Anda kalma bilinci

Yaşanan an, en kıymetli zaman dilimi. Bu zaman diliminde kalabilen birey, varlığının anlamını keşfediyor ve sınırlarını genişletme imkânı buluyor.

“BİR garip yolculuktur insanoğlununki./ An olur düşer, an olur kalkar, an olur sadece bekler…/ Bazen bir kır çiçeği olur doruklarda açan./ Bazen de bir sonbahar yaprağı/ Hüzünlü rüzgârlarla savrulan...

Anda kalmak, ana odaklanmak, anı yaşamak… Son dönemde gerek kişisel gelişim, gerekse spiritüel alanlara ilginin giderek artmasıyla birlikte adını sıklıkla duyduğumuz bir fenomen. Okuması ve yazması kolay ancak yaşamın her alanına yayılmış hız ve tüketim sarmalı içerisinde sıkışan günümüz insanı için uygulaması özel gayret gerektiren önemli bir mesele.

Peki, neden bu kadar önemli? Neden bu kadar üzerinde duruluyor? Anda kalmak ne anlama geliyor?

Şöyle başlamak gerek ki, anda kalmak, özellikle modern insanın içsel huzur ve tatmine kavuşabilmesi noktasında anahtar kavramlardan biri. Bu olgu, günümüzde popüler şekilde “Carpe diem” kavramıyla açıklanıyor. Lâtince bir söz öbeği olan bu ifade, kişinin “gelecek kaygısı taşımadan anın tadını çıkarması” olarak tanımlanıyor. İlk defa Milât öncesi 23 yılında Romalı bir şair olan Horatius’un dizelerinden birinde kullandığı bu ifade, tam olarak “Carpe diem quam minimum credula postero” şeklinde ve “Bir sonraki güne olabildiğince az güvenerek günü koparın” olarak dilimize tercüme ediliyor. Ancak ifade bugün daha yaygın şekilde “Carpe diem” kısaltmasıyla “Günü yakala” anlamında kullanılıyor.[i]

Bakıldığında, kişinin ölüm gerçeğinin bilincinde olarak zamanın kıymetini bilmesi görüşüne dayanan bu felsefe, bugün gerçek anlamından uzaklaşarak haz odaklı bir yaşam biçimini benimsemenin mottosu hâline evirilmiş durumda.

Diğer taraftan, anda kalma olgusuna ilişkin farklı bir bakış açısı olarak tarihsel süreçte “tasavvuf ve vakt” ekseninde birçok eser ve çalışmanın gerçekleştirildiği görülüyor. Bu olgu tasavvufî açıdan “ibnü’l-vakt” ve “ebü’l-vakt” gibi kavramlarda karşılık buluyor. “Vaktin oğlu, vakit uşağı” anlamına gelen “ibnü’l-vakt”, sûfilerin her vakit içinde o vakitte işlenmesi en hayırlı olan şeyle meşgul olması ve o vakit içinde kendisinden istenen görevi yerine getirmesi anlayışına dayanıyor.[ii] “Ebü’l-vakt” ise “vakte sahip olan ve vaktin babası” anlamında kullanılan bir terim. Ebü’l-vakt, tasavvuf literatüründe en yalın hâliyle “tüm zamanların endişesinden tamamen kurtulan kişi” olarak tanımlanıyor.[iii] İbnü’l-vakte göre daha geniş bir anlam ifade eden “Ebü’l-vakt”, tasavvufî açıdan daha üst bir mertebe ve makam olarak kabul ediliyor.

Ana odaklanmanın insan üzerinde önemli tesirlerinden bahsetmek mümkün. Bunların başında bireyin psikolojik sağlığı ve gelişimi geliyor. Geçmiş ve geleceğe ilişkin kaygıları bir tarafa bırakıp anın gerçekliğinin bilincinde olarak, içerisinde bulunulan zaman dilimini en kıymetli şekilde değerlendirmek, öncelikle kişinin öz farkındalığına ve kendini keşfetmesine katkıda bulunuyor. Kişilik becerilerinin geliştirilmesine imkân sunarak öz saygı ve özgüven gibi unsurların artmasını destekliyor. Bunun yanı sıra kişinin manevî tarafını besleyerek hem Yaratıcıya, hem kendi kabiliyetlerine olan güvenini tazeliyor ve bu sayede depresyon gibi rahatsızlıkların önüne geçilmesinde proaktif bir etki sunuyor. Kişinin geçmişe ve geleceğe dönük endişelerini yönetmesini ve yalnızca şimdi yaşanılan an içindeki esas sorumluluk bilincini oluşturmasını sağlıyor.

Bugün daha çok bir boş vermişlik felsefesi olarak algılanan anı yaşama, Maslow’un ünlü İhtiyaçlar Hiyerarşisi’nde sözünü ettiği “kendini gerçekleştirme” ihtiyacı ile de ilişkili bir olgu. Zamanın değerini bilerek yaşamak ve yıkıcı etkilerini bertaraf ederek bir kazanım-deneyim-tecrübe perspektifi kazanma doğrultusunda hareket etmek, kişinin potansiyelinin ortaya çıkmasında ve dolayısıyla kişisel tatmin ve başarıya ulaşmasında oldukça önemli.

Zamanı olabildiğince mükemmel şekilde değerlendirme çabası manevî açıdan bir terapi olduğu kadar kişinin diğer tüm bağımlılıklarından kurtularak ilâhî olanla bütünlüğünü sağlama aracı olarak da öne çıkıyor. Yaratıcı-kul ilişkisinde pozitif bir iletişimin kapılarının aralanmasına yardımcı olan ana odaklanma anlayışı yalnızlık, kimsesizlik, çaresizlik, yabancılaşma, ümitsizlik, öfke ve dışlanmışlık gibi olumsuz duygu durumlarını da yatıştırıyor. İçerisinde yaşadığı zaman dilimini aşarak duygu ve düşünce dünyasıyla ilâhî öze açılan birey, aynı zamanda “rıza” ekseninde kalarak manevî bir derinliğe de ulaşmış oluyor.

Anda kalarak her şeyin vaktinde ve vaktine uygun olarak gerçekleştirilmesi, bireyin uzun vadeli hedeflerine de dolaylı bir katkı sunuyor. Geçmişte yaşanan hayâl kırıklıkları, üzüntüler, kayıplar, sıkıntılar ve “keşke”lerin bir yana bırakılması, diğer yandan yarının henüz yaşanmamış olmasına rağmen yüreğe yük olan beklenti ve kötü senaryolarından uzaklaşılması, bireyin bugün ihtiyacı olan yaşam enerjisini toparlamasını sağlıyor. Bu noktada yegâne formül ise kişinin sevdiği, keyif aldığı, hatta üzerinde çalışırken kendini kaybettiği bir işle meşgul olması. Her vakit içinde Yaratıcının rızasını gözeterek o vakitte gerçekleştirebileceği en iyi şeyle meşgul olmak, kişiyi içerisinde yaşadığı an ne olursa olsun şimdiye odaklıyor ve geçmişte ya da gelecekte dolaşan zihnini yeniden bugüne getiriyor. Birey bu sayede kendini tekrar değerli hissediyor. Dolayısıyla üreten sıfatına geçtiği ve bir değer ortaya koyabildiği alanda hedeflerine her defasında bir adım daha yaklaşmış oluyor.

Anda kalma bilincinin bireye sağladığı temel kazanımlardan biri de teslimiyet inancını pekiştirmesi. Buna göre bireyin anda kalması demek, aynı zamanda İlâhî iradenin hükmüne rıza göstermesi anlamına geliyor. Teslimiyet içerisindeki birey, geçmişte başına gelen hâdiseleri bir bütünlük içinde kabul ediyor ve gerek suçluluk, gerek kendine olan hayranlık gibi benmerkezci duygulardan bu sayede arınabiliyor. Diğer yandan geleceğe dair beklenti ve endişelerden özgürleşerek kendini yaşama bağlayan asıl motivasyonların farkındalığıyla nihaî hedeflerine doğru yol alabiliyor.

Sonuç olarak denilebilir ki, yaşanan an, en kıymetli zaman dilimi. Bu zaman diliminde kalabilen birey, varlığının anlamını keşfediyor ve sınırlarını genişletme imkânı buluyor. Aynı zamanda anı değerlendirme gayreti üzerinden gerçek mutluluğu yakalayarak yaşamından lezzet alabiliyor. Yine bu zaman diliminde kalabilmek, kaygı ve korkuların kontrol altına alınabilmesini sağlıyor. Ve sonsuz güç sahibinin yörüngesinden çıkmaksızın zamanın ötesine geçebilen birey, ruh-beden dengesinde duygusal istikrara kavuşabiliyor.



[ii] Kuşeyri (1999) Kuşeyri Risalesi. Çev. Süleyman Uludağ. İstanbul.

[iii] Günaydın, A. (2020). “İbnü’l-vakt” ve “ebü’l-vakt” kavramlarının klasik Türk tasavvuf edebiyatındaki kullanımı. RumeliDE Dil ve Edebiyat Araştırmaları Dergisi, (Ö8), 326-336.