YÜRÜSEM… Yapayalnız, boş sokaklarda yürüsem… “Tak tak ayak
seslerimi aç köpekler işitse”, ama ben korkmasam… Tek başıma dimdik yürüsem… Şairin
dizeleri dilimde; yüküm sadece kitaplarım olsa, ben yürüsem… Sessiz önyargılar,
iğneleyici bakışlar peşimi bıraksa, ben sadece yürüsem…
Koparsam prangaları, atsam boyundurukları, ben özgürce
yürüsem… Beni bana bıraksan, yoluma taş değil de gönlüme yoldaş olsan ve beraber
yürüsek…
Atalarımızın dediği gibi, “insanlar konuşa konuşa,
hayvanlar koklaşa koklaşa anlaşır”. Öyleyse biz insanlar bu konuda ne kadar
becerikliyiz? Gerçekten de konuşarak anlaşma yetisine sahip miyiz? Kelimelerin
havada uçuştuğu, hiçbirinin hedefe ulaşmadığı, havada çarpışıp infilak ettiği
sohbetlerimizden bahsediyorum… Netîceye ulaşmayan, kelime israfından başka bir
işe yaramayan sohbetlere ne demeli?
Asla birbirinden vazgeçemeyen, aynı zamanda birbirine
tahammülü olmayan insanlar için her şey saygı çerçevesi içerisinde oluverse,
birbirimize olan tahammül sınırlarımızı genişletebilsek, karşı tarafın
cümlelerini ağırlasak belleğimizde, biraz gülümseme ve empatiyi çok görmesek
muhatabımıza, daha güzel olmaz mı?
Kaybediyoruz; tüm değerlerimiz, tüm insanî
vasıflarımız gibi iletişim vasfımızı da kaybediyoruz. Binbir türlü sosyal medya
plâtformu, Facebook, Instagram, Twitter,
TikTok, o veya bu mevcût. İletişim için bu kadar araç ve kanal varken kaybolduk
aralarında. Sessiz çığlıklar birikti sanal ortamlarda. Vardın; baktım ama
görmedim, hissetmedim; mutlu muydun, umutlu muydun, sahi var mıydı bir derdin,
sıkıntın? Anlamadım, anlama ihtiyacı bile hissetmedim. Baktım ve beğendim;
öylesine, yalandan, hatırın kalmasın diye… Yahut hesap sormalarından çekindim
belki de: “Neden beğenmedin?”
Sonra bu hastalık gerçek sohbet ortamlarına sirayet
etti. Oradaydık ama tektik. Birbirimizi anlamaktan yoksun, yalan sohbetler
sardı etrafımızı. Sanal ortamda “like” için kalkan parmakları gerçek ortamlarda
birbirimize salladık. Tehditvâri bakışlarımıza hapsettik, sınırlar çizdik birbirimize.
Bu koskoca dünyayı birbirimize dar ettik, sığamadık. Oysa kocaman,
koskocamandı. Biraz empati, biraz saygı ve biraz tahammüldü formülü. Beceremedik.
Hâlbuki senin içinde biraz ben, benim içimdeyse biraz
sen varsın. Hu hu, üst katımdaki Ayşe teyze, yan komşum Müjgan abla! Çeksen
şu üzerimden baskı kuran bakışlarını, sınırlar çizen parmaklarını, daha güzel
olmaz mı yaşamak? Saçımın fönüne, eşarbımın rengine ve ütüsüne takılmasan
artık! Yargılamasan beni, özgür bıraksan adımlarımı ve adımlarını. Belki bir
ortak noktada buluşacak, çok mutlu olacağız...
Peki, dönüp içimize baktığımız zaman bizi karşılayan
kişi kim? Kulluğumuz, dostluğumuz, arkadaşlığımız… Yoksa koca egomuzla mı
karşılaşacağız? Senelerdir pohpohlayıp büyüttüğümüz egomuz, hani şu insanlara
olan tahammülümüzü azaltan, bizden olan, bizim olan ama pek kolay
tanışamadığımız, sevgiyi çok gören, bizi yalnızlığa iten, ayağımıza çelme takan
egomuz… Artık bir iğne mi batırsak bu balona, yer mi açsak insanî değerlere? “Hop!
Temas yok!” hastalığından kurtulsak mı artık?
Karşı tarafı olduğu gibi kabul etsek iyisi kötüsü, artısı eksisi ile… Tıpkı kendimizde olduğu gibi. Egomuzdan çok yüreğimizi genişletsek… Farklılıklarımızı renk renk, motif motif yerleştirsek kalbimize… Güzelleşse dünyamız, renklense hayatımız. Bambaşka pencereler açılsa ufkumuzda, ne güzel olurdu! Ve belki o zaman seni daha iyi anlardım. Ve sen de beni…