HER beş on yılda bir, deyimlerin, vecizelerin,
atasözlerinin, kelâm-ı kibarların, darb-ı mesellerin mânâları daha derin, daha
doğru, daha mânidar bir şekilde karşıma çıkıyor. Zaman zaman “Ya Rabbi, ne
müthiş mânâ yüklü bir söz!” demekten kendimi alıkoyamıyorum. Hele “anne” ile
ilgili sözler…
Her üç beş yılda bir, annemin ve anneliğin derinliğini,
yaşım ilerledikçe anneme ihtiyacımın artışını veya aslında var olan ihtiyaç
farkındalığımın artışına şahit oluyorum: Yeni doğmuşum ve hayatî derecede
anneme ihtiyacım var! Acziyetimin en yüksek olacağı ihtiyarlık dönemlerim için
de anneme ilk günkü kadar ihtiyacım var. İşte başlıkta yer alan ifade, bütün
saltanatı, bütün ihtişamı ve azametiyle çağları kuşatan bir hakîkati iki omzuna
almış hâlde karşımızda duruyor!
Hatırlar mısınız, meşhur bir kıssa vardır; hani bir kız,
oğlandan annesinin ciğerini getirirse onunla evlenebileceğini söyler ve oğlan
da annesinin ciğerini kesip alır, torbaya koymuş hâlde götürürken ayağı taşa
takılıp düşer de annenin ciğerinden bir ses gelir: “Yavrum, canın acıdı mı?”
Anladığım kadarıyla bu kıssa, koşulsuz sevgiyi izah etmek
için anlatılan bir temsil. Annenin bir kuruşluk menfaati olmadan katlandığı o
kadar çok şey vardır ki, akıl ve mantıkla izahı mümkün değildir bunların.
Çocuğa ders çalışmasını söyler, çocuk çalışmaz, ama anne yine de ona yemek ve
elbise gibi her imkânı temin eder. “Ders çalışmazsa çalışmasın, ben uyarma
görevimi yaptım. Bedelini ileride öder” demez de, diyemez de.
Yaş ilerler, çocuğu yuva kurar, ne hikmetse bir
gelin-kaynanana sürtüşmesidir sürüp gider. Anne orada da çocuğunu yetiştirmiş,
büyütmüştür ve bir gözünden diğer gözüne kıyamadığı, sakındığı bir tanesini
eliyle teslim eder. Gece üstünü açtığında örtecekler mi acaba? Ya o yavrusunun
sevdiği yemekleri değil de sevmediği yemekleri yaparlar, yavrucak da sesini
çıkaramazsa ne olacak? Bu, kız evlat için de, erkek evlat için de aynıdır. Bir
eş, anne-baba gibi asla sevemez! Ama bir anne-baba da bir eş gibi asla sevemez!
Her iki sevgi de koşulsuz sevgiyi ihtivâ edecek şekilde olabilir. Ama onu
hissetmek o kadar da kolay değil.
Bu süreçte yaşanan münâkaşalar olur maalesef. Bugünlerde
her iki eşin de çalışıyor olması kayınvalidelerin kıymetlerini arttırdı; daha
doğrusu, tekrar farkına vardırdı. Bir babaanne veya anneannenin torununa niçin
baktığı normal şartlarda açıklanamaz. O yaşta modernizmden, pozitivizm veya
Darwinizm’den etkilenmiş ecnebî anne-babalar gibi keyfe keder gezip tozmak
varken, niçin torun baktıklarını anlamak mümkün değil.
Buraya kadar olanlar, aslında işin bir maddî boyutu da
olduğu için kolay anlaşılıyor. Anne-baba, yeni doğmuş çocuklarına bakıyorlar.
Bu bariz bir durum zaten… Sonra torunları oluyor, onlara bakıyorlar. Bu da
bariz bir durum… Bize başlığı attıran bundan sonraki süreç de esas şu an
paylaşmak istediğimiz farkındalığımız.
Sevdiğimiz, özlediğimiz ve birlikte zaman geçirme arzumuz
sebebiyle annemi zaman zaman evimizde ağırlamaya çalışıyoruz. Böyle günlerde birtakım
gözlemlerim de oluyor. Bu gözlemler neticesinde bende zamanla şaşkınlık, takdir
ve hayranlık da arttı. Çocuklarımla annemin ilişkilerini gözlemliyorum. Annemin
de, çocuklarımın da rahat olmadığı alanlara bakıyorum. Çıkardığım sonuç şu
oluyor: “Demek ki, ben de torunlarımla bu tür sorunlar yaşayacağım. Böyle
sorunlar yaşamamak için şimdiden kendimi hazırlamak durumundayım.”
Çocuklara sordum: “Babaannenizin en beğenmediğiniz
özelliği nedir?” Çocukların verdikleri cevap ne? “Babaannemiz kendini geliştirmeye,
yeni şeyler öğrenmeye kendini kapatıyor.” Bir de baktım ki ben de uzun süreden
beri yeni şeyler öğrenmeye kendimi kapatmışım. Hemen kendimi toparladım ve
birçok açıdan kendimi güncelledim. Sadece torunlarıyla mı, çevresindeki birçok
kişiyle olan ilişkilerini de gözlemleyip ne yapmam ve ne yapmamam gerektiğini
öğreniyorum.
Annem, hayatımın ilk yıllarındaki misyonunu, hayatımın
son yıllarına da beni hazırlayarak sürdürüyor. Sadece yöntemler değişik. O
zamanlar bunu lisan-ı kâl ile yapıyordu, şimdi lisan-ı hâl ile yapıyor.
Bebeklikten çocukluğa geçerken eşikten nasıl geçeceğimi, merdiveni nasıl
çıkacağımı, yolda nasıl yürüyeceğimi tek tek anlatıyordu. Şimdi de işitme
güçleşince, görme azalınca, yürüme zorlaşınca neyi nasıl yapmam gerektiğini
anlatıyor. Unutmayı, unutmanın sonuçlarını yaşatarak öğretiyor. “Bu kadar capcanlı,
bu kadar etkili ve kalıcı şekilde öğrenmeyi diğer yaşlı tanıdıklarımdan da
öğrenemez miydim acaba?” diye kendi kendime sorunca şu sonuca ulaşıyorum: Diğer
yaşlılar, yaşadıkları sorunların çok belli olmaması için kendilerini iletişime
kapatıyor ve dolayısıyla onlarla çok fazla beraber olamıyorsunuz. Anne-çocuk
ilişkisi kadar yakın, samimi ve doğal da olmuyor bu. Diğerlerinde ne kadar
aşmaya çalışırsanız çalışın, her iki tarafta da maskeler oluyor. Yani çocukken
annenizi nasıl gecelik kıyafetiyle gördüğünüzde doğal, fakat komşu teyzeyi
gördüğünüzde size tuhaf geliyorsa, bu da böyle bir şey… Zaten komşu teyzeyi
belki de ömrünüzde gecelik kıyafetiyle görememiş bile olabilirsiniz.
Bilmem dikkat ettiniz mi, hep annemden aldıklarımdan
bahsettim. Ona hayatta ne verebilirim ki zaten? Verebileceklerim bile ondan aldıklarımdır
yine. Çocuklarımla, eşimle, komşularımla mutlu gördü mü beni, alacağını almış
oluyor. Yemeymiş, içmeymiş, giymeymiş, bunların hepsini alacak parası var,
ancak bunlara fazla para harcayacak kadar ihtiyacı yok. Bunları da fark etmem,
öğrenmem, hayata geçirmem gerekiyormuş demek ki.
Hayatı, evladının mutluluğuna, huzuruna, sağlığına, erdemine bağlı olmak… Bir “nûr” ilişkisi… Derler ya, “Nûr bölündükçe azalmaz, çoğalır”. Anne-çocuk ilişkisi yaşla, mekânla veya diğer maddî unsurlarla sınırlı olmadığı gibi, sanırım ömürle, duygu veya düşüncelerle de sınırlı değil. Öyle bir ilişki ki, deryâ… Doldur da doldur! Tasın ne kadar alabiliyorsa, o kadar doldur ve iç! İçtikçe iştiyâkını, ihtiyacını arttıran bir deryâ…