Anayasa’dan lâiklik kalkmalı ama lâiklik isteyen lâik gibi, şeriat isteyen Müslüman gibi mi yaşıyor?

Bence hazır olduğumuz zaman, câmilerin cemaati almadığı, alkollü içki üreticilerinin Türkiye’de para kazanamadığı, lokantaların Ramazanlarda camlarını pudrayla kamufle ettiği, uyuşturucu çetelerinin zehirleyecek genç bulmakta zorlandığı, ekranların ve internetin ahlâksız programlarla reyting alamadığı, okullarda seçmeli ders olarak okutulan İslâmî derslerin daha çok tercih edildiği, bankaların kredi verecek müşteri bulamadığı zaman olacaktır. İşte o zaman anayasa, toplumun hayat tarzına uymak zorunda kalacaktır!

LAİKLİĞİN tanımına baktığımızda, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması, devlet yönetiminde dinî kuralların referans alınmaması ve devletin dinler arasında ayrım yapmaması gibi ifadeler görebiliriz. Genel anlamda insanı değil ama devleti dinsizleştirmek anlamı çıkarabiliriz bu ifadelerden. Peki, uygulamada bu mümkün müdür? Yani insan nasılsa devlet öyle ya da devlet nasılsa insan da öyle olmaz mı?

Devletin, vatandaşlarını herhangi bir dinî kabule, o dinin vecibelerini yerine getirmeye zorlaması, zannediyorum ki İslâm hukukuna göre de doğru bir yaklaşım değildir. O hâlde İslâmî şeriatı esas almış bir devlet ile lâik bir devlet arasında, dinini yaşama özgürlüğü açısından bir fark olmaması gerekir diye düşünmeliyiz belki de. Ancak, özellikle Türkiye’deki lâiklik uygulamalarının geçmişine bakınca bunun pek de beklenildiği gibi yürümediğini görmek çok zor olmasa gerek.

Bugünkü lâiklik tartışmalarının özünü de genellikle bu yanlış uygulamalar oluşturuyor zaten. Lâiklik karşıtı olanların birçoğu İslâm şeriatı ile yönetilmenin ne demek olduğunu bile düşünmeden, sadece -zamanında- yasaklanan dinî vecibeler üzerinden intikam alma duygusuyla hareket ediyor. Lâiklik taraftarı olanların ise İslâm’ın medeniyetin önünde engel olduğu zannı, özgürlükler noktasındaki çekinceleri ve Kemalizm dayatmaları var. Her iki tarafın da şiddetle karşı çıktığı konular, popüler şeriatçılık-lâiklik tartışmalarının merkezine oturduğu için doğruyu görmekte zorlanıyoruz galiba.

Hâlbuki İslâm, medeniyetin önünde bir engel değildir. İslâm’ın matematikte, fende, tıpta, astronomide, coğrafyada, metalürjide, edebiyatta dünyanın ne kadar önünde olduğunu teker teker örneklendirmeye kalksak, kitaplar dolusu yazı yazmak gerekir. Ancak, günümüzde İslâm’ı özgürce yaşama imkânı varken bile bunu hayatlarına uygulamayanların, sırf geçmişle hesaplaşmak adına, yaşamayı tercih etmedikleri şeriatın çığırtkanlığını yapmaları da konuyu çarpıtmaya yetiyor. Namazını kılmayan, parasını faizde tutan, tesettüre uymayan, içki içen kişinin “Ben lâikliğe karşıyım!” demesi ne kadar gerçekçi, ne kadar sonuç alıcı olabilir ki? Zira terim olarak şeriat (şir’a), Allâh’ın peygamberler vasıtasıyla bildirdiği hükümlerin tümünden oluşan “İlâhî kanun” demektir.

O hâlde, “Ben şeriat istiyorum ama başımın örtüsüne, içtiğim içkiye karışmasın” demeyi bir mantığa oturtamazsınız. Şeriat isteyen, önce kul olarak Allâh’ın hükümlerine göre yaşamaya gayret edecek, sonra da o hükümlerle yönetilmeyi göze alacak. Şeriat, zorla namaz kıldırmaz, zorla oruç tutturmaz, zorla zekât ödetmez ama zinaya, içkiye, tesettüre devlet eliyle yaptırım uygulayabilir. Hattâ uygulamalıdır. Müslüman için de gayr-i Müslim için de kuralları vardır. Dini yaşama özgürlükleri herkes için aynı olsa da devletin, neslini koruma gayreti gayr-i Müslimler için de bazı şer’i kurallara riayeti mecbur kılabilir bazen.

Anayasada “Devletin dini, din-i İslâm’dır” maddesinin olması ise asla bir şeriat düzeninin alâmeti sayılamaz. 1921 ve 1924 Anayasalarında bulunan bu maddeye rağmen Türkiye Cumhuriyeti, tarihinde hiçbir zaman şeriatla yönetilmemiştir. Ancak şeriatla yönetilmenin de ilk şartı, anayasadaki lâiklik maddesinin kaldırılarak 1921 ve 1924 Anayasalarındaki hâline dönülmesidir. Bu olmadan devleti Allâh’ın hükümleriyle yönetmek mümkün olmayacaktır.

Boynukalın haklı mı, konuşmak onun hakkı mı?

Geçtiğimiz hafta, Ayasofya-i Kebir Cami-i Şerifi Baş İmamı Prof. Dr. Mehmet Boynukalın, Anayasa’daki lâiklik maddesi hakkındaki görüşlerini paylaştı. Kendisine sahip çıkan milyonlar kadar bu fikre sonuna kadar karşı çıkan milyonlar da oldu tabiî. Ancak karşı çıkanların içinde muhafazakâr kesimin siyâsî çizgisinde yayın yapan gazeteci ve televizyoncuların da olması esef verici bir durumdu. Hele ki, “Ey Boynukalın, boynun devrilsin senin!” diyen biri vardı ki evlere şenlik!

Bir din görevlisi, bir ilâhiyat profesörü olarak bu konuda söz söyleme hakkına ve belki de herkesten çok hakkı olan birine “Sen kimsin, sana mı düşmüş anayasada lâiklik olmasın demek?” diye çıkışmak, bu konuda bilgi sahibi olmayanların konuşmasına çanak tutmaktan başka ne anlama gelir? Anayasanın tamamı hakkında olduğu gibi özellikle de lâiklik maddesi hakkında konuşması, lâikliğin kalkıp şeriatın gelmesi konusunda talepte bulunması gerekenler ilk olarak İslâm hukuku profesörleri değil midir aslında?

Maide Suresi’nin, “Allâh’ın indirdiği hükümlerle hükmet” mealindeki ayetlerini yok saymalarını mı beklemeliydik?

Sade bir vatandaşın bile siyâsî yorum yapma, anayasanın değiştirilmesi gibi taleplerde bulunma hakkı varken bir ilâhiyat profesörünü bu haktan mahrum bırakmak düşünülemez. “Her doğru her yerde söylenmez!” diyerek Boynukalın’ı eleştirmek de onu siyâsetin bir figürü gibi görmekten ibarettir. Zira doğruları söylemenin yanlış yollarını arayan ve zamanlama kaygısı duyanlar sadece politikacılardır. Meselâ 1924 Anayasası, tamamıyla Mustafa Kemal’in kaleminden ve fikirlerinden çıkmış olmasına rağmen, halkın lâiklik kavramına hazır olmaması sebebiyle devletin dini İslâm olarak devam etmiştir anayasada. Bu, Mustafa Kemal’in şeriatı savunması değil, kendi dünya görüşüne vatandaşı ikna etmesinde yaşanacak süreci daha sıkıntısız geçirme plânlamasıydı.

1937’ye kadar, devlet ve yeni nesil dinden öyle bir uzaklaştırıldı ki o tarihte lâikliğin önünde bir engel kalmadığı görüldü ve anayasal güvenceye alınmış oldu. Yani bir politikacı, bir siyâsetçi olarak Mustafa Kemal, zamanlama konusunda hassas davranmış ve şartların olgunlaştığını gördüğünde lâik düzene geçme kararı almıştı. Ama meselâ İskilipli Atıf Hoca için böyle bir zamanlama sorunu yoktu. O, Allâh’ın hükmüne göre konuşmayı kendine görev edinmişti; aynı Mehmet Boynukalın gibi…

O hâlde toparlayalım…

Yeni anayasa tartışmaları başlamışken, siyâsetçiler kadar vatandaşların da bunun üzerinde fikir beyan etme hakkı vardır. Fikrini söyleyene hâddini bildirmeye çalışan gazeteci tayfasına da vatandaş hâddini bildirecektir. Çok yüksek bir ihtimâlle Meclis çoğunluğu ile geçmesi mümkün olmayan yeni bir anayasa, belki de ilk defa halkoyu ile kabul edilerek (82 Anayasası ile ilgili halkoylamasının demokratik şartlarda yapılmadığı genel kabulünden hareketle) Türkiye Cumhuriyeti tarihine geçecektir. Yani yeni anayasa, halka rağmen değil, halkın tercihleri göz önünde bulundurularak halk için hazırlanmak zorundadır.

Öyleyse, halkın her kesiminden her fikrin tartışılması gerekir. Konusunda uzman akademisyenler de buna dâhildir. Bu fikirlere, dünyanın şartları ve devlet hazır mıdır, değil midir, buna siyâsetçiler karar verir. Ve zinayı suç olmaktan çıkarmış, İstanbul Sözleşmesi ile aile yapısına dinamit yerleştirmiş olsa da Başkan Erdoğan’ın da şer’î hükümlerle yönetilen bir Türkiye rüyası görmesi hiç kimse için sürpriz olmamalıdır.

Bence hazır olduğumuz zaman, câmilerin cemaati almadığı, alkollü içki üreticilerinin Türkiye’de para kazanamadığı, lokantaların Ramazanlarda camlarını pudrayla kamufle ettiği, uyuşturucu çetelerinin zehirleyecek genç bulmakta zorlandığı, ekranların ve internetin ahlâksız programlarla reyting alamadığı, okullarda seçmeli ders olarak okutulan İslâmî derslerin daha çok tercih edildiği, bankaların kredi verecek müşteri bulamadığı zaman olacaktır. İşte o zaman anayasa, toplumun hayat tarzına uymak zorunda kalacaktır!