LAİKLİĞİN tanımına baktığımızda, din ve devlet işlerinin birbirinden
ayrılması, devlet yönetiminde dinî kuralların referans alınmaması ve devletin
dinler arasında ayrım yapmaması gibi ifadeler görebiliriz. Genel anlamda insanı
değil ama devleti dinsizleştirmek anlamı çıkarabiliriz bu ifadelerden. Peki,
uygulamada bu mümkün müdür? Yani insan nasılsa devlet öyle ya da devlet nasılsa
insan da öyle olmaz mı?
Devletin, vatandaşlarını herhangi bir dinî kabule, o
dinin vecibelerini yerine getirmeye zorlaması, zannediyorum ki İslâm hukukuna
göre de doğru bir yaklaşım değildir. O hâlde İslâmî şeriatı esas almış bir
devlet ile lâik bir devlet arasında, dinini yaşama özgürlüğü açısından bir fark
olmaması gerekir diye düşünmeliyiz belki de. Ancak, özellikle Türkiye’deki lâiklik
uygulamalarının geçmişine bakınca bunun pek de beklenildiği gibi yürümediğini
görmek çok zor olmasa gerek.
Bugünkü lâiklik tartışmalarının özünü de genellikle bu
yanlış uygulamalar oluşturuyor zaten. Lâiklik karşıtı olanların birçoğu İslâm
şeriatı ile yönetilmenin ne demek olduğunu bile düşünmeden, sadece -zamanında-
yasaklanan dinî vecibeler üzerinden intikam alma duygusuyla hareket ediyor. Lâiklik
taraftarı olanların ise İslâm’ın medeniyetin önünde engel olduğu zannı,
özgürlükler noktasındaki çekinceleri ve Kemalizm dayatmaları var. Her iki
tarafın da şiddetle karşı çıktığı konular, popüler şeriatçılık-lâiklik
tartışmalarının merkezine oturduğu için doğruyu görmekte zorlanıyoruz galiba.
Hâlbuki İslâm, medeniyetin önünde bir engel değildir. İslâm’ın
matematikte, fende, tıpta, astronomide, coğrafyada, metalürjide, edebiyatta
dünyanın ne kadar önünde olduğunu teker teker örneklendirmeye kalksak, kitaplar
dolusu yazı yazmak gerekir. Ancak, günümüzde İslâm’ı özgürce yaşama imkânı
varken bile bunu hayatlarına uygulamayanların, sırf geçmişle hesaplaşmak adına,
yaşamayı tercih etmedikleri şeriatın çığırtkanlığını yapmaları da konuyu
çarpıtmaya yetiyor. Namazını kılmayan, parasını faizde tutan, tesettüre uymayan,
içki içen kişinin “Ben lâikliğe karşıyım!” demesi ne kadar gerçekçi, ne kadar
sonuç alıcı olabilir ki? Zira terim olarak şeriat (şir’a), Allâh’ın
peygamberler vasıtasıyla bildirdiği hükümlerin tümünden oluşan “İlâhî kanun” demektir.
O hâlde, “Ben şeriat istiyorum ama başımın örtüsüne,
içtiğim içkiye karışmasın” demeyi bir mantığa oturtamazsınız. Şeriat isteyen,
önce kul olarak Allâh’ın hükümlerine göre yaşamaya gayret edecek, sonra da o
hükümlerle yönetilmeyi göze alacak. Şeriat, zorla namaz kıldırmaz, zorla oruç
tutturmaz, zorla zekât ödetmez ama zinaya, içkiye, tesettüre devlet eliyle
yaptırım uygulayabilir. Hattâ uygulamalıdır. Müslüman için de gayr-i Müslim
için de kuralları vardır. Dini yaşama özgürlükleri herkes için aynı olsa da
devletin, neslini koruma gayreti gayr-i Müslimler için de bazı şer’i kurallara
riayeti mecbur kılabilir bazen.
Anayasada “Devletin dini, din-i İslâm’dır” maddesinin
olması ise asla bir şeriat düzeninin alâmeti sayılamaz. 1921 ve 1924
Anayasalarında bulunan bu maddeye rağmen Türkiye Cumhuriyeti, tarihinde hiçbir
zaman şeriatla yönetilmemiştir. Ancak şeriatla yönetilmenin de ilk şartı,
anayasadaki lâiklik maddesinin kaldırılarak 1921 ve 1924 Anayasalarındaki
hâline dönülmesidir. Bu olmadan devleti Allâh’ın hükümleriyle yönetmek mümkün
olmayacaktır.
Boynukalın haklı mı, konuşmak onun hakkı mı?
Geçtiğimiz hafta, Ayasofya-i Kebir Cami-i Şerifi Baş
İmamı Prof. Dr. Mehmet Boynukalın, Anayasa’daki lâiklik maddesi hakkındaki
görüşlerini paylaştı. Kendisine sahip çıkan milyonlar kadar bu fikre sonuna
kadar karşı çıkan milyonlar da oldu tabiî. Ancak karşı çıkanların içinde
muhafazakâr kesimin siyâsî çizgisinde yayın yapan gazeteci ve televizyoncuların
da olması esef verici bir durumdu. Hele ki, “Ey Boynukalın, boynun devrilsin
senin!” diyen biri vardı ki evlere şenlik!
Bir din görevlisi, bir ilâhiyat profesörü olarak bu
konuda söz söyleme hakkına ve belki de herkesten çok hakkı olan birine “Sen
kimsin, sana mı düşmüş anayasada lâiklik olmasın demek?” diye çıkışmak, bu
konuda bilgi sahibi olmayanların konuşmasına çanak tutmaktan başka ne anlama
gelir? Anayasanın tamamı hakkında olduğu gibi özellikle de lâiklik maddesi
hakkında konuşması, lâikliğin kalkıp şeriatın gelmesi konusunda talepte bulunması
gerekenler ilk olarak İslâm hukuku profesörleri değil midir aslında?
Maide Suresi’nin, “Allâh’ın indirdiği hükümlerle
hükmet” mealindeki ayetlerini yok saymalarını mı beklemeliydik?
Sade bir vatandaşın bile siyâsî yorum yapma, anayasanın
değiştirilmesi gibi taleplerde bulunma hakkı varken bir ilâhiyat profesörünü bu
haktan mahrum bırakmak düşünülemez. “Her doğru her yerde söylenmez!” diyerek
Boynukalın’ı eleştirmek de onu siyâsetin bir figürü gibi görmekten ibarettir.
Zira doğruları söylemenin yanlış yollarını arayan ve zamanlama kaygısı duyanlar
sadece politikacılardır. Meselâ 1924 Anayasası, tamamıyla Mustafa Kemal’in
kaleminden ve fikirlerinden çıkmış olmasına rağmen, halkın lâiklik kavramına
hazır olmaması sebebiyle devletin dini İslâm olarak devam etmiştir anayasada.
Bu, Mustafa Kemal’in şeriatı savunması değil, kendi dünya görüşüne vatandaşı
ikna etmesinde yaşanacak süreci daha sıkıntısız geçirme plânlamasıydı.
1937’ye kadar, devlet ve yeni nesil dinden öyle bir
uzaklaştırıldı ki o tarihte lâikliğin önünde bir engel kalmadığı görüldü ve
anayasal güvenceye alınmış oldu. Yani bir politikacı, bir siyâsetçi olarak
Mustafa Kemal, zamanlama konusunda hassas davranmış ve şartların olgunlaştığını
gördüğünde lâik düzene geçme kararı almıştı. Ama meselâ İskilipli Atıf Hoca
için böyle bir zamanlama sorunu yoktu. O, Allâh’ın hükmüne göre konuşmayı
kendine görev edinmişti; aynı Mehmet Boynukalın gibi…
O hâlde toparlayalım…
Yeni anayasa tartışmaları başlamışken, siyâsetçiler
kadar vatandaşların da bunun üzerinde fikir beyan etme hakkı vardır. Fikrini
söyleyene hâddini bildirmeye çalışan gazeteci tayfasına da vatandaş hâddini
bildirecektir. Çok yüksek bir ihtimâlle Meclis çoğunluğu ile geçmesi mümkün
olmayan yeni bir anayasa, belki de ilk defa halkoyu ile kabul edilerek (82
Anayasası ile ilgili halkoylamasının demokratik şartlarda yapılmadığı genel
kabulünden hareketle) Türkiye Cumhuriyeti tarihine geçecektir. Yani yeni
anayasa, halka rağmen değil, halkın tercihleri göz önünde bulundurularak halk
için hazırlanmak zorundadır.
Öyleyse, halkın her kesiminden her fikrin tartışılması
gerekir. Konusunda uzman akademisyenler de buna dâhildir. Bu fikirlere,
dünyanın şartları ve devlet hazır mıdır, değil midir, buna siyâsetçiler karar
verir. Ve zinayı suç olmaktan çıkarmış, İstanbul Sözleşmesi ile aile yapısına
dinamit yerleştirmiş olsa da Başkan Erdoğan’ın da şer’î hükümlerle yönetilen
bir Türkiye rüyası görmesi hiç kimse için sürpriz olmamalıdır.
Bence hazır olduğumuz zaman, câmilerin cemaati
almadığı, alkollü içki üreticilerinin Türkiye’de para kazanamadığı,
lokantaların Ramazanlarda camlarını pudrayla kamufle ettiği, uyuşturucu
çetelerinin zehirleyecek genç bulmakta zorlandığı, ekranların ve internetin
ahlâksız programlarla reyting alamadığı, okullarda seçmeli ders olarak okutulan
İslâmî derslerin daha çok tercih edildiği, bankaların kredi verecek müşteri
bulamadığı zaman olacaktır. İşte o zaman anayasa, toplumun hayat tarzına uymak
zorunda kalacaktır!