Analitik düşünce sistemi münafıklığı: Savaş ve katman

Türklerin girdiği bu çağ itibariyle ve öğrendikleri çok katmanlı analitik düşünce sebebiyle, “Daha önceki milletlerin yaşadıklarıyla, yani münafıklaşma tehlikesiyle yüz yüze gelme olasılığı var mı?” diye bir soru sormak gerekirse, cevaben, “Belki gelecekte evet, var!” diyebiliriz. Ancak şu an Türkler, çok katmanlı düşünebilen müminler topluluğu olarak Yüce Allah'ın yardımı ile muhatap durumda.

EFENDİM, girdiğimiz dijital yüzyıl ve metafizik çağın doğal gereği olarak, insanlar çok katmanlı düşünmeyi öğrendiler. Böylesi bir düşüncenin sahibi, tarih içinde imparatorluk kurmuş olan firavunik Mısır’dı ve Antik çağlarda analitik düşünme Mısırlılara ve Koptiklerin vassalları olan çevre kavimlerden bazılarına ait bir çabaydı. Ve onlar, dünyadaki herkesin “tek katmanlı düşünsellik” düzleminde olmalarına karşın, “analitik zihin devrimi” gibi bir zoru başarmışlardı. O devrimin sonucu olarak dünyanın birinci harikası sayılan Piramitler hâlâ çölde ve kendilerini insanların gözüne sokmaya devam ediyorlar.

Daha sonra Yahudilerin bu düşünce modeline ilgi duyduklarını görüyoruz. Hazreti Yusuf'la başlayan Mısır maceralarında firavunlardan öğrendiler bu çok “levelli” zihinsel faaliyetini. Bu faaliyeti olabildiğince katmanlamaları sebebiyle de başlarından geçen onca “pogromik” uygulamaya, yani Yahudi kırımına rağmen can düşmanlarının arasında hayatlarını devam ettirmeyi bildiler. Bununla kalmadılar, vatandaşı oldukları devletlerin derinliklerine inerek “her dönemin etkin paralelcileri” olmayı başardılar.

Zaman içinde bu düşünce sistemi, Yahudilerin millî özelliklerinden en başta geleni oldu. Ve onlar, bu özelliklerini tepe tepe kullandılar/kullanıyorlar.

Bir nevi “münafıklık” diyebileceğimiz çok katmanlı analitik düşünce sisteminin şifresini zaman içerisinde başka devlet ve milletler de fark etti ve kodları çözmeyi becerdiler. Bugünümüzü etkileyenler olarak en son Batılılar, bu sistemin derin okumalarını yaptılar ve ulaştıkları metot sayesinde çağdaş bir medeniyet kurmayı başardılar. Batılı Aryanikler, en “çok katmanlı düşünce”ye sahip ulus ve devletler olarak hâlâ dünyayı idare etmeye devam ediyorlar.

Sırat-ı müstakim üzere olmanın ilk yolu: Münafıklıktan korkmak

İtiraf edelim ki, bu tarz düşünce sistemini öğrenemeyecek tek millet Türklerdi. Neden mi? Zira genetiklerinde ve lisanlarında “münafıklık” gibi bir özellik ve kavram kayıtlı olmayan Türkler, “Asyalı Hanif müminler”di de ondan. Tabiî böyle bir modelden haberdardılar. Ancak haberdar oldukları, lâkin “Meşreplerine sığdıramadıkları böyle bir yola tevessül etmediler” dense isabet olur. Hem bu yola tevessül etseler de becermeleri mümkün değildi. Bu bir beceriksizlik değil, aksine insanî ve dobra bir hususiyetti.

Öyle sanmaktayız ki, işte bu doğrucu tavrın ödülü olarak Allah, bu Hanif millete pozitif bir yol açma ameliyesi anlamında yardım etti. Ve onlar da bu “İlâhî murat” sayesinde dünyanın uzunca bir süresine hükmedip katmansız düşünceleri ve katışıksız faaliyetleri sayesinde “global ölçek”te hükümdar oldular.

Lâkin su uyur, düşman uyumazdı. Zamanla “Hanif ve mümin hükümranlık” da kısmî bir sızıntının hedefi oldu. Ve başta devlet yönetimindekilerin, yani Kutalmışoğullarının muhatap olduğu “İlâhî yardım”ın kesildiğine tanık olundu. İşte bu nedenle “Devlet-i Ebed” bir yere geldi ve global düşüncenin sahibi olan Yahudilerin tedrisinden geçen ve söz konusu modelde düşünmeyi öğrenen Aryanik Batılılar, tek katmanlı düşüncenin sahibi mümin Türklerin çok katman kopyacılığına yeltenen devletini 1683’te, Viyana önünde çökerttiler. Ve böylece gerileme başladı.


Aradan tam 399 yıl geçti. Bu uzun zamanlara baliğ yürüyüşün sonunda gelindi yukarıda söylendiği gibi dijital yüzyıl ve metafizik çağın başlangıcına. Dijitalizmin ve Ezoteryal metafiziğin yoğun bir biçimde insan hayatına girmesiyle birlikte, artık herkes gibi Türkler de çok katmanlı düşünmeyi öğrenen bir millet olarak kendini göstermişti. Bu kazanıma rağmen, günümüzde de “Hanif” bir millet olarak Türkler, diğer uluslardan farklı bir yerde duruyorlar. Ve onlar, hızlı bir uyanışın ardından, dünyada oyun kurucuların başında yer almaya başlamış durumdalar. Üstelik dominant bir şekilde, ivmelenerek yükselmekte olan oyunun en başını hedeflemiş olarak… Bu arada, haklarını yemeyelim ve çok başarılı bir oyun çıkardıklarını da söyleyelim. Çünkü herkes bu fikirde!

Çok katmanlı düşünce, daha evvel bu sahaya giren milletlerin hepsini bir anlamda “münafıklaştırmıştı”. Yani bu model, taliplerine önerdiği, birbirine zıt olsa dahi çok plânlı bir daire içerisinde düşünme pratiği nedeniyle beyni kışkırtan bir yapıya sahipti. Bu sebeple “pragmatist” bir ruh aşısı yapıyordu insanlara ya da toplumlara. Bu iğfal edici aşı da ahlâkı aşındırıyor ve her şeyi mubah hâle getiriyordu. Mubah görülen alan içerisinde, önerilen geniş spektrum çok dilli, çok dinli, çok ahlâklı ve çok yüzlü bir kişiliği de beraberinde oluşturmaktaydı. Yani söz konusu model, bir anlamda tek yüzlü/mümin insanlara kurulmuş bir tuzak gibiydi. Tabiî ki bunda, yani kurduğu tuzakta başarılı oldu. Ve beynine hükmettiği insan ve toplumları, yekpare veya kısmî olarak münafıklaştırdı.

Peki, sonunda Türklerin girdiği bu çağ itibariyle ve öğrendikleri çok katmanlı analitik düşünce sebebiyle, “Daha önceki milletlerin yaşadıklarıyla, yani münafıklaşma tehlikesiyle yüz yüze gelme olasılığı var mı?” diye bir soru sormak gerekirse, cevaben, “Belki gelecekte evet, var!” diyebiliriz. Ancak şu an Türkler, çok katmanlı düşünebilen müminler topluluğu olarak Yüce Allah'ın yardımı ile muhatap durumda. Bu nedenle karşı taraf, analitik düşünmenin somutlaşmış şekli olan A plânı, B plânı veya C plânı gibi, Z'ye kadar giden alternatiflerin hepsinin karşısında Türklere söz geçirememenin çaresizliği içerisinde.

Hanif Türk aklı, henüz bu düşünce modelinde iki, bilemediniz üç adet plân üzerinde çalışırken, onlar plânlarında Z'ye kadar gitmekte zorlanmamaktalar. Merakla soralım: O halde, A,B, C'den Z'ye kadar sıralanan plânları sahada niye hükümsüz kalıyor?

Doğrusu, bu sualin fizik somutluğunda bir cevabı yok galiba. Zira Türkler karşısında çaresizliğe duçar olan çok katmanlı plâncılar, bunun sırrını çözmüş değiller henüz. Şimdilerde de bunun şaşkınlığı içinde bocalamaktalar “Neden böyle oldu?” diye. Ama bu soruyu sormak ve cevabına ulaşmak Türkler açısından hiç problem değil. Zira dediğimiz gibi, Batılılar tarafından anlaşılamayan bu vaziyetin sırrı, “mümin” ya da “münafık” ikileminde saklı. Türkler, bu ikilemin ne anlama geldiğini biliyor ve işin formülündeki espriyi asla akıllarından çıkarmıyorlar. İşte koruyucu kalkan bu!

Dünyamız, aşağı yukarı yirmi beş yıldan beri, dijital katmanlarla zenginleştirilmiş stratejik savaşlara sahne olmakta. Onun için “3. Dünya Savaşı başladı mı, başlamadı mı?” diye düşünüyor, tartışıyor, lâkin karar veremiyoruz. 

Evet, lazım bir paradigma “çok katmanlı analitizm”, fakat “mümin akıl ve Hanif mantık” ölçüsü içerisinde!

Başarı, katmanlaşan bilgi ve birikime rağmen “ümmî” kalmak, aklı korumak ve yüreği müminleştirmekle kaim... Bu nedenle, “Rabbimiz, milletimizi münafıklıktan korusun! Hanif kimlik sonsuza kadar süre gitsin!” diye dua ediyoruz yazımızın girişinde.

Boynuz-kulak hesabı

Burada geçelim yazının ikinci faslına...

Çok katmanlı düşünceyi öğrenen Hanif Türkler, bir süre sonra devletlerini de çok katmanlı ve çok alternatifli akıl döneminin düşünce evrenine getirdiler ve “hasbî hareketi” 2002’den başlattılar. Bu anlamda “çok katmanlı düşünceyi öğrenme eğitimi” sürecini en az yaşayan millet olarak Türkler, çok değil, yirmi seneden beri öğrendikleri “analitik formül pratiği”ni devlet uygulanmalarına uyarlayan ve nihaî başarıyı en hızlı şekilde ortaya koyan millet olarak dijitalizmin tarihine geçmiş durumda olsalar gerek. Bu da bir lütuf!

Bu lütfa mazhar olmak, çok katmanlı düşüncenin tarihini yazan Batılıları ve ortaklarını olabildiğince kızdırmakta şimdilerde. Hepimiz tanığız bu öfkeye. Daha önce tek katmanlı düşünen Türkleri tek bir muharebede diz üstüne çökerten bu adamlar, kolay zafere alışmış durumdalardı. Bu nedenle şimdilerde Batılılar, icat hakkı kendilerine ait olan bu yöntemi öğrenmiş olan rakiplerini, bir an önce çökertmenin yolunu araya araya akıllarını tüketiyorlar. Yani plânlar kuruluyor, düzenler/düzenekler kurgulanıyor, desiseler kotarılıyor... Bu plânlar, düzenekler ve desiseler, iç içe geçirilerek anlaşılmaz bir kördüğüm çilesine döndürülüyor. Her şeye rağmen henüz doğallığını yitirmemiş ve yalın, sade, basit düşünmeye yatkın olan Türklerin beyinlerinde “düşünsel kaos” oluşturmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Lâkin nafile!

Doğal olarak sistematiğin girift tekniğini kavramış olan Türkler karşı plânlarını çok katmanlı yaparken, rakiplerinin sofistike plânlarının sırrını çözmek için çok katmanlı düşüncenin labirentlerinde hızla ilerlemek mecburiyetinde olduklarını da biliyorlar. Tabiî onlar da rakiplerinden geri düşmemek zorundalar. Ve Allah'ın yardımıyla akıllarını daha da ötede bir noktada konuşlandırmalıdırlar. Kısacası boynuz, kulağı geçmek zorunda!

Gerçeği saklamak için yapılan itibarsızlaştırma faaliyetleri

İşte bunun için komplo teorisyenleri ve akıl oyunlarına merakı olan bu insanlar, toplumlarına ve devletlerine yardımcı olmak için gece gündüz beyinlerini kazıya kazıya bir hâl olmaktalar. Batılı stratejik senaryo yazarları, Türk teorisyenlerinin fahrî ve hasbî çabalarının sonucunda plânlarının bir şekilde çözülüyor olması nedeniyle çok rahatsız olmalılar. Ve bu nedenle çıtayı yükseltmekte bir mahzur görmeyen ve Batılıların katman sayılarını arttırdıkça onlarla yarışmaya ve mücadeleye devam eden Türk fütüristlerine “komplo teorisyeni” diyerek/dedirterek âdeta düşman kesilmiş durumdalar.

Kendileri “ting-tang” dedikleri düşünce kuruluşlarında katman üzerine katman bindirirlerken, rakiplerinin -ille- tek yüzlü bir düşünceyle karşılarına çıkmalarını istiyorlar. Ancak biliyoruz ki, Türk’ün fütürizm teorisi kurgulayan avangardları, onların bu arzularını bozmaktalar. Söz konusu “bozguncu teorisyenler”, yani derin Türklerin faaliyetlerini durdurmak için yerli işbirlikçileri ile “komplo teorileri”ne burun kıvırma tavrı içerisindeler. Hem de “Aman, komplo değil mi?!” repliğini her fırsatta kullanarak...


İşte bu nedenle televizyon programlarında, gazete sütunlarında ve köşe başlarında tekdüze düşünen insanların istihdamına önem veriliyor! Ve “derin düşünce”ye komik ağızla “yalan teorileri” diyerek, uzun soluklu bir beyin etkinliği olarak üretilen hasbî düşünceleri küçümseme yoluna gidiyorlar.

Hülâsa, uyarmadan geçemiyoruz: “Çok bilinmeyenli bir akıl oyunu” diyebileceğimiz çok katmanlı düşünce eylemi ve onun ürünü olan öngörü ve ileri hayâller, “komplo teorileri” komikliğinde küçümsenir ve akıl sahipleri de bir nevi cüzzamlı hâline getirilirlerse “Türk aklı” zarar görür, kısalır, küçülür ve sonunda zekâ vasatlığının edilgen şekline dönüşür. O andan itibaren başka akıllar yazar, Türklere de ilkokul piyeslerinde rol almak düşer. İşte bundan mustaribiz!

Bu bakımdan “komplo teorisyeni” diyerek uzak görüşlü akıl sahiplerini küçümseyenleri, yazının bu faslının sonunda aziz millete şikâyet ediyoruz.

Savaş içinde savaşın münafık yüzü

Askerî tarih meâlen şöyle işaret ediyor: Dünyanın başlangıcından beri savaşlar tek katmanlı olarak yapılageldi. Yani iki düşman, savaş yapmak art niyetiyle ortamı karıştırdıktan sonra ya da bir şekilde savaş elzem olduğunda ordularını harekete geçirdiler ve bir ovada buluşup kıyasıya kavgaya tutuştular. Gerçi bu kavganın başlangıcında ortaya konan birtakım savaş plânları vardı. Bu plânlar da bir nevi çok katmanlı bir model olarak, savaş süresinde hayata geçirilir gibi olmaktaydı. Lâkin savaş alanında uygulanan söz konusu mücadele katmanları da yüzyıllardır aynı doğrultuda tekrar edile edile katmansızlığın bir parçası hâline gelmişti denilebilir.

Belki de bu anlamda, yani katmanları fevkalade vuruşmalar olarak, en kanlı savaşlara örneklik yapsın diye, “Dünya Savaşları”nı kayda geçmek gerekir. Fakat “Dünya Savaşları”nın katmanı da, savaş sahası veya kanlı oyunlardaki maharet ve kıvraklıktan çok, savaş öncesinde yapılan gizli ve iç içe geçmiş antlaşmalar olarak saymak gerekmekte. Ve bu antlaşmalardaki katmanlaşma, münafıklaşma eğilimleri olarak karşımıza çıkmıştı. Eski savaşların “cengâverlik ve şövalyelik” anlayışını bir tarafa atan bu tip antlaşmalarda hedef, mevcut savaşı kazanma ya da kaybetme üzerine kurulmuştu.

Fakat rakipler, “Kazan da, nasıl kazanırsan kazan!” pragmatizmi eğilimindeydiler ve her ne olursa olsun, nihayette kazançlı çıkan taraf olmak yeterli görülmüştü. Yani klasik savaşlarda olduğu gibi karşı karşıya gelenler, artık iki devlet ve onların “kahraman orduları” değildi. Evet, Dünya Savaşları ölçeğinde iki grup karşı karşıya gelmişti: İtilafçılar ve İttifakçılar... Ve bu müttefik gruplar arasında da farklı farklı, gizli gizemli anlaşmalar yapılarak yeni yeni katmanlar oluşturulmuştu. Mevcudu belli bu gruplar arasında kimin kimle anlaştığı, dışarıdan göründüğü gibi olmaya bilmekteydi. Yani bidayette, savaş alanında kimin nerede durduğu belli olmuştu. Ancak sonuç, bu duruşun içine sızdırılmış ince katman münafıklığıyla belirlenmekteydi. Yani “futbol münafıklığı” diyebileceğimiz çok katmalı düşünme sonunda varılan belirsizlik, Dünya Savaşlarına da hâkim olmuştu. Tam tarifle, Dünya Savaşlarına duhul eden devletler, “savaş şikesi” ile karşı karşıya kalmışlardı. Ve o keşmekeş içinde de olsalar, bu tekniğin faydacılığını çok iyi öğrenmişlerdi.

Şimdiye gelelim…

İnsanlık, bahis mevzu “katman münafıklığı”nın en bariz örneklerini yaşadığı bir zaman diliminde ve bunun çok katmanlı mücadelesi içerisinde olarak bu yıllarda deneyimini katmanlamakta. Diyoruz ki buradan yola çıkarak, “Biraz daha açalım vaziyet-i umumiyeyi”…

Sonunda ite kaka geldik yukarıda sözünü ettiğimiz “dijital ve de metafizik yüzyıl” aralığına, yani bugüne. İşte burada, savaşlar da savaş olmaktan çıktılar! Zaten biz de bu yüzyılın savaşlarına “dijital savaşlar” adını vermekteyiz ya nice zamandan beri. Aslında “Antik Mısır çok katmanlılığı”nın teolojik boyutunu hatırlatan anlam terminolojisinde, “Ezoterik ya da Agnostik harpler” ya da “münafık savaşlar” da diyebilirdik. Ama zamana uygun olsun diye “dijital savaş” adını tercih ettik.

Dünyamız, aşağı yukarı yirmi beş yıldan beri, dijital katmanlarla zenginleştirilmiş stratejik savaşlara sahne olmakta. Onun için “3. Dünya Savaşı başladı mı, başlamadı mı?” diye düşünüyor, tartışıyor, lâkin karar veremiyoruz. İşin aslına bakarsanız, günümüzün ulusları ve devletleri, henüz adı bile konulmamış bir savaşın içerisinde mücadele etmekteler bir nevi “kör dövüşü anti-tekniği” kullanarak. Üstelik bu savaşlarda, kendini meydana atmış olanlar ne ulus, ne de birer devlet. Birtakım oradan buradan aparılmış insanlar üzerine bina edilmiş “çapulcular birliği” tarifine oturan terör grupları, kendilerinin de anlamadıkları, karanlık ve iç içe geçmiş çok katmanlı amaçlar uğruna birbirlerini kırıp geçirmekteler. Bununla yetinmemekte, hayatlarında hiç görmedikleri şehirlerin ortasında, hiç tanımadıkları insanların ölümüne neden olmayı kutsal ideal ve bu kutsiyet uğruna ölmeyi de kahramanlık saymaktalar.

Adlarına “canlı bomba” denilen birtakım patolojik vakalar, amaçsız bir şekilde ya da bildikleri amacın çok çok dışında, bir başka katmanın saklı ereği uğruna, katline sebep oldukları insanların yanı sıra, kendilerini de yok etmekten çekinmemekteler. Güya bu eylemleriyle öte dünyada Cennet’le ödüllendirileceklerini sanmaktalar. Bu nedenle pimi çekerken “Allah-u Ekber!” diye nara atmaya da özen gösteriyor ve âdeta “ölüm ironisi” yapmaktan da geri durmuyorlar. Acemiliklerinden sol ellerini havaya kaldırıyor olsalar bile... Ancak patlamayla parçalandıkları o anda, ruhlarını başka bir katmanda buluyor olmaları da kesin olsa gerek!

Günümüzün bu kabil “anti-savaş”larının canlı mühimmatı sayılan o canlı bombaların son katmanı neresi mi? Elbette “paralel evren”lerin sonsuz katlı yapısı içerisindeki ateş yurdu! Yani Cehennem katmanlarından biri…

Her şeyin şifresi, Âlemlerin Sahibi olan Allah’a aittir! Vesselâm…