KIRMIZI ışıkta araçlar
beklerken, yeşilin yanması ile arkadakilerin kornaya basması arasındaki sürenin
“dünyadaki en kısa an” olduğu söylenirdi.
Zaman
içinde durum değişti. Tespit edebildiğim kadarıyla, şimdilerde daha kısasını
görmek mümkün.
Bir
çay bahçesine, lokantaya, kahvehaneye gelenlerin, koltuk veya sandalyeye
oturmasıyla cep telefonunu masaya koyması arasında geçen süre, bildiklerimizin
hepsinden kısa.
Şimdilerde
herkesin elinde büyük ekranlı dokunmatik telefonlar görüyoruz. Eski tip cep
telefonları sadece birkaç yaşlıda kaldı.
Kimi
yenisine heves etmediğinden, kimi kullanamayacağını düşündüğünden, kimi
masraftan kaçındığından, kimi de eskisine olan bağlılığından…
Geçenlerde
bir çay bahçesinde bizim masada da aynı sahne yaşandı. Herkes, oturur oturmaz,
büyük ekranlı telefonlarını masaya bıraktı.
Arkadaşlardan
biri, iki telefon birden çıkardı cebinden. Biri eski tip, neredeyse yirmi
yıllık…
İşyerindeki
dolabı temizlerken, bir köşesinden çıkmış.
“Bunun
ne hatıraları var bende!” diyerek eski günlerden söz açtı.
Uzun
yıllar yurtdışında kaldığını biliyoruz. Almanya’da dükkân açmış, işletmiş.
Döner satmış. Ülkeye döneli daha üç yıl olmamış.
“Eski bir
telefonun ne hatırası olacak?” diye düşünmeyelim. İnsanın her eşyayla
ünsiyeti bulunabilir. Bir toplu iğneyle bile…
Arabasının
vites topuzuna takılı lâstiğe kıyamayan birini tanımıştım. “Deste deste paraları verdim, bu arabayı aldım. Elimde, para destesine
sarılı bu lâstik kaldı, atamadım” demişti.
Bizim
dönerci, eski telefonun hikâyesini anlatmaya niyetli ama biraz teşvik bekliyor
gibi...
“Ee”
dedik…
O
imiş beklediği. Kontağı çevirmiş gibi olduk.
*
“Burada benim
vaziyet sıkıntıya girince, karar verdim ki ne yapıp edip, kapağı yurtdışına
atmam gerekiyor. Uğraştım, koşturdum, boğuştum, araya adam buldum, nihâyet
Almanya’ya gitmeyi başardım.
İlk zamanlar biraz
bocaladım ama sonra işler rayına girdi çok şükür.
Oradaki
arkadaşların, akrabaların da yardımıyla bir dükkân açtım, döner işine girdim.
Dil konusunda çok
gayret ettim. Buradayken Almancaya biraz çalışmıştım ama esas orada epey emek
harcadım, hızlıca ilerlettim. Her gün iki saatimi ayırıyordum.
Tuttuğum ev,
dükkâna arabayla on dakika mesafedeydi. O zamanlar bekârım…
İşler oturunca,
bir yaz, kardeşim Süleyman yanıma gelmek istedi. Henüz göreve başlamamıştı. ABO
mensubuydu.”
Güzel
güzel anlatıyor bizim dönerci ama “Abo” deyince ne olduğunu anlamadık.
-O
da ne?
-“Atama bekleyenler ordusu”…
-Haa…
“Vizesini
ayarladı, biletini gönderdim, geldi. İki ay kadar kaldı. Hem dükkânda işlere
yardım ediyordu, hem de evi derleyip toparladı, kısa sürede düzene soktu. O
benden daha tertiplidir. Havluların, peçetelerin yeri belliydi artık; çamaşır
ve bulaşıkların yıkanması sisteme bağlanmıştı. Çatallarla kaşıklar, çay
bardaklarıyla su bardakları ayrı yerlerdeydi. Ondaki anahtarlık ile bendeki
farklı renkteydi. Girişteki askıda astığımız yerler bile… O sağ tarafı seçmiş,
bana sol tarafı bırakmıştı.
İnsanın
arkasını toparlayan, dağınıklık bırakmayan bir kardeşinin bulunması ne iyi!
Hele benim gibi savruk ve dalgın biri için...
Dükkânda
sistemi oturttuk. Elemanlar düzgünce çalışıyor çalışmasına ama başında durmak
da şart. Birader gelince, ben epeyce rahatlamış oldum. Kendime ayıracak vaktim
oldu.
O,
sabah erken giderdi; ben geç gider, gece geç dönerdim.
Bir
sabah evden çıkarken, her zamanki gibi kapıyı kilitleyip gitmiş.
Sabah
kalktım, duştan sonra çıkmak için kapıya geldim ki kilitli.
Askıya
baktım, anahtarım yok. Çekmeceleri karıştırdım, cepleri kontrol ettim; masanın
üstüne, sehpanın üstüne, aklıma gelen her yere baktım, bulamadım.
‘Yere
düşmüş olabilir mi?’ diye odaları, mutfağı ve banyoyu bile kontrol ettim, yok.
Arabada
unuttuğum anlaşıldı. Elimde arabanın anahtarı, dolanıp duruyorum.
Aksilikler
başladı mı peş peşe gelir, bilirsiniz.
Kapı
kilitli. Anahtar arabada kalmış. Telefonumun kontörü bitmiş, kimseyi
arayamıyorum, sadece dışarıdan aramalara açık. Ev telefonu yok. Altıncı
kattayım, balkondan atlamak gibi bir şansım bulunmuyor.
Çâresiz,
oturup beklemeye başladım. Biri beni arasın ki durumu düzeltelim.
Saatler
geçti, kimseden ses yok. Arkadaş, insanı bütün gün kimse aramaz mı?
Başka
zaman olsa dakika başı çalan telefondan o gün hiç ses çıkmıyor.
Bir
ara çaldı, koştum, ‘Çok şükür’ dedim, açtım, bizim şef garson… ‘Abi beni ara’
dedi, kapattı.
‘Dur’
mur diye bağırdım, duyuramadım.
Evin
içinde turluyorum. Can sıkıntısından patlayacak noktaya geldim. İki dakika
koltuğa oturuyorum, kalkıp yine yürümeye başlıyorum. Bir o yana, bir bu yana...
Sinirimden
şınav çekmeye niyetlendim. Terleyene kadar…
Tekrar
duşa girdim, telefonu yanıma aldım. Çalacak olursa yetişmek için vakit
geçirmeyeyim diye…
Öğleye
doğru karnım acıktı fakat iki lokma olsun yiyecek hâlde değilim.
Dalgınlık
deyin, unutkanlık deyin, anahtarı arabada bırakmamın cezâsı ağır oldu. Aşırı
bunaldım.
Bir
Allah kulu aramaz mı?
‘Ya
Rabbi yardım et’ diye duâ ediyorum…
Derken
telefon çaldı. Şükürler olsun. İstanbul’dan Hüseyin arıyor. Bizim Derviş
Hüseyin... ‘Ne var ne yok faslını geç’ dedim, ‘Evde hapis kaldım. Hemen bizim
Süleyman’ı ara, anahtarı unuttuğumu söyle’.
On
dakika sonra birader geldi, kapıyı açtı da hürriyetime kavuştum. İnsan kendi
evinde bile hapis kalabilirmiş, o gün anladım.
İşte
o telefon, buydu!
İyi
ki atmamışım! Yıllar sonra bu sabah karşıma çıkınca, yanıma aldım.
Hatırası
büyük…”
*
Çaylar,
kahveler içiliyor… Güneşin deniz üstündeki oyunları seyrediliyor…
Diğerleri
de kendi unutkanlıklarından bahsediyorlar.
“Ben
de bir defa telefonumu şurada unutmuştum”, “Bir keresinde şemsiyemi unuttum da
üç gün sonra gidince arkadaşın dükkânında buldum” gibi son derece sıradan
unutkanlıklarını anlatınca, iyi bir pas bulmuş golcü gibi hissettim kendimi ve
unutkanlıkla, dalgınlıkla ilgili hatıralarımdan birini anlatmak istedim.
“Benim
de birkaç defa anahtarı kapının dışında unutmuşluğum vardır” diye söze başladım…
“Kapatıp
işe gitmişim, anahtar kapının dışında asılı kalmış.
Birkaç
defa da içeri girdikten sonra dışarıda bırakmışım.
Çok
şükür, bir tehlike yaşamadık. Yanlış birinin eline geçmedi anahtarlar. Komşular
görüp haber verdiler.
İçerideysek,
kapıyı çalıp teslim ettiler. İşe gittiysek, akşam getirdiler.
Birkaç
defa böyle anahtarları unutmuş olmak, ara sıra kendimi yoklama alışkanlığı
geliştirmeme sebep oldu.
Bir
gün arabada işe giderken, birden aklıma geldi. ‘Acaba yine unuttum mu?’ diye
cebimi yokladım, şıkır şıkır ses geldi.
‘İyi’
dedim, ‘Unutmamışım bu sefer’.
Yolun
yarısındayken, birden kafamda bir ampul yandı.
Kırmızı
yanmış, frene basmış, durmuşum. Anahtar kontrolünü o sırada yapmıştım.
Yeşil
ışık yandığı anda kornalar başladı. Aklıma gelen şuydu: Tamam, evin anahtarını
kapıda unutmamış, yanıma almışım. İyi de, acaba arabanın anahtarını yanıma
aldım mı? Bu sefer de onu unutmuş olmayayım?
Öbür
cebimi yokladım, inanır mısınız, anahtar yoktu. Az daha paniğe kapılacaktım da
o kısacık anda çalan kornalar kendime getirdi.”