Ânı yaşamak

Ayakucundan bakınca biz insanlara uzun gibi gelen yetmiş yıllık ömür anlardan oluşur; eğer bu anlar hissedilerek yaşanmazsa, sonunda insana sorarlar “Hayattan ne anladın?” diye. Bu soruya o adamın vereceği cevap, “İki kapılı bir han” şeklinde olur. “Bir an önce ön kapıdan girdim, bir an sonra arka kapıdan çıkıyorum…”

DÜNYA milletlerinin ortak deneyimlerinden biri, “ânı yaşamak” şeklinde. Ancak Latince olarak “carpe diem” tamlamasıyla dillendiriliyor bu deyim. “Carpe diem”, aynı zamanda felsefî bir terim olup, tüm filozofların insanlığa tavsiye ettiği bir hayat felsefesi gibidir.

Hayat denen dar zamanda, sonsuzluğun künhüne ermek durumunda olan insanın her ânı dolu dolu yaşaması Doğu felsefesinin de temel düsturlardan biridir. Her ânı, o an içinde ve o an uzunluğunda yaşamış olmak, “mutlu insan/mutlu ömür” için şarttır.

Bilindiği gibi zaman, üç ana sektörden müteşekkil bir ordudur: Tam ortada “şimdi” vardır, “şimdi”nin öncesi “geçmiş/mazi”, sonrası da “gelecek/ati” olarak isimlendirilir. Şimdi yaşanıyordur, geçmiş yaşanmıştır, gelecek ise yaşanacaktır. Kişi için yaşanmış geçmişin tekrarının imkânı, geleceğinse yaşanma garantisi yoktur. Geçmiş, acı tatlı anılarıyla kapanmıştır. Gelecek dosyası belki hiç açılmayacaktır. Fakat elde olan bir cevher vardır ki, o da “şimdi”dir. Öyleyse “şimdi” öyle bir yaşanmalıdır ki hacmince, dolu dolu ve aslına uygun…

“Anakronizm” diye bir kavramdan söz eder felsefe sözlükleri. Anakronizmin karşılığı, “zaman şaşması”dır. Yani kişinin ânı yaşamaması, geçmişte bir yere takılıp kalmasıdır. Anakronizm bir israftır. Zaman ve duygu israfı… Geçmişte yaşanan olumsuzluklara, kötü anılara çivilenip kalmak, kişinin şimdiyi yaşayamamasının yanında geleceğini de korkularıyla karartmaktadır. Oysa insan ne geçmişi değiştirebilir, ne de gelecek hakkında isabetli kurgular yapabilir. Tasarruf hakkı şimdiye aittir. İnsan isterse yaşadığı ânı cennete çevirebilir; tabiî cehenneme de… Her ikisi de kendi elinde sayılır.

Evlilik, ânı yaşamanın en uygun ortamı olduğu gibi, cennete çevirmenin en kolay olduğu zaman kesitidir de. Zira sevdiği ve sevdikleri kişinin yanındadır.

Üç kişilik yatak

Sevimli bilge dedemiz Nasrettin Hoca, ilk eşini kaybedince yalnızlığın acısını yüreğinde duya duya daha fazla yaşayamamış ve tekrar evlenmiş. Ancak Hoca’nın ikinci hanımı da kendisi gibi dul bir kadınmış. Anlaşılan o ki, kadıncağız ölen eşini de çok seviyormuş, bu nedenle “rahmetli” hâlâ kadının aklındaymış. Hatta aklında değil, dilindeymiş; olur olmaz zamanlarda hatırlıyor ve “rahmetlinin” üstün özelliklerini sayıp döküyor, “Bizim rahmetli olsa şöyle yapardı, böyle yapardı” deyip duruyormuş.

Bir gece, karı koca yataktalarken, kadın yine açmış ağzını ve “rahmetlinin” “olağanüstü hâllerini sıralamaya başlamış. Hoca içinden “La havle!” çekmiş, fakat kadının susacağı yokmuş. Sonunda Hoca dayanamamış ve yataktan yuvarlanmış, sert bir şekilde yere düşmüş. Ağrıyan yanının acısıyla acı içinde kıvranmaya başlamış. Şaşkınlık içinde kalan kadın merakla yerinden fırlamış, Hoca’nın yanına koşmuş, “Ne oldu efendi böyle birdenbire?” diye sormuş.

Bu arada Hoca, belini tuta tuta inlemeye devam ediyormuş. İniltisinin arasında, “Ne olacak hanım?” diye karşılık vermiş, “Küçücük bir yatağa üç kişi sığamadık, yere yuvarlandım gördüğün gibi”.

Kadın anlamamış Hoca’nın sözündeki inceliği, “Ne üç kişisi bey?” diye sormuş, “İki kişi değil miyiz biz?”.

Hoca doğrulmuş, “Yok!” demiş, “Sen, ben, bir de sizin rahmetli… Üç etmez mi? Hâliyle iki kişilik yatak, üç kişiyi kaldırmadı. Diyorum ki, artık sussan da senin rahmetli aramıza girmese, olmaz mı?”.

İkilik sayma sistemi ve iki zaman

Aslına bakılırsa ne dün vardır, ne de yarın; var olan sadece şimdidir. Bilgisayar oyunlarının mantığı da an üzerine kuruludur. Oyun enine uzununa genişleyen bir sanal dünyanın içinde geçer gibi görünse de var olan görüntü sadece o âna aittir. Anın dışındaki her şey şifredir ve rakamlarla ifade edilir, hard disk içinde görüntü yoktur. Sinema filmlerinde ise her ânın fotoğrafı kayıtlıdır, ancak ölüdür. Geçmiş ve gelecek, kendi kareleri içerisinde donmuş bir formatta uykudadır.

“Şimdi” ise, bir ışık olup üzerinden geçtiği kareyi saniyenin yirmi dörtte biri kadarlık bir zaman içinde uyandırır. “24’te 1” oranında uyanan ve tekrar ölen karelerin üzerinde hareket eden ışık, sanal bir canlık oluşturur. Yani canlanma bir andır. Filmlerde gerçekten anlık yaşam vardır, öncesi ve sonrası ölümdür. Bilgisayar oyunlarındaki canlanma şöyledir: Şifrelerin birer anda ekrana gelip giderek ikilik sayma sisteminden onluk sayma sistemine girip çıkmaları soyut bir canlılık oluşturur. Mahiyeti ve tekniği daha karmaşık olsa bile, hayat da bu örneklerdeki gibi ânın yaşanması şeklinde kendini gösterir.

Ayakucundan bakınca biz insanlara uzun gibi gelen yetmiş yıllık ömür anlardan oluşur; eğer bu anlar hissedilerek yaşanmazsa, sonunda insana sorarlar “Hayattan ne anladın?” diye. Bu soruya o adamın vereceği cevap, “İki kapılı bir han” şeklinde olur. “Bir an önce ön kapıdan girdim, bir an sonra arka kapıdan çıkıyorum…”

İşte ânı yaşayamamış adamın portresi budur! Onun yaşantısında iki an vardır: Doğum ve ölüm…

Yerli yerince

Hanları hamamları olan şimdiki zaman insanlarından biri, bir bilgeye sormuş: “Hayatınızdan aldığınız mütevazı felsefeniz size ne kazandırdı?” Bilge, mutlu bir eda ile kafasını sallamış, “Acıktığım zaman yiyor, uykum geldiği zaman yatıyorum” diye cevap vermiş. Varlıklı ve şimdiki zaman âdemi olan kişi alaycı bir tavırla, “Hepsi bu mu?” diye sormuş, “Bunu herkes yapıyor”.

Bu kez tebessüm sırası bilgedeymiş. “Lakin arada büyük fark var” diye cevaplamış muhatabını, “Ben yemek yerken her lokmanın farkına varıyor ve tadını çıkarıyorum, ağzıma attığım her parçanın hakkını veriyor, zevkini alıyorum. Fakat başkaları… Mesela sen, çoğu zaman ne yediğinizin bile farkında olmuyorsunuz. Çünkü kafanız o anda değil, başka zamanda başka şeyler düşünmekle meşgûl oluyor. Yani ânın gerçeğinde değil, başka zamanın masalındasınız. Ben kafamı yastığa koyar koymaz uyuyorum. Ama siz uyumayı bile unutmuş bir biçimde yatıyor, ancak uyuyamıyorsunuz. Oysa uykunun da kendine göre bir tadı vardır. Aslı olan sofrada yemeği, yatakta uykuyu yaşamaktır. Mutluluk, her şeyi yerli yerinde yapmakta, yani ânı yaşamaktadır”.

Koruyucu melek

Adamın biri, bir gece garip bir rüya gördü. Rüyasında kumsalda koruyucu meleği ile yürürken, kendisine gökyüzü enindeki devasa bir ekranda hayatından kesitler gösteriliyordu. Adam, her bir sahnede, kumsalda iki ayrı ayak izini fark etti. Biri onun, diğeri koruyucu meleğinin... Ancak arada bir izlerden biri kayboluyor ve yerde tek iz kalıyordu. Adam, buna bir anlam veremedi. Hayatının son sahneleri gösterilirken, gözü yine kumdaki ayak izlerindeydi. Hay Allah! Şimdi de, kumsalda sadece tek bir ayak izi vardı. Biraz dikkat edince adam, izlerin tek kaldığı sahnelerin hayatının en kötü ve üzüntülü zamanları olduğunu fark etti. Farkına vardığı bu durum adamı pek rahatsız etti. İçinden; "Allah’ım! Hayatımın en sıkıntılı dönemlerinde sadece bir ayak izi görüyorum.” diye geçirdi. “Senin yardımına en fazla ihtiyaç duyduğum dönemde, beni neden yalnız bıraktın?" diye dert yanmaya başladı.

Bunun üzerine adam şu cevabı işitti: "Ey sevgili kulum! Seni asla yalnız bırakmadım. Gördüğün tek ayak izleri sana değil, koruyucu meleğine ait. Sen ne zaman kendi yükünü taşıyamaz hâle gelmişsen, koruyucu meleğin seni taşımaya başlıyordu!"