Anadolu, türkü dolu

Soylu bir sevdâ bırakalım acı çeken gönüllere! Anadolu, türkü dolmasa yüreği, kabarır mı? Yürekler sevdâ ile yanmasa, gönülde türkü kalır mı? İyi ki Anadolu, türkü dolu! Türkü, gönüllerin yolu… Hor görme garibi, Allah’ın kulu! Sevgiyi giyinen, neylesin çulu? “Sende bir umudum var seher yeli...”

TARİHİN yüz akı olmuş bir millet olarak o kadar çok kültürel değere sahibiz ki “Âdeta bir hazinenin üzerinde oturuyoruz” desek yeridir. Sadece isimlerini saymaya kalksak bu sayfalar dar gelir. Camilerimiz, hanlarımız, hamamlarımız, kervansaraylar, köy odaları nasıl anlatılır şimdi? Nasreddin Hocamız, Keloğlan, Hacivat-Karagöz, Yûnus Emre, Mevlâna nasıl sığar bir yazının kalıplarına? Düğünlerimizin coşkusu nasıl anlatılır? Ölenlerin yası nasıl tutulur? Bir bebeğin doğumu için yapılan hazırlıklar, diş hediği nasıl canlandırılır? Türk kahvesinin hatırı, Türk lokumunun tadı ve dillere destan yemeklerimiz nasıl sunulur?

Her şehrin ayrı bir havası vardır. İstanbul’un “taşı toprağı” kültür… Afyon’un kaymağı, Gaziantep’in baklavası, Bursa’nın kestane şekeri, Erzurum’un kıtlama çayı, Adana’nın kebabı, her ilin, her yörenin dillere destan yemekleri nasıl resmedilir, bilmem ki… Halayımız, horonumuz, efeler, zeybekler, seğmenler niçin kanımızı kıpırdatır? Ninnilerimiz, masallarımız, destan, hikâye ve türkülerimiz nasıl gelir dile?

Bütün kültür değerlerimiz içinde müstesna bir yeri olan, herkesin yüreğine dokunan türkülerimizden bahsetmek istiyorum bu yazımda.

Bağlamaya ömür verenlerden rahmetli Şemsi Yastıman’ın İstanbul’daki saz evinin girişinde, “Türk’ü anlamak için türkü dinlemek lâzım” yazılı bir levhanın asılı olduğunu yıllar önce öğrenmiş ve bu cinaslı sözü çok sevmiştim. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Türküler, Anadolu insanının romanıdır” sözü çınladı kulaklarımda ve Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun, “Şairim, zifiri karanlıkta gelse şiirin hası, ayak seslerinden tanırım/ Ne zaman bir köy türküsü duysam, şairliğimden utanırım” mısraları taht kurdu gönle.

Şimdi yolculuğa çıkma vakti! Dolunayın şavkının yeryüzüne yansıdığı bir gecede girin sevdâ ırmağına, binin aşkın kayığına ve yüreğinizi kürek eyleyin serin sulara. Kim bilir, neler göreceksiniz?

Zemheride gül açanlar, Ağustos’ta buz tutanlar, Su üstüne yazı yazan sevdâ kahramanları, türkülerle Anadolu’yu dolaşmak için sabırsızlananlar, daha ne bekliyorsunuz? Haydi, artık düşün yollara!

“Yolumuz gurbete düştü/ Hazin hazin ağlar gönül” der içiniz ve sorarsınız “Yollarda işim ne?” diye. Cevabı türkü verir: “Omuzumda sevdâ yükü/ Yollarda seni aradım/ Beste beste, türkü türkü/ Dillerde seni aradım.”

Hem de öyle bir aradım ki, sorma! Arı çiçek çiçek dolanadursun, ben “ballarda” seni arıyorum. Güzel çirkin ayırmadan, kullarda seni arıyorum. Elbette seni aramak zor, zahmetli; sana kavuşmak kolay değil…

Sevdiğine kavuşmak isteyen insan her mihnete, her sıkıntıya katlanmaz mı?

Her türkü bir sevdâdır

Her türkü bir sevdâdır duyabilene. İnsanı yüce dağ başından aşırır, tükenmez dertlere düşürür. Yârden bir gün ayrılığı bir asra bedel sayar, sevgilinin gözyaşları yüreğinizde yangınlar çıkarır. “Mendilim işle yolla/ İşle gümüşle yolla/ İçine beş elma koy/ Birini dişle yolla” diyerek dosttan gelecek elmadaki diş izlerini bergüzar sayar, uyanır endişesiyle yârini öpmeye bile kıyamazsın. Çünkü nefesinin alev olup ağzından çıkacağını bilirsin.

Bir Karadeniz ezgisi, “Mektup yazarım mektup/ Üzerini pullama/ Ben yazarken ağladım/ Sen okurken ağlama” diye inlerken, yedi dağın kuşlarıyla sevdiğine selâm göndermeyi de ihmâl etmez.

Havadaki turnalardan, su içtiği kurnalardan, giyindiği urbalardan, hem oğlundan, hem kızından, beşikte yatan kuzundan, hatta yâri kendi gözünden, yağan kardan, esen yelden, karıncalardan bile kıskanırsın ve Neşet Ertaş’la birlikte, “Açma zülüflerin yellere karşı/ Senin zülfün benim telim değil mi?” diye sevgiliye seslenir, şerha şerha yarılmış bir yürekle feryat eder, gönül dağlarına otağ kurarsın.

Sevdiğini eller alınca dünyayı sel kapladı zannedersin. “Gizli sevdâ” çekmenin ateşten gömlek olduğunu bilirsin. Yârin beyaz elleri yolcuyu yolundan eyler. “Bir ay doğar ilk akşamdan geceden/ Şavkı vurur pencereden bacadan”. Ayın şavkı zannettiğin yansıma, yârin şavkıdır aslında. Yolunu aydınlatan ışıktır o. Karlı dağları karanlık basmışsa, “Durur durur yâr göğsünü geçirir/ Yoksa bugün, ayrılığın günü mü?” diye sorarsın gönlüne. Karanlık dağları değil, senin içini kaplamıştır oysa. Senin gülün solmuş, güneşinin ışığı dürülmüştür artık. Âşık Ruhsati yetişir imdada dar vakitte. “Çok yaşayan, yüze kadar yaşıyor/ Gel de bu rüyayı yor deli gönül” der.

Ayrılık zannettiğin bir kavuşmadır aslında. Siz âşığın ayrılığa ağladığını sanırsınız, oysa o, “Ne zaman kavuşacağız?” diye inlemektedir.

Türkülerin biri yâr üstüne söylenirse, bilesin ki diğeri “Anam!” diye çığlık atar. Neşet Usta boşuna mı “İki büyük nimetim var/ Biri anam, biri yârim” diyor? Başım dara düşse, anam başucumda ağlar; ama onun gözlerinden boşanan sağanak derdime dert katar. Artık tabipler yarama merhem süremez. Zaten öyle anlarda, “Doktora, tabibe lüzum kalmaz”. Çünkü “Yüce dağları duman kaplamıştır”. Kara haber mola vermez yollarda, gurbetten doludizgin bir kervan gelir gam yüküyle ve “‘Seher vakti bu yerlerde kimler ağlamış’ ki çimenlerin üstünü gözyaşı kaplamıştır?” diyerek alıverir kara haberi kara topraktan.

Kanar ve kanatlanır ozanın yüreği. “Hep sen mi ağladın, hep sen mi yandın?/ Ben de gülemedin yalan dünyada/ Sen beni ömrümce mutlu mu sandın/ Ömrümü boş yere çalan dünyada?” diyerek “Her kulun bir derdi var” dercesine mızrabını batırır çileli yüreklere.

Aşkın nârına yollara düşülmez mi? Yûsuf’u bulmak için kör kuyular eşilmez mi? “Yâri güzel olanın gözüne uyku mu girer?” Seven insan, yüreğini sevgilinin ayaklarına serer.

“Yâr gelip geçerken çiğnesin beni ama yeter ki onun ayakları incinmesin!” der, elenmemiş un verse aşk teknene hamur yaparsın. Tutuşursun, yanarsın. Nâra döner yüreğin ve dumanını hep içine salarsın. Bu nasıl aşktır Allah’ım: “Mezarımı yol üstüne kazın siz/ Yâr gelip geçtikçe kemiklere can gelir?” diyenin yüreğine nasıl bir sevdâ ateşi düşmüştür?

Ne yapsan, ne etsen gönlün hoş olmaz. Yeşil ördek gibi dalarsın göllere, Hac’al ovasını dolanırsın telli turnalarla, gönlün ateşlere düşer, Acem kızı yaralarını deşer, bir Mecnun da sen olursun… Gün gelir, Kerbelâ’ya çıkar yolun ve umut türküleri söylersin gelecek çağlara: “Neçedir ağlarsın ey kaşı keman/ ‘Bu duman başımızdan gitmez’ mi dersin?”

Turnalarla selâm salmak

Telefon tellerinin icat edilmediği, cep telefonlarının bilinmediği, elektronik postanın olmadığı, internet bağlantılarının kurulmadığı, dünyanın bugünkü kadar mâdenîleşmediği, gönül frekansının ardına kadar açık olduğu, yüzlerdeki “göz izi”nin bir bakışta tanındığı yıllarda “Telli turnam, selâm götür sevdiğimin diyarına” diyerek allı turnalarla selâm gönderebiliyorduk. Birbirimizden uzaktaydık belki ama gönüllerimiz arasında uçurum yoktu. Sevdiğimizi yanı başımızdayken bile özlerdik. Bilirdik ki, duvarın ardı bile hasretti.

Mis kokulu bir mektuptan neler okunur neler. Hele mektubun arasındaki kurumuş bir gül yaprağı ne çok şey canlandırır zihninizde. Bu arada mektubun da unutulmaya yüz tutmuş önemli bir kültür değerimiz olduğunu hatırlatmakta fayda var. Bir mektup nasıl yazılır? Hangi zahmetlerle postaya verilir? Kaç günde ulaşır gönderdiğin yere? Bunlar nasıl anlatılır mektup yolu gözlemeyene?

“Ne ağlarsın benim zülfü siyahım”, bak, “Hüma kuşu yükseklerden seslenir”…

Boşuna mı “Elâ gözlüm ben bu ilden gidersem/ Ağla, gözyaşını sil melül melül” demiş sevgili? “Sen ağlama, kirpiklerin ıslanır/ Ben ağlım ki deli gönül uslanır”…

“Çökertmeden çıkalım Halil’im”, başımız selâmete ersin. Yolumuz Bitez yalısına uğramasın. Yolculuğumuz Neşet Ertaş’la devam etsin: “Dost elinden ‘Gel’ olmazsa varılmaz/ Rızasız, bahçenin gülü derilmez/ Kalpten kalbe bir yol vardır, görülmez/ Gönülden gönüle gider yol gizli gizli…”

Bülbülün nazarıyla bakalım güllere, sevdiğimizden haber soralım yellere, “Sen düşürdün beni dilden dillere”, “Getir, el basalım Kelamullah’a/ Ne sen beni unut, ne de ben seni”.

Soylu bir sevdâ bırakalım acı çeken gönüllere! Anadolu, türkü dolmasa yüreği, kabarır mı? Yürekler sevdâ ile yanmasa, gönülde türkü kalır mı? İyi ki Anadolu, türkü dolu! Türkü, gönüllerin yolu… Hor görme garibi, Allah’ın kulu! Sevgiyi giyinen, neylesin çulu?

“Sende bir umudum var seher yeli...”