TARİHİN yüz
akı olmuş bir millet olarak o kadar çok kültürel değere sahibiz ki “Âdeta bir
hazinenin üzerinde oturuyoruz” desek yeridir. Sadece isimlerini saymaya kalksak
bu sayfalar dar gelir. Camilerimiz, hanlarımız, hamamlarımız, kervansaraylar,
köy odaları nasıl anlatılır şimdi? Nasreddin Hocamız, Keloğlan,
Hacivat-Karagöz, Yûnus Emre, Mevlâna nasıl sığar bir yazının kalıplarına?
Düğünlerimizin coşkusu nasıl anlatılır? Ölenlerin yası nasıl tutulur? Bir
bebeğin doğumu için yapılan hazırlıklar, diş hediği nasıl canlandırılır? Türk
kahvesinin hatırı, Türk lokumunun tadı ve dillere destan yemeklerimiz nasıl
sunulur?
Her şehrin ayrı bir havası
vardır. İstanbul’un “taşı toprağı” kültür… Afyon’un kaymağı, Gaziantep’in
baklavası, Bursa’nın kestane şekeri, Erzurum’un kıtlama çayı, Adana’nın kebabı,
her ilin, her yörenin dillere destan yemekleri nasıl resmedilir, bilmem ki… Halayımız,
horonumuz, efeler, zeybekler, seğmenler niçin kanımızı kıpırdatır? Ninnilerimiz,
masallarımız, destan, hikâye ve türkülerimiz nasıl gelir dile?
Bütün kültür değerlerimiz
içinde müstesna bir yeri olan, herkesin yüreğine dokunan türkülerimizden
bahsetmek istiyorum bu yazımda.
Bağlamaya ömür verenlerden
rahmetli Şemsi Yastıman’ın İstanbul’daki saz evinin girişinde, “Türk’ü anlamak
için türkü dinlemek lâzım” yazılı bir levhanın asılı olduğunu yıllar önce
öğrenmiş ve bu cinaslı sözü çok sevmiştim. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Türküler,
Anadolu insanının romanıdır” sözü çınladı kulaklarımda ve Bedri Rahmi
Eyüboğlu’nun, “Şairim, zifiri karanlıkta gelse şiirin hası, ayak seslerinden
tanırım/ Ne zaman bir köy türküsü duysam, şairliğimden utanırım” mısraları taht
kurdu gönle.
Şimdi yolculuğa çıkma
vakti! Dolunayın şavkının yeryüzüne yansıdığı bir gecede girin sevdâ ırmağına,
binin aşkın kayığına ve yüreğinizi kürek eyleyin serin sulara. Kim bilir, neler
göreceksiniz?
Zemheride gül açanlar,
Ağustos’ta buz tutanlar, Su üstüne yazı yazan sevdâ kahramanları, türkülerle
Anadolu’yu dolaşmak için sabırsızlananlar, daha ne bekliyorsunuz? Haydi, artık
düşün yollara!
“Yolumuz gurbete düştü/ Hazin
hazin ağlar gönül” der içiniz ve sorarsınız “Yollarda işim ne?” diye. Cevabı
türkü verir: “Omuzumda sevdâ yükü/ Yollarda seni aradım/ Beste beste, türkü
türkü/ Dillerde seni aradım.”
Hem de öyle bir aradım ki,
sorma! Arı çiçek çiçek dolanadursun, ben “ballarda” seni arıyorum. Güzel çirkin
ayırmadan, kullarda seni arıyorum. Elbette seni aramak zor, zahmetli; sana
kavuşmak kolay değil…
Sevdiğine kavuşmak isteyen
insan her mihnete, her sıkıntıya katlanmaz mı?
Her türkü bir sevdâdır
Her türkü bir sevdâdır
duyabilene. İnsanı yüce dağ başından aşırır, tükenmez dertlere düşürür. Yârden
bir gün ayrılığı bir asra bedel sayar, sevgilinin gözyaşları yüreğinizde
yangınlar çıkarır. “Mendilim işle yolla/ İşle gümüşle yolla/ İçine beş elma
koy/ Birini dişle yolla” diyerek dosttan gelecek elmadaki diş izlerini bergüzar
sayar, uyanır endişesiyle yârini öpmeye bile kıyamazsın. Çünkü nefesinin alev
olup ağzından çıkacağını bilirsin.
Bir Karadeniz ezgisi,
“Mektup yazarım mektup/ Üzerini pullama/ Ben yazarken ağladım/ Sen okurken
ağlama” diye inlerken, yedi dağın kuşlarıyla sevdiğine selâm göndermeyi de ihmâl
etmez.
Havadaki turnalardan, su
içtiği kurnalardan, giyindiği urbalardan, hem oğlundan, hem kızından, beşikte
yatan kuzundan, hatta yâri kendi gözünden, yağan kardan, esen yelden,
karıncalardan bile kıskanırsın ve Neşet Ertaş’la birlikte, “Açma zülüflerin
yellere karşı/ Senin zülfün benim telim değil mi?” diye sevgiliye seslenir,
şerha şerha yarılmış bir yürekle feryat eder, gönül dağlarına otağ kurarsın.
Sevdiğini eller alınca
dünyayı sel kapladı zannedersin. “Gizli sevdâ” çekmenin ateşten gömlek olduğunu
bilirsin. Yârin beyaz elleri yolcuyu yolundan eyler. “Bir ay doğar ilk akşamdan
geceden/ Şavkı vurur pencereden bacadan”. Ayın şavkı zannettiğin yansıma, yârin
şavkıdır aslında. Yolunu aydınlatan ışıktır o. Karlı dağları karanlık basmışsa,
“Durur durur yâr göğsünü geçirir/ Yoksa bugün, ayrılığın günü mü?” diye
sorarsın gönlüne. Karanlık dağları değil, senin içini kaplamıştır oysa. Senin
gülün solmuş, güneşinin ışığı dürülmüştür artık. Âşık Ruhsati yetişir imdada
dar vakitte. “Çok yaşayan, yüze kadar yaşıyor/ Gel de bu rüyayı yor deli gönül”
der.
Ayrılık zannettiğin bir
kavuşmadır aslında. Siz âşığın ayrılığa ağladığını sanırsınız, oysa o, “Ne
zaman kavuşacağız?” diye inlemektedir.
Türkülerin biri yâr üstüne
söylenirse, bilesin ki diğeri “Anam!” diye çığlık atar. Neşet Usta boşuna mı
“İki büyük nimetim var/ Biri anam, biri yârim” diyor? Başım dara düşse, anam
başucumda ağlar; ama onun gözlerinden boşanan sağanak derdime dert katar. Artık
tabipler yarama merhem süremez. Zaten öyle anlarda, “Doktora, tabibe lüzum
kalmaz”. Çünkü “Yüce dağları duman kaplamıştır”. Kara haber mola vermez
yollarda, gurbetten doludizgin bir kervan gelir gam yüküyle ve “‘Seher vakti bu
yerlerde kimler ağlamış’ ki çimenlerin üstünü gözyaşı kaplamıştır?” diyerek
alıverir kara haberi kara topraktan.
Kanar ve kanatlanır ozanın
yüreği. “Hep sen mi ağladın, hep sen mi yandın?/ Ben de gülemedin yalan dünyada/
Sen beni ömrümce mutlu mu sandın/ Ömrümü boş yere çalan dünyada?” diyerek “Her
kulun bir derdi var” dercesine mızrabını batırır çileli yüreklere.
Aşkın nârına yollara
düşülmez mi? Yûsuf’u bulmak için kör kuyular eşilmez mi? “Yâri güzel olanın
gözüne uyku mu girer?” Seven insan, yüreğini sevgilinin ayaklarına serer.
“Yâr gelip geçerken
çiğnesin beni ama yeter ki onun ayakları incinmesin!” der, elenmemiş un verse
aşk teknene hamur yaparsın. Tutuşursun, yanarsın. Nâra döner yüreğin ve
dumanını hep içine salarsın. Bu nasıl aşktır Allah’ım: “Mezarımı yol üstüne
kazın siz/ Yâr gelip geçtikçe kemiklere can gelir?” diyenin yüreğine nasıl bir sevdâ
ateşi düşmüştür?
Ne yapsan, ne etsen gönlün
hoş olmaz. Yeşil ördek gibi dalarsın göllere, Hac’al ovasını dolanırsın telli
turnalarla, gönlün ateşlere düşer, Acem kızı yaralarını deşer, bir Mecnun da
sen olursun… Gün gelir, Kerbelâ’ya çıkar yolun ve umut türküleri söylersin
gelecek çağlara: “Neçedir ağlarsın ey kaşı keman/ ‘Bu duman başımızdan gitmez’
mi dersin?”
Turnalarla selâm salmak
Telefon tellerinin icat
edilmediği, cep telefonlarının bilinmediği, elektronik postanın olmadığı,
internet bağlantılarının kurulmadığı, dünyanın bugünkü kadar mâdenîleşmediği,
gönül frekansının ardına kadar açık olduğu, yüzlerdeki “göz izi”nin bir bakışta
tanındığı yıllarda “Telli turnam, selâm götür sevdiğimin diyarına” diyerek allı
turnalarla selâm gönderebiliyorduk. Birbirimizden uzaktaydık belki ama
gönüllerimiz arasında uçurum yoktu. Sevdiğimizi yanı başımızdayken bile
özlerdik. Bilirdik ki, duvarın ardı bile hasretti.
Mis kokulu bir mektuptan
neler okunur neler. Hele mektubun arasındaki kurumuş bir gül yaprağı ne çok şey
canlandırır zihninizde. Bu arada mektubun da unutulmaya yüz tutmuş önemli bir kültür
değerimiz olduğunu hatırlatmakta fayda var. Bir mektup nasıl yazılır? Hangi
zahmetlerle postaya verilir? Kaç günde ulaşır gönderdiğin yere? Bunlar nasıl
anlatılır mektup yolu gözlemeyene?
“Ne ağlarsın benim zülfü
siyahım”, bak, “Hüma kuşu yükseklerden seslenir”…
Boşuna mı “Elâ gözlüm ben
bu ilden gidersem/ Ağla, gözyaşını sil melül melül” demiş sevgili? “Sen ağlama,
kirpiklerin ıslanır/ Ben ağlım ki deli gönül uslanır”…
“Çökertmeden çıkalım Halil’im”,
başımız selâmete ersin. Yolumuz Bitez yalısına uğramasın. Yolculuğumuz Neşet
Ertaş’la devam etsin: “Dost elinden ‘Gel’ olmazsa varılmaz/ Rızasız, bahçenin
gülü derilmez/ Kalpten kalbe bir yol vardır, görülmez/ Gönülden gönüle gider yol
gizli gizli…”
Bülbülün nazarıyla bakalım
güllere, sevdiğimizden haber soralım yellere, “Sen düşürdün beni dilden
dillere”, “Getir, el basalım Kelamullah’a/ Ne sen beni unut, ne de ben seni”.
Soylu bir sevdâ bırakalım
acı çeken gönüllere! Anadolu, türkü dolmasa yüreği, kabarır mı? Yürekler sevdâ
ile yanmasa, gönülde türkü kalır mı? İyi ki Anadolu, türkü dolu! Türkü,
gönüllerin yolu… Hor görme garibi, Allah’ın kulu! Sevgiyi giyinen, neylesin
çulu?
“Sende bir umudum var seher
yeli...”