Anadolu irfanı

Mazlum yerine zalime yoldaş olan, adaleti “Olsa da olur, olmasa da olur” bilen, başkasının hakkını hukukunu çiğnemeyi marifet bilen her kim gelip geçmiş ise, onu da doğrudan Anadolu irfanının dışında, hattâ hasmı bilmek icap eder. Anadolu irfanını, halkın tamamını kapsamasa bile ezici çoğunluğunu kapsayan bir hayat tarzı/dünya görüşü diye açıklamak mümkün olabilir.

SÖZLÜK karşılığı “bilme, anlama, tanıma, kültür” olan “irfan” kelimesi ile arif, maarif, marifet, maruf ile aynı kökten gelmektedir.

Tasavvuf çevreleri ise irfanı doğrudan tasavvuf anlamında kullandığı gibi “arif” kelimesini de “sufi” anlamında kullanmışlardır. Bunun bir sonucu olarak tasavvufçular, görüşlerini “Marifetnâme” (İbrahim Hakkı gibi) şeklinde adlandırdıkları gibi, tasavvuf ileri gelenleri de “arifler” diye (“Ariflerin Menkıbeleri”, Ahmet Eflakî gibi) kitaplaştırılmışlardır.

Tasavvuf çevreleri, irfanı, çalışma yoluyla elde edilen bilginin (kesbî bilgi) dışında, sülûk ve tecrübenin sonunda bağış yoluyla (vehbî bilgi ya da marifet) ulaşılan bir bilgi türü olarak da kabul etmişlerdir. Yine onların görüşüne göre çalışma yoluyla elde edilen bilgi de vehim, yanılma olacağı hâlde, marifette vehim, yanılgı yoktur. (S.Uludağ, Marifet, DİA, C.28, İstanbul 2003, s.54-56)

Şiîlerin arasında da irfan ve arif kelimeleri, tasavvuf çevrelerinin kullandığı içerikte kullanılmaktadır. Tasavvuf yerine doğrudan irfan kelimesi tercih edilmektedir. Bilginin kaynağı, edinme yolları ve tasnif edilmesi gibi konularda tasavvuf ve Şia çevrelerinin görüşleri arasında büyük bir benzerliğin olduğu bilinmektedir.

***

Anadolu insanının, okuması yazması olmasa da kendine göre bir malûmatın, sezginin sahibi olduğu, bu yüzden de arif olduğu görüşünü pek çok kimse söylemektedir. Okumaya/bilgiye dayanmayan bir ariflik, kendi ölçüsüne göre değerli, önemli sayılmaktadır.

Anadolu’da halk, savaş ve seçim zamanlarında çok değerli, vasıflı ve özel bir halk olarak da görülmüştür. Millî Mücadele döneminde yere göğe sığdırılamayan Anadolu halkının, o mücadeleden hemen sonra, her şeyi mutlak sûrette değiştirilmesi gereken, ilkel, kaba, terbiyeye muhtaç bir topluluk olarak görülmesi örneği hatırlandığında, Anadolu halkına verilen değerin de dönemin şartlarına göre değiştiği sonucuna varılabilir.

Son zamanlarda “Anadolu İrfanı” deyimi sıkça kullanılmaktadır. Bu deyim neyin karşılığıdır?

Anlaşılacağı gibi, Anadolu’da var olan/görülen bir irfanın karşılığıdır bu tanım. Anadolu denildiğine göre, buradaki irfanı komşu ülkelerden ayıran özelliklerden söz ediliyor olmalıdır. İran, Irak ve Suriye gibi ülkelerden farklı bir irfan anlayışı Anadolu’da baskın, geçerli olmalıdır.

***

15 Temmuz 2016 darbe girişiminden sonra “Anadolu irfanı” tarifi daha çok kullanılır oldu. Darbecilere karşı sokaklara dökülen halkın, bir Anadolu irfanına sahip olduğu vurgusu yapıldı. Eğer bu tespiti geçerli sayar isek, Anadolu irfanı için “ortak bir bilinç ya da ortak bir tepki” diye bir tarifte bulunmak mümkün olacaktır.

Türkiye’de askerî darbelere ilk defa bir halk tepkisi görülmüştür. Oysa askerî darbeler geçmişte çok fazlaydı. Aynı halk aynı yerde yani Anadolu’da yaşarken, önceki darbelere böyle bir tepkiyi neden göstermemişti? Bu sorunun cevabı, belki de Anadolu irfanı deyimini açıklayacaktır.

Şerif Mardin’in tezine göre (Jön Türklerin Siyâsî Fikirleri, 1895-1908), “Anadolu” adı İkinci Meşrutiyet döneminde çıkan gazete adları ile birlikte giderek rağbet gördü. Daha Yıldırım Bayezit döneminde (1389-1402), Anadolu ve Rumeli Beylerbeyliklerinin adları hatırlandığında, Anadolu adının elbette çok daha uzun bir geçmişinin olduğu teslim edilecektir. Ancak İkinci Meşrutiyet döneminden itibaren, ayrıca yeniden ve daha çok literatürde kullanılmaya başlandığı tezinin de bir haklılık payı vardır.

Ömer Seyfettin, Reşat Nuri Güntekin, Necip Fazıl ve Nurettin Topçu gibi yazarların da katkısı ile edebiyat alanında bir Anadoluculuk akımı ya da vurgusu olmuştur. Türklerin tarihini daha çok Anadolu’dan (1071 Malazgirt Savaşı ile) başlatan ve Anadolu’da olup bitenleri daha çok önemli/değerli sayan görüşle bir tarih ve toplum tezi bu yazarlar tarafından oluşturulmaya çalışılmıştır.

Böyle bir toplum ve tarih görüşünün isabeti şüphelidir.

Anadolu’daki halktan kasıt (ezici çoğunluk olduğu için) eğer Türkler ise, Anadolu irfanı diyerek Türklerin sadece Anadolu kısmını içine alan, Anadolu dışında kalan Türkleri hesaba katmayan bu tezin kapsayıcı olmadığı açıktır. Anadolu irfanı ile Türkiye’de yaygın olan ve kabul gören İslâm kastediliyor ise, bunun da isabeti tartışma götürecektir. Çünkü Anadolu’daki Müslümanlar Türklerden ibaret olmadığı gibi, Müslümanlık da Türkiye ile sınırlı değildir.

***

“Anadolu irfanı” deyimi tarihin hangi dönemini kapsayacaktır? 

Kemâlist dönemi ve onun etkisiyle olup bitenleri kapsamayacağı kesindir. Kemâlizm için zaten Anadolu halkı, çağdaşlık ile terbiye edilmesi gereken kaba, cahil bir topluluktur. Bundan dolayı Anadolu irfanı, nasıl tarif edilirse edilsin, Kemâlizm için makbul değildir. Çünkü çağdaşlık, Avrupa’da genel geçer olanların toplamıdır. Anadolu ise onlardan yoksun olduğu için geri ve ilkel olmuştur.

Böyle bir Anadolu’nun da, onun irfanının da bir kıymet-i harbiyesi yoktur.

Anadolu irfanı ile tasavvuf kastediliyor ise, bunun da Türkiye tarihinin ve Türkiye’deki halkın tamamını kapsamadığı açıktır.

Evet, Tasavvuf akımı/anlayışı Anadolu Selçukluları döneminden başlayarak özel bir himâyeye sahip edildiği için belli bir etki alanına ve devamlılığa sahip olmuştur. Tek parti döneminde bir takibat ve zulme maruz kalmış ise de demokrasi ile birlikte yeniden eski saltanatına geri dönmüştür.

Tasavvuf çevreleri, kerih gördükleri demokrasi sayesinde gelip giden her iktidarın az çok iltifatına, ikramına sahip olmuşlardır. Buna rağmen tasavvufun sahip olduğu ilkelerin isabeti tartışma konusu olmaya devam ettiği gibi, halkın önemli bir bölümü de tasavvufun dışında kalmayı sürdürmektedir. Bundan dolayı “Anadolu irfanı” deyimini tasavvuf ile sınırlandırmak ya da açıklamak gerçekçi ve isabetli olmayacaktır.

***

Adaleti önemsemeyen, zulme itirazı değersiz bulan, başkasının hakkını gasp etmeyi marifet bilen bir tutum ya da hayat tarzı ne Anadolu’da, ne de başka bir coğrafyada irfan diye anılmayı hak etmez. Dolayısı ile tarihte adalet peşinde koşan, zalimle kavgayı göze alan, başkasının hakkını en az kendi hakkı kadar aziz bilen herkes, Anadolu irfanında pay sahibidir. Mazlum yerine zalime yoldaş olan, adaleti “Olsa da olur, olmasa da olur” bilen, başkasının hakkını hukukunu çiğnemeyi marifet bilen her kim gelip geçmiş ise, onu da doğrudan Anadolu irfanının dışında, hattâ hasmı bilmek icap eder.

Anadolu irfanını, halkın tamamını kapsamasa bile ezici çoğunluğunu kapsayan bir hayat tarzı/dünya görüşü diye açıklamak mümkün olabilir.

Konu madem “Anadolu” adıyla sınırlandırılıyor, o hâlde bunun zamanı için de Anadolu’nun fethini başlangıç yapmak gerçekçi olabilir. Böyle bir başlangıç, Anadolu’daki irfanı başka ülkelerden ve oralardaki Müslüman topluluklardan bütünüyle ayırmayı icap ettirmez. Azerbaycan Türkleri ile Anadolu Türkleri arasında bir benzerlik kaçınılmaz olacağı gibi, Türkiye’deki Müslümanlar ile Suriye ya da Pakistan Müslümanları arasında da bir benzerliğin olması kaçınılmazdır.

Bilgiye, bilince, anlamaya dayanmayan bir irfanın zor zamanlarda işe yaramadığı, kapsayıcı olmadığı, sorun çözmediği ve aksine sorun olduğu, tarihin şâhitliği ile pek çok olayda görülmüştür. Bundan dolayı bilmeye ve anlamaya dayalı bir irfan anlayışının daha gerçekçi ve kuşatıcı olacağı açıktır.

Medrese geleneğini yok sayan, onun birikimini hesaba katmayan, fıkıh ilmini ve onunu oluşturduğu geleneği önemsiz gören, kendini gezgin dervişlerle sınırlandıran bir irfan anlayışı olmaz. İslâmî ilkeleri çiğnemeyen, aşmayan, halkın zararına, aldatılmasına tenezzül etmediği gibi aksine engel olan, her geleneğin/anlayışın Anadolu irfanında bir yeri, bir payı olmalıdır.

***

Türkiye tarihinde, yaşanmış olan büyük trajik olayları da halkın ortak bir hayat tarzının/dünya görüşünün ya da irfanının yokluğunun kanıtı gibi takdim etmek büyük yanlıştır. Her olayı kendi döneminin şartları içinde ele almak icap eder. Tarihteki her olayı bir toplumun suçlanması ya da sorumlu tutulması için bir bahane saymak, iyi niyetten ve bilgiden uzak bir tutumdur.

Türkiye tarihinde işlerin yolunda gitmediği dönemlerde bir kaos ya da isyanın olmayışına karşılık, işleri yolundan çıkaran zalim yönetimlere de kayıtsız şartsız bir itaatin olmadığı, âdeta isyan ile itaat arasındaki bir muhalefetin baskın olduğu söylenebilir. İşgal dönemlerinde yaşanmış büyük acıların ve kayıpların oluşturduğu bir ortak bilince dayalı olan bu tutumun her zaman sorun çözücü olmasa da yeni sorunları engellemiş olmasını, halkın ezici çoğunluğu tercih etmiştir.

Halkın bu tutumunu belki Anadolu irfanının bir sonucu olarak görmek isabetli olacaktır. “Ya devlet başa, ya kuzgun leşe” diye özetlenebilecek bir tarihî tecrübe, bu tutumu tayin edici olmuştur.

CHP iktidarında “inkılâp” adıyla yapılanlara halkın fiilî bir tepkisinin olmayışına karşılık, özgür seçimlerin başladığı 1950’den beri bir daha CHP’nin iktidar olamayışını, halkın uzun vadeli, yeni sorunlar ve kayıplar istemeyen bir irfanı olarak görmek mümkündür. Yüz yıldan beri devletin bütün imkânları seferber edilmiş olmasına rağmen halkın ezici çoğunluğunun Kemâlizme muhalif olması da Anadolu irfanının bir sonucu olmalıdır.

Anadolu irfanını her derde devâ bilmek ne kadar aldatıcı ise, hiçbir işe yaramaz, önemsiz bir söylenti gibi düşünmek de aldatıcıdır. Bir halkın bütün davranışlarını tek bir neden tayin etmeyeceği gibi, o nedenin ortaya çıkması, kendini belli etmesi ve nihâyet sorun çözücü hâle gelmesi de bazı şartlara bağlıdır. Aklımıza gelebilecek olumsuzlukları düşünerek, “Nerede bu Anadolu irfanı?” yakınması da çok isabetli değildir.