DÜNYA milletlerinin ortak deneyimlerinden biri, “ânı yaşamak”
şeklinde. Ancak Latince olarak “carpe diem” tamlamasıyla dillendiriliyor bu
deyim. “Carpe diem”, aynı zamanda felsefî bir terim olup, tüm filozofların
insanlığa tavsiye ettiği bir hayat felsefesi gibidir.
Hayat denen dar zamanda, sonsuzluğun künhüne ermek
durumunda olan insanın her ânı dolu dolu yaşaması Doğu felsefesinin de temel
düsturlardan biridir. Her ânı, o an içinde ve o an uzunluğunda yaşamış olmak,
“mutlu insan/mutlu ömür” için şarttır.
Bilindiği gibi zaman, üç ana sektörden müteşekkil bir
ordudur: Tam ortada “şimdi” vardır, “şimdi”nin öncesi “geçmiş/mazi”, sonrası da
“gelecek/ati” olarak isimlendirilir. Şimdi yaşanıyordur, geçmiş yaşanmıştır,
gelecek ise yaşanacaktır. Kişi için yaşanmış geçmişin tekrarının imkânı,
geleceğinse yaşanma garantisi yoktur. Geçmiş, acı tatlı anılarıyla kapanmıştır.
Gelecek dosyası belki hiç açılmayacaktır. Fakat elde olan bir cevher vardır ki,
o da “şimdi”dir. Öyleyse “şimdi” öyle bir yaşanmalıdır ki hacmince, dolu dolu
ve aslına uygun…
“Anakronizm” diye bir kavramdan söz eder felsefe
sözlükleri. Anakronizmin karşılığı, “zaman şaşması”dır. Yani kişinin ânı
yaşamaması, geçmişte bir yere takılıp kalmasıdır. Anakronizm bir israftır. Zaman
ve duygu israfı… Geçmişte yaşanan olumsuzluklara, kötü anılara çivilenip kalmak,
kişinin şimdiyi yaşayamamasının yanında geleceğini de korkularıyla
karartmaktadır. Oysa insan ne geçmişi değiştirebilir, ne de gelecek hakkında
isabetli kurgular yapabilir. Tasarruf hakkı şimdiye aittir. İnsan isterse
yaşadığı ânı cennete çevirebilir; tabiî cehenneme de… Her ikisi de kendi elinde
sayılır.
Evlilik, ânı yaşamanın en uygun ortamı olduğu gibi,
cennete çevirmenin en kolay olduğu zaman kesitidir de. Zira sevdiği ve
sevdikleri kişinin yanındadır.
Üç kişilik yatak
Sevimli bilge dedemiz Nasrettin Hoca, ilk eşini
kaybedince yalnızlığın acısını yüreğinde duya duya daha fazla yaşayamamış ve
tekrar evlenmiş. Ancak Hoca’nın ikinci hanımı da kendisi gibi dul bir kadınmış.
Anlaşılan o ki, kadıncağız ölen eşini de çok seviyormuş, bu nedenle “rahmetli”
hâlâ kadının aklındaymış. Hatta aklında değil, dilindeymiş; olur olmaz
zamanlarda hatırlıyor ve “rahmetlinin” üstün özelliklerini sayıp döküyor,
“Bizim rahmetli olsa şöyle yapardı, böyle yapardı” deyip duruyormuş.
Bir gece, karı koca yataktalarken, kadın yine açmış
ağzını ve “rahmetlinin” “olağanüstü hâllerini sıralamaya başlamış. Hoca içinden
“La havle!” çekmiş, fakat kadının susacağı yokmuş. Sonunda Hoca dayanamamış ve
yataktan yuvarlanmış, sert bir şekilde yere düşmüş. Ağrıyan yanının acısıyla
acı içinde kıvranmaya başlamış. Şaşkınlık içinde kalan kadın merakla yerinden
fırlamış, Hoca’nın yanına koşmuş, “Ne oldu efendi böyle birdenbire?” diye
sormuş.
Bu arada Hoca, belini tuta tuta inlemeye devam ediyormuş.
İniltisinin arasında, “Ne olacak hanım?” diye karşılık vermiş, “Küçücük bir
yatağa üç kişi sığamadık, yere yuvarlandım gördüğün gibi”.
Kadın anlamamış Hoca’nın sözündeki inceliği, “Ne üç
kişisi bey?” diye sormuş, “İki kişi değil miyiz biz?”.
Hoca doğrulmuş, “Yok!” demiş, “Sen, ben, bir de sizin
rahmetli… Üç etmez mi? Hâliyle iki kişilik yatak, üç kişiyi kaldırmadı. Diyorum
ki, artık sussan da senin rahmetli aramıza girmese, olmaz mı?”.
İkilik sayma sistemi ve iki zaman
Aslına bakılırsa ne dün vardır, ne de yarın; var olan
sadece şimdidir. Bilgisayar oyunlarının mantığı da an üzerine kuruludur. Oyun
enine uzununa genişleyen bir sanal dünyanın içinde geçer gibi görünse de var
olan görüntü sadece o âna aittir. Anın dışındaki her şey şifredir ve rakamlarla
ifade edilir, hard disk içinde görüntü yoktur. Sinema filmlerinde ise her ânın
fotoğrafı kayıtlıdır, ancak ölüdür. Geçmiş ve gelecek, kendi kareleri
içerisinde donmuş bir formatta uykudadır.
“Şimdi” ise, bir ışık olup üzerinden geçtiği kareyi
saniyenin yirmi dörtte biri kadarlık bir zaman içinde uyandırır. “24’te 1”
oranında uyanan ve tekrar ölen karelerin üzerinde hareket eden ışık, sanal bir
canlık oluşturur. Yani canlanma bir andır. Filmlerde gerçekten anlık yaşam
vardır, öncesi ve sonrası ölümdür. Bilgisayar oyunlarındaki canlanma şöyledir: Şifrelerin
birer anda ekrana gelip giderek ikilik sayma sisteminden onluk sayma sistemine
girip çıkmaları soyut bir canlılık oluşturur. Mahiyeti ve tekniği daha karmaşık
olsa bile, hayat da bu örneklerdeki gibi ânın yaşanması şeklinde kendini
gösterir.
Ayakucundan bakınca biz insanlara uzun gibi gelen yetmiş
yıllık ömür anlardan oluşur; eğer bu anlar hissedilerek yaşanmazsa, sonunda
insana sorarlar “Hayattan ne anladın?” diye. Bu soruya o adamın vereceği cevap,
“İki kapılı bir han” şeklinde olur. “Bir an önce ön kapıdan girdim, bir an
sonra arka kapıdan çıkıyorum…”
İşte ânı yaşayamamış adamın portresi budur! Onun
yaşantısında iki an vardır: Doğum ve ölüm…
Yerli yerince
Hanları hamamları olan şimdiki zaman insanlarından biri,
bir bilgeye sormuş: “Hayatınızdan aldığınız mütevazı felsefeniz size ne
kazandırdı?” Bilge, mutlu bir eda ile kafasını sallamış, “Acıktığım zaman
yiyor, uykum geldiği zaman yatıyorum” diye cevap vermiş. Varlıklı ve şimdiki
zaman âdemi olan kişi alaycı bir tavırla, “Hepsi bu mu?” diye sormuş, “Bunu
herkes yapıyor”.
Bu kez tebessüm sırası bilgedeymiş. “Lakin arada büyük
fark var” diye cevaplamış muhatabını, “Ben yemek yerken her lokmanın farkına
varıyor ve tadını çıkarıyorum, ağzıma attığım her parçanın hakkını veriyor,
zevkini alıyorum. Fakat başkaları… Mesela sen, çoğu zaman ne yediğinizin bile
farkında olmuyorsunuz. Çünkü kafanız o anda değil, başka zamanda başka şeyler
düşünmekle meşgûl oluyor. Yani ânın gerçeğinde değil, başka zamanın
masalındasınız. Ben kafamı yastığa koyar koymaz uyuyorum. Ama siz uyumayı bile
unutmuş bir biçimde yatıyor, ancak uyuyamıyorsunuz. Oysa uykunun da kendine
göre bir tadı vardır. Aslı olan sofrada yemeği, yatakta uykuyu yaşamaktır.
Mutluluk, her şeyi yerli yerinde yapmakta, yani ânı yaşamaktadır”.
Koruyucu melek
Adamın biri, bir gece garip bir
rüya gördü. Rüyasında kumsalda koruyucu meleği ile yürürken, kendisine
gökyüzü enindeki devasa bir ekranda hayatından kesitler gösteriliyordu. Adam,
her bir sahnede, kumsalda iki ayrı ayak izini fark etti. Biri onun, diğeri
koruyucu meleğinin... Ancak arada bir izlerden biri kayboluyor ve yerde tek iz
kalıyordu. Adam, buna bir anlam veremedi. Hayatının son sahneleri
gösterilirken, gözü yine kumdaki ayak izlerindeydi. Hay Allah! Şimdi de,
kumsalda sadece tek bir ayak izi vardı. Biraz dikkat edince adam, izlerin tek
kaldığı sahnelerin hayatının en kötü ve üzüntülü zamanları olduğunu fark etti.
Farkına vardığı bu durum adamı pek rahatsız etti. İçinden; "Allah’ım!
Hayatımın en sıkıntılı dönemlerinde sadece bir ayak izi görüyorum.” diye
geçirdi. “Senin yardımına en fazla ihtiyaç
duyduğum dönemde, beni neden yalnız bıraktın?" diye dert yanmaya
başladı.
Bunun üzerine adam şu cevabı işitti: "Ey sevgili kulum! Seni asla
yalnız bırakmadım. Gördüğün tek ayak
izleri sana değil, koruyucu meleğine ait. Sen ne zaman kendi yükünü
taşıyamaz hâle gelmişsen, koruyucu meleğin
seni taşımaya başlıyordu!"