Andelîb-i Zîşân

Bilinmeli ki biz, Kâinatın Efendisi’ni yazmadık, O’na ait güzelliklerden bir buket sunmak istedik. Rabbim bizi, “Kişi sevdiği ile beraberdir” diye buyuran Sevgili’nin kuşatıcı şefaatine nail eylesin!

BEYAZ cepkenli bir bulut yumağı, kervandaki çocuğun üzerinde gölge gibi geziniyordu. Rahip Bahira, “İbrahim’in duâsı, İsa’nın muştusunu” işte bu gölgeden tanıdı. Çünkü herkes O’nu bekliyordu.

“Bu gelen, ilm-i ledün sultanıdır!/ Bu gelen, tevhîd-i irfan kânıdır!”

Evet, bu gelen, “İnsanlığın İftihar Tablosu”ydu. O, âlemlere rahmet olarak indirilmiş rahmet bûsesiydi. Geçtiği yollara “gül” rayihası, baktığı gözlere nûr halkası, kulaklara huzûrun sedâsını bırakıyordu. O, insanların en kâmili, “Sen olmasaydın varlığı yaratmayacaktım” sözünün muhatabıydı. O, mârifeti ve mahviyetiyle adeta “çift kanatlı bir irşat rehberi” olarak insanlığın üzerinde dolaşan rahmet yağmuruydu. Pervanelerin ışığa, müminlerin de O’na koşması bundandır.

George Bernard Shaw, “Müşkülün müşkül üstüne, problemin problem üzerine yığıldığı günümüzde, bütün problemleri bir kahve içme rahatlığında çözen Hz. Muhammed’e beşeriyetin çok ihtiyacı vardır” der. Der de, gözümüzün önüne cennette gelen Hacerü’l-Esved taşını getirir.

Minarede şehbal açan gül

O, tek önder ve tek lider olarak dostlara/müminlere itminan, düşmanlara/müşriklereyse ilzam ve iskattır. O, müride ve muallimlere rehber, peygamberlere ideal imamdır. Bu sebepledir ki, Hz. İbrahim, Hz. Nuh, Hz. Musa ve Hz. İsa başta olmak üzere bütün peygamberler O’nun müezzini ve cemaati olmuşlardır. Sahabe, tâbiîn, tebe-i tâbiîn, enbiya, asfiya, ebrar, mukarrabîn ve muallimler kıyamete kadar O’nun izinden gidecekler. Evet, Asr-ı Saadet’ten beridir minareler Bilâl nefesiyle O’nu şahlandırıyor: “Eşhedü enne Muhammeden Resûllullah…”

Zulme galip nûr muştusu

Hz. İbrahim’den İsmail’e, Abdulmuttalip’ten Abdullah’a ulaşan o altın silsilenin tâcı, cahiliye devrinin karanlık gecesini ilmin ziyâsı ve Kur’ân’ın nûruyla aydınlatan bir güneştir. O, karanlıkları yırtması için kandil gibi semâya asıldı. O’nun gelişi Mekke’den Medine’ye,  yakın coğrafyadan kâinatın tüm beldeleri ve tüm zamanları için büyük bir lütuftur. Onunla birlikte, Allah’ı bırakıp kendilerine fayda vermeyen putlara tapanlar utançlarından kız çocuklarını diri diri toprağa gömenler, faiz yiyenler, şarap içenler ve kan davası güdenler azgın sapkınlıklarından vazgeçtiler. Cahiliye devri tepetaklak oldu ve zulüm son buldu. Getirdiği mesajlar huzûr kaynaklıydı.

Muhammedü’l-Emîn

O, kâinatın yaratılışından beridir asâleti, fetâneti, ferâseti, dirâyeti, basîreti, şecaati, cesareti ve ref’etiyle hep zirvededir. O, vahiy dini İslâm’ı gönüllere ulaştırırken fetânetin en tesirli uzvu olan aklı kullanır. Belki de “Akılla aklı aşmak, Peygamber mantığıdır” ifadesi bunun için söylenmiştir. “İsmet” sıfatının gereği günahla buluşmamış, hayatında bir kez olsun yalan söylememiştir. O, istikamet üzere yaratılmış sıddıkiyyet makamının imamesidir.

Sözünün eriydi ve iksir hükmündeki her sözü hakîkatle buluşurdu: “İstanbul mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, o ordu ne güzel ordudur.”

Meşveret otağındaki Sultan

Biz O’nu görmesek de başımızı şefkatiyle okşayan, sırtımızı Cibrilvari sıvazlayan, merhamet bûsesiyle alnımızdan öpen, önce sahabeye, sonra da bize hitaben, “Vadettiğinizi yerine getirin, emanete emîn olun!” sözleri dökülür, sahabe lâl ü güher sözleri adeta yalar ve hayatlarında tatbik ederlerdi. İstişareye önem verir, yanlış dahi olsa meşveretle alınan kararlara rıza gösterirdi. Terazinin bir kefesine O, diğerine cümle âlem konuldu, O ağır geldi. Hep gelecek!

Emr-i bi'l maruf ve nehy-i anil münker

Cenâb-ı Hakk, “Rabbanîlik”, tabir-i diğerle “Risâlet” mevzuunda doğrudan doğruya insanlar arasından peygamberlik için yaratılmış olana vakti gelince vazifesini murat buyurur, O’da peygamberliğini ilân eder. Nitekim öyle de oldu. İrşat ve tebliğe, ömrün olgunluk yaşı sayılan kırkında başladı. İhsan ve dava şuuruyla, “İffetli olun ve gözlerinizi harama karşı kapayın!” dedi.

Devrin en kehkeşan sultanları, Necaşi, Mukavkıs, Herakl’e Peygamber mühürlü hidâyet mektupları yazdı, onları İslâm’a davet etti. “Alan el, veren elden hayırlıdır” buyurarak, yed-i ûlyânın “veren el”, yed-i süflanın da “alan el” olduğunu yine kendisi beyân etmiştir.

Peygamberlik tahtında bir yetim

Vahye dayalı davetin hemen akabinde, O’na iki büyük ve önemli mucize verildi: Kur’ân-ı Kerîm ve Mîraç… Yedi katlı semâ ile yeryüzü arasında kurulan o kutlu helezonda Cibril, O’nun ulağı oldu.

Gerek Kur’ân’ın indirilişi ve göğsündeki manevî ameliyat sonrası “Oku!” emriyle ümmîliğine son verişi, gerekse Mîraç’a yükselişi sırasında Cibril, hem edebini, hem de yerini bildi.

O, peygamber mesleğinin en mühim mertebesi sayılan “hasbîlik” gereği, yaptığı hiçbir işten maddî-manevî ücret beklemedi. Diğer peygamberler gibi her şeyi Allah (cc) için yapma, yapılmayanı da yine Allah için yapmama anlamına gelen “ihlas”a erdirilmişti. Davasını neşrederken diyalektiğe girmezdi. Çünkü O, “Hikmet ve Mev’îze-i Hasene”, yani güzel öğütle emrolunmuştu.

Kavmini “Tevhîd”e çağırırken, eşyanın hikmetini ve hilkatin esrarını, onları rencide etmeden, önce gönüllerini, sonra kafalarını doyurmaya gayret eden, yumuşak ve inandırıcı bir üslûp kullanarak anlatırdı.

Vefa abidesi

Allah’a vefalıydı, ahde vefalıydı, dosta vefalıydı… İnsana, hayvana, hatta eşyaya vefalıydı. Sözleri, susuşu, yürüyüşü, duruşu, bakışı, hepsi edep içeriyordu. O’nun sevgisi bütün evreni içine alacak evsaftaydı. Diğerkâmdı; her platformda “Ümmetî!” diyen Peygamber’di ve müsamaha ile hareket ederdi. Af kapısında duranlara merhametiyle muamele ederdi. İşte Hz. Vahşi!

Muallim-i Ekber

Yeme ve içmede ölçü, gündüz ve gece uykusundaki denge, ağız ve diş sağlığı, misvak ve sürmenin keşfi, beden ve mekân hijyeni, sünnet olma gibi hayatı kolaylaştıran, bedeni sıhhatli kılan uygulamalar, âdâb-ı muâşeret kuralları yine O’nun vasıtasıyla insanlıkla buluşmuştur.

O’nun tek gayesi vardı; insanlığı melaniyetten uzaklaştırmak, her alanda sağlam işler çıkarmak ve sabrın zirvelerine tırmandırmak... Musîbetlere, iftiralara, hakaret ve fitnelere karşı sabır ve suhûletle göğüs germesi bunun göstergesiydi.

Hicret

Allah Resûlü (sav), Mekke’nin fethinden sonra hicretin olmayacağını zikretse de, kıyamete kadar sürecek olan bir hicretten bahsedebiliriz: Anadan, babadan ve yardan, bayrak için,  vatan için, ezan için, hak ve hakîkat için ayrılıp yollara düşmek, günahlardan kaçıp korunmak ve Rabbin kapısını çalarak “af fermanı” gelinceye kadar o kapıdan ayrılmamak…

Kamıştan koparılan ney

Tedbirde kusur etmemiş, tevekküle riâyet etmiştir. Savaş meydanlarındaki zaferler, O’nun askerî dehasıyla elde edilmiştir. Döndüğü sefer sonrası nefislerimizi işaret ederek, Küçük cihattan büyük cihada döndük” demiş, kibir ve gurur elbisesini sürüyerek yürüyenlere karşı da bizi uyarmıştır.

O, insanlardan bir insan olarak yaşadı. İnsan zaten dünyada gariptir. Mevlânâ’nın ifadesiyle, “içi boş, kamışlıktan koparılmış ney gibidir”. Sahibinden uzaklaştığı için de “inlemektedir”.

“Allahümme refîkâ’l-âla” diyene kadar ömrü secdede, tövbe ve istiğfarla geçti.

Veda Hutbesi

On binlerce sahabeye hitaben yaptığı vaaz ve nasihatinde özetle muhakkak Rabbimize kavuşacağımızı, yaptıklarımızdan dolayı sorguya çekileceğimizi hatırlatarak eski sapıklıklara dönmememizi ve birbirimizin boynunu vurmamamızı, emanetleri sahibine vermemizi, faizin her çeşidiyle cahiliyeden kalma bütün âdetlerin kaldırıldığını, kadınların haklarını gözetmemizi, Allah’tan korkmamızı tavsiye etmiştir.

Son olarak bize Allah’ın kitabı Kur’ân-ı Kerîm’i ve Sünnetini bırakarak şahitlik istemiş, üç kez “Şahid ol Ya Rab!” diyerek sahabeyle vedalaşmıştır.

Dünya muvâzenesinde yeniden denge unsuru olmak ve dünyanın kaderiyle ilgili etkin kararlara imza atmak, dost (!) ve düşmanlarımızın gözümüzün içine baktığı şanlı bir millet hâline gelmek istiyorsak, devletlerarası ölçüyü ve beşerî münasebetleri belirlemek, itiraz kapısını ise kıyamete değin kilitlemekle vazifeli olanın Nâm-ı Celîl’ini zihinlerde ve kalplerde canlı tutmalıyız. Buna mecburuz!

Bilinmeli ki biz, Kâinatın Efendisi’ni yazmadık, O’na ait güzelliklerden bir buket sunmak istedik. Rabbim bizi, “Kişi sevdiği ile beraberdir” diye buyuran Sevgili’nin kuşatıcı şefaatine nail eylesin!