CÂMİYE gitmeyen, namaz
kılmayan bir kadro, 1932’de câmiye giden ve namaz kılanlar için Türkçe ibadet
ve Türkçe ezan zorunluluğu getirdi. Câmilerde günde beş kez ezanın Türkçe
okunması şartını getirdikleri gibi namazın da Türkçe kılınması için özel
önlemler aldılar, kampanyalar başlattılar. Üstelik bu işler milliyetçilik
adıyla, Türkçülük adıyla yapılmaya başlanmıştı. Zaten tek parti döneminde İslâm
karşıtı olarak yapılan zorbalıkların birçoğu için “Türklük” adı bir ambalaj ve
örtü olarak seçilmişti.
O kadronun içinde Reşit Galip’in (Ö.1934) de özel bir yeri vardı. Rodos
göçmeniydi. Tıp doktoruydu. Ömür boyu bedenî ve ruhî hastalıklar yaşamıştı.
Dinle imanla da arası iyi değildi. Meslek icabı bu konuları bilen birisi hiç
değildi. Türkçe namaz ve Türkçe ezan konusundaki tutumundan memnun kalan Kemal
Paşa, onu 19 Eylül 1932’de Millî Eğitim Bakanı yapmıştı.
Bakanlığı döneminde çıkarılan özel bir yasa ile kendisine verilen yetkiyi
kullanarak İstanbul Darülfünunu 1933’te kapattı. Bir ay sonra İstanbul Üniversitesini
kurduğunu ilân etti. Herkes bu büyük devrimin, “darülfünun” yerine “üniversite”
kelimesinin kullanılmasından ibaret kaldığını zannetmişti. Çok geçmeden öyle
olmadığı anlaşıldı. Darülfünundaki 450 hocanın yaklaşık 300 tanesinin de işine
son vermişti. Çünkü bu hocaların inkılaplar için heyecan duymadıklarını,
inkılaplara bağlılıklarından kuşku duyulduğunu açıkladı. Yani CHP’li
değillerdi.
Reşit Galip, görevine son verdiği 300 darülfünun hocasının yerine
Almanya’da Nazilerin üniversiteden kovduğu Yahudi hocalarını getirip
yerleştirdi. Türk hocaların heyecan duymayıp bağlı kalmadıkları inkılaplara
Almanya’dan ithal edilen Yahudilerin nasıl heyecanla bağlandıkları
anlaşılamadı. Hiçbir zaman rasyonel bir açıklaması yapılmadı. Bu olay,
“Atatürk’ün üniversite reformu, üniversite inkılabı” diye tarih kitaplarına
geçmiş oldu.
Reşit Galip, Bakan iken, kendince önemli bir şey daha yaparak Almanya ve
İtalya gibi tek partili bazı Avrupa ülkelerinde görülen bir uygulama daha
başlattı: Okullarda öğrencilerin her sabah bahçede toplanarak bir yemin metni
okumalarını kararlaştırdı. “Yemin” kelimesi Arapça olduğundan, onun yerine “ant”
denildi. Afet İnan’ın iddiasına göre, Reşit Galip, 23 Nisan 1933 sabahında
kendi kızları ile selâmlaşırken bir metin oluşturmuştu (Atatürk’ten Hatıralar
ve Belgeler, 2015). Böylece Reşit Galip’in kendi kızları ile selâmlaşmasından
ortaya çıkardığı metni 1933’ten itibaren ilkokullarda okunmaya başlanmıştı:
“Öğrenci
andı
Türk’üm. Doğruyum,
çalışkanım.
Yasam; küçüklerimi
korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, budunumu özümden çok sevmektir.
Ülküm yükselmek, ileri
gitmektir.
Varlığım, Türk varlığına
armağan olsun.”
***
Almanya ve İtalya gibi ülkelerde tek parti idarelerinin yıkılması ile birlikte
bu uygulamalar da kalkmıştı ama Türkiye’de 39 yıl bu metin ilkokullarda her
sabah öğrencilere okutuldu.
12 Mart 1971 Askerî Darbesi’ni yapanlar, metinde çok önemli bir eksiklik ve
yetersizlik keşfetmişlerdi(!). Çünkü metinde “Atatürk” adı geçmiyordu. Dönemin
şartlarında kimse de darbecilere, “Yahu Kemal Paşa isteseydi kendi adını 1933’te
yazdırırdı!” diyemedi. Askerler, Türkiye’nin sahibi, kurtarıcısı, kurucusu
sayılır ve onların sözleri üzerine söz söylenemezdi. 1972’den itibaren ant
şöyle oldu:
“Öğrenci
andı
Türk’üm, doğruyum,
çalışkanım.
Yasam; küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi canımdan çok
sevmektir.
Varlığım, Türk
varlığına armağan olsun.
Ey bu günümüzü
sağlayan Ulu Atatürk! Açtığın yolda, kurduğun ülküde, gösterdiğin amaçta hiç
durmadan yürüyeceğime ant içerim.
Ne mutlu ‘Türk’üm’
diyene!”
***
1971’de millî egemenliğe karşı isyan edip halkın seçtiği iktidarı zorla
deviren darbeciler, öğrenci andına sadece “Atatürk” adını eklemiş olsalardı
belki şık olmazdı diye düşünmüş olmalılar ki öğrenci andına Kemal Paşa’nın bir
sözünü de ekleyip öğrenciler için bir de hedef seçmişlerdi. Öğrencilerin
hedefi, Kemal Paşa’nın açtığı yol olacaktı. Gerçi o yol tek partili, seçimsiz,
muhalefetsiz ve özgür basını olmayan bir ülkeydi. Ancak cuntacılar için de çok
partili, özgür seçimli ve özgür basınlı bir Türkiye zaten makbul olmayan
işlerdi.
Türkiye’de her askerî darbenin gerekçeleri arasında daima ilk sırayı
“seçilmişlerin Atatürkçülükten, onun yolundan sapmaları” almıştır. Dolayısı ile
her askerî darbe döneminde Atatürkçülükten sapmayı engelleyecek önlemler ve
buna göre tahkimat yapılması bir gelenek olmuştur. Nitekim 28 Şubat 1997’deki
darbeciler de bu geleneğe heyecanla uymuşlardı. Onların bulduğu çarelerin arasında
öğrenci andına yeni ilâveler yapmak da vardı:
“Öğrenci
andı
Türk’üm, doğruyum,
çalışkanım.
İlkem; küçüklerimi
korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir.
Ülküm yükselmek, ileri
gitmektir.
Ey büyük Atatürk! Açtığın yolda,
gösterdiğin hedefe hiç durmadan yürüyeceğime ant içerim.
Varlığım, Türk
varlığına armağan olsun.
Ne mutlu ‘Türk’üm’
diyene!”
***
Öğrenci andında darbecilerin yaptığı her değişiklik, Kemal Paşa ile ilgili
vurguların arttırılmasından başka bir şey değildi. Darbeciler için bu konu çok
önemliydi. Çünkü Türkiye’de geçim sıkıntısının artması, işsizliğin çoğalması,
sağlık sorunlarının patlaması, üniversiteye gidemeyen gençlerin hızla artması,
dış borçların ödenemez duruma gelmesi, Türk para değerinin yerlerde sürünmesi,
Türkiye’de mutsuz, huzursuz insanların mutlu ve huzurlu olanlardan çok daha
fazla olması gibi temel problemlerin çözümünde tek çare Atatürkçülük idi. Ona
sıkı sıkıya bağlı kuşakların yetişmesiyle bu sorunlar kökünden çözülmüş
olacaktı.
Gerçi 1923’ten itibaren yapılanlar bundan başka bir şey değildi. Buna
rağmen temel sorunlar hızla büyümüştü. Ancak o sorunların çözümü için
Atatürkçülükten başka bir çözüm yolu bilmeyen darbeciler, her defasında öğrenci
andı metnine ilâve ettikleri yeni Atatürk vurgusu ile bu sorunların çözüleceği
mitolojisine bir kere daha inanmışlardı.
Yine de bu metinde önemli bazı sorunların varlığı, elbette darbecilere karşı
söylenememişti. Kemal Paşa cumhurbaşkanı ve başkomutandı ama aynı zamanda
CHP’nin de genel başkanıydı. Bir partinin genel başkanının, tek partili
idaresinin tartışılamaz mutlak bir hedef olarak, hem de bir yemin olarak
ilkokul öğrencilerine her sabah okutulması ne derece isabetlidir?
Seçim kazanmış, iktidar olmuş diğer partilerin genel başkanları da kendi
adlarının öğrenci andında geçmesini isteyemezler miydi? “Hiçbir seçim
kazanmamış olan Kemal Paşa’nın adına yeminler edilirken, seçim kazanmış olan
bizlerin de adı o metinde olmalıdır” derlerse bu sorun nasıl çözülecekti?
Girdiği bütün seçimleri 2002’den beri kazanmış olan AK Parti ve Genel
Başkanı Cumhurbaşkanı Erdoğan, 2013’te başkanı olduğu hükûmetinde aldığı bir
karar ile öğrenci andının okullarda okutulmasını kaldırdı. Tek parti döneminin
özlemi ve heyecanı ile yaşayan muhalefet çevreleri bu karara şiddetli tepki
gösterdiler. “Okullarda öğrencilere ‘Türk’üm’ demenin yasaklanması” gibi akla
ziyan iddiaları sıraladılar.
İlginçtir, öğrenci andını kaldıran hükûmet kararını, mahkemeye Kemal
Paşa’nın partisi CHP değil, Türk Eğitim-Sen adlı sendika götürdü. İlkokul
seviyesindeki öğrencilerin varlığını Türk varlığına armağan etmesi bahanesiyle,
varlıklarını bir şahsa, hem de bir partinin, CHP’nin genel başkanına armağan
etmesini bir zorunluluk ve varlık nedeni gibi kabul eden bu sendika, hükûmet
kararının iptali için kararı idare mahkemesine taşımıştı.
Danıştay 8’inci Dairesi, 2018’de MEB’in İlköğretim Kurumları Yönetmeliği’nin
“Öğrenci Andı” başlıklı 12’nci maddesini yürürlükten kaldırılması isteği ile
Türk Eğitim-Sen’in açtığı dâvânın sonunda yönetmelik maddesini iptal etmişti.
Ancak MEB, bu karar üzerine Danıştay Dâvâ Daireleri Genel Kurulu’na müracaat
etmişti. İşte o genel kurulda alınan karar, sonunda ilkokullarda andımızın
okutulmasını kaldırmış oldu. Böylece bu dâvâ kesinleşmiş oldu.
Bu kararın ardından hemen itirazlar başladı. ABD’de 1892’den beri benzeri
bir marşın okunduğu haber oldu. Oysa ABD’deki marşta hiçbir parti liderinin adı
yer almamıştır. Hiçbir parti liderine bağlılık ya da ABD’lilerin varlıklarının
o parti başkanına armağan edilmesi gibi bir cümle yoktur. Dolayısı ile ABD
örneği ile Türkiye’deki uygulama arasında bir benzerlik söz konusu değildir.
İkinci olarak, “Türk’üm” diyemeyenlerin andımızı kaldırdığı iddiası fısıltı
gibi dolaşıma sokulmuştur. Her sabah “Türk’üm” demek gerekli ise, bu gereklilik
neden ilkokul çocukları ile sınırlı kalmıştır? Ortaokul, lise, hatta üniversite
öğrencileri, kamu görevlileri ve vatandaşlar niçin bu gerekliliğin dışında
tutulmuştur? Bu andımızın devamını isteyen partiler, sendikalar, vakıflar,
dernekler her sabah evlerinde, iş yerlerinde, hatta meydanlarda bu andımızı
toplu hâlde okuyabilirler. Hiçbir mevzuat engeli yoktur buna.
Andımızda yer alan “Ne mutlu ‘Türk’üm’ diyene” sözünün bir şemsiye olduğu,
Truvalı Hektor ile İzmirli Herodot’u bile kapsadığı iddialarının elbette mizahî
bir değeri olur. Ancak mizah sınırları dışında bir değerinin olması kuşkuludur.
Evet, Türk tarih tezi ile Türk’ün İslâmiyet sonrası tarihini dışarıda tutan ama
Hititlileri, İonları, Urartuları içine almaya çalışan bir şemsiye icat edilmeye
çalışıldı. Fakat bu şemsiye o kadar mizah içerikliydi ki şimdi kimse onu
hatırlamak istemiyor.
Hiçbir siyâsî parti başkanının adı ve ona bağlılık yemini okullarda
olmamalıdır. Dünyada bunun bir örneği yoktur. Türkiye’de okullar, CHP’nin yan
kuruluşu olmaktan çıkarılmalıdır. Türk varlığı asla bir partiye ve onun genel
başkanına armağan edilmemelidir. Tek parti dönemi, hedef olarak Türk gençlerine
gösterilmemelidir. Böyle bir hedef bütün temel insan hakları için bir
tehdittir. Nitekim Türkiye’de ardı arkası kesilmeyen askerî darbeler sürekli
tek parti dönemine duyulan özlemle tekrarlanmaktadır.
Halkın seçtiği, millî egemenliğin temsilcisi olan seçilmiş iktidarlar,
darbeciler tarafından “Atatürk ilkelerinden sapmakla” suçlanmıştır. Atatürk
ilkeleri CHP’nin altı okudur. CHP’li olmayanlardan CHP’nin altı okuna bağlı
kalmalarının istenmesi, geçen yüz yıldan kalan tek parti takıntısıdır.