DOĞAL afet, adı
üzerinde, doğaldır.
Deprem,
yangın, fırtına, çığ, volkan patlaması, heyelan ve sel gibi birçok durum doğal
afetten sayılır.
Doğal
afetin şiddeti karşısında yapılacak bir şey yoktur. Gerçekleştiği anda
gösterilecek tek tepki, dinmesini beklemektir.
İçlerinden
sadece yangın, bitişi beklenmeyecek bir durum sayılabilir. Ancak onun dahi
bitişi diğer doğal etkenlere dayalıdır. Örneğin rüzgâr ve yangının başladığı
alanın genişliği, yangının devam etmesinde veya dindirilmesinde önemli
faktörlerdir.
Her
doğal afet için tedbir alınabilir. Alınmalıdır. Ancak sel konusunda küresel bir
yanlışlar silsilesi söz konusu.
Hava
tahminlerine göre tedbir alabilir, kar ve yağmur konusunda gerekli önlemleri
yerine getirebilirsiniz. Yahut tam tersini yapar, bir önlem almazsınız. Nitekim
İstanbul’un iki gün kara teslim olduğu süreçte Büyükşehir Belediyesi’nin hiçbir
aksiyon geliştirmemesi, eski Başkanlardan merhum Kadir Topbaş’ınsa bir kriz
masası oluşturarak İstanbul’a teyakkuza geçirmesi iki güzel örnektir bu konuya.
Depreme,
yangına, volkana, heyelana özel tedbirler vardır ve genellikle hem kurumsal
anlamda şehir müesseseleri ve şirketler, hem de ferdî plânda insanlar bu tip
doğal afetlere karşı tedbirli davranırlar. Ancak her nedense sel, tedbirin
düşünülmediği enteresan bir afettir.
Bütün
kutsal kitaplarda, Mısır’dan Babil’e bütün tarihî anlatılarda yer alan Büyük
Tufan sel ile gerçekleşmiş olmasına rağmen, nedense bu afet hafife alınır.
Dilimizde
“Sudan ucuz” diye bir deyim var. Herhangi bir şeyin alım gücü açısından büyük
bir bedeli gerektirmediğini anlatmak açısından kullanılır bu deyim. Çünkü bu
deyime göre su, bedavadır.
Belediyeler,
fatura ettikleri su hizmeti hakkında su için ücret almazlar; su faturası, suyun
taşınması ve servis edilmesi, bunun yanında atık suyun geri alınarak müsait
alanlara kanalize edilmesini ücrete bağlarlar.
Belediyeler
yaptıkları kanalizasyon çalışmaları, geri dönüşüm tesisleri, mazgallar ve diğer
altyapı hizmetleriyle “su” teması üzerinden çok iş yaparlar. Hatta başlığı
“temiz su” olan vaatlerde bulunur belediye başkan adayları. Ancak belediye başkanı
olduktan sonraki ilk icraat, su yolu olan alanları imara açmak olur. Bunu
gerçekleştirirken gösterdikleri gerekçe, imara açılan alanda arazisi
bulunanların mağduriyetinin giderilmesidir.
Ve
devran döner, zaman akar, sel gelir.
Seli
gören, “Nerede bu devlet?” alışkınlığıyla “mağduriyetini” seslendirir.
Ankara’yı
da sel vurdu. Türkiye’nin başkentini…
Büyükşehir
Belediye Başkanı Mansur Yavaş, elinde çayıyla, İçişleri Bakanı Süleyman
Soylu’nun ıslak pantolonunun altına çektiği yağmur botlarına karşı poz verdi.
Hâlbuki
Beypazarı’nı hiç sel vurmamıştı, nereden çıkmıştı bu böyle? Yoksa onun için de
“Beypazarı’nı yöneten Türkiye’yi yönetir; Beypazarı’nı kazanan Türkiye’yi
kazanır” mıydı? Onun yerinde kim olursa olsun, bu sel karşısında aynı şeyi mi
yaşardı? Selin vurduğu yerleri imara açan kendisi değildi ya, acep bu konu için
kendisi neye merhem olmuştu?
Türkiye’nin
başkenti yahu!
Üst
geçitlerin üzerlerine “Kanserojen su borularını değiştiriyoruz” yazmak kolay.
Ancak bu nasıl bir iftira?! Toprağın altında bulunan ve suya muhatap olan her
şey deforme olmaya mahkûmken, 30 yıllık ortalama ömre sahip altyapı borularıyla
insanlara zehir taşınmış gibi bir algı oluşturmak insanlık dışı!
Peki,
bu iftira dışında ne yaptın? “Otobüs aldık, asfalt döşedik” diyenin bir kasaba
belediyesinden farkı yoktur. Burası Türkiye’nin başkenti!
İmara
açılmış olan su yollarına bir tedbir alındı mı? Mazgallar temizlendi mi, genişletildi
mi, yenileri eklendi mi?
Yapmazsanız,
rakibi olmaya çalıştığınız mevcut Cumhurbaşkanı’nın bir bakanı gelir,
elinizdeki çayı içirmez! Siyaset bu kadar basit, yönetmek bu kolay bir iş
değil.