gözüne, güzel gönlüne aşkından yanıp kavrulan da aynı sözleri söyler. Biri menfaat, biri aşk dolu, ama kalıbına bakınca tıpkısının aynısı iki kelime: “Seni seviyorum.”

Çırağın, “Abla, ustam on beş dakika sonra gelir, buyurun, bekleyin, bir çay ikram edeyim” demesinden sonra tam on beş dakika geçer ve usta kapıdan girer. Bu ne muhteşem zamanlama ve söz kardeşliği. “Beş dakikaya oradayım” dedikten sonra bekleyeni defalarca saate baktırtan, “Ha geldi ha gelecek” derken sinirleri altüst eden, yarım saat geçtikten sonra da pişkince sırıtarak selâm verenin selâmında ne hayır olur ki? En kötüsü bu değil, biliyor musunuz? Olayın en kahredici kısmı, “Beş dakikaya oradayım” diye söz veren ağzın sahibinin yarım saatten fazla geç kalacağını ta en başından beri biliyor olması ve keyfince gezmesidir. Söz ağızdan nasıl çıkarsa öyle algılanır; “Beş dakika sonra” sözünü duyan kulak, beş dakikayı gerçek olarak anlar. Söyleyenin kafasındaki beş dakika yarım saat iken, dile dökülüşünde büyük depremler, heyelanlar yaşamıştır söz. Söyleyenin, kul hakkını sırtına yük olarak bindirmesi ne büyük çile!

Hazreti Mevlâna’nın cümlesini taç yaparak başıma, daldım bir deryaya ama kıyılarda geziniyorum. Dalgalar boyumu aşıyor. Keşke anlaşılan sözü kastetmiş olsaydık, ne çok yakışırdı. Haydi arada bazıları pirincin içindeki beyaz taş olup dişimizi kırsın, bir kaşığın yarısı taşsa, pilavdan söz etmek mümkün mü? Herkes mi “Beş dakika sonra” deyip yarım saat, bir saat sonra gelir? Demek ki zamanlama cümleleri de harabeye dönmüş. Olsun, daha kıyamet kopmadı ve vakit var. Vaadinden Dönmeyenin yeryüzünde halifesiysek ve O bizi şeytana karşı övdüyse, anlı şanlı kulluğumuzu göstermek zamanı şimdi!

Cümle özümüzde hangi şekli aldıysa, sözümüzde de o kalıbın aynısı olmalı. Sözünün arkasında olmalı insan, eri olmalı, sözü senet yerine geçmeli. Söz vermek borçlanmak; velhasıl, ödemek en güzeli!