
BİR zamanlar ağanın biri iki köle satın almış. Birinin eli
ayağı düzgün, güçlü, kuvvetli ve gösterişliymiş. Diğeri ise cılız, çelimsiz ve
ufak tefekmiş. Üstelik ağzı da kokuyormuş. Yanına yaklaşanlar ağzının
kokusundan büyük rahatsızlık duyuyormuş.
Efendi, iki köleyi de aynı adamdan satın almış. Yani
köleler uzun zamandır arkadaş imiş. Efendi, yolda köleleri sınamak istemiş.
Önce güçlü kuvvetli olanı bir yere göndermiş, “Şu işi hâllet, arkamızdan bize
yetiş” demiş. Zayıf ve çelimsiz olanla baş başa kalınca, ona, “Arkadaşın senin
için kötü şeyler söylüyor. Senin birtakım kötü huyların varmış. Eğer onları
terk etmezsen seni yanımda uzun süre tutmam” demiş.
Köle, “Ben, arkadaşımı yalanlayamam ve onun hakkında kötü
şeyler söyleyemem. Onun benimle ilgili söylediği fena özelliklerimi söyleyin de
onları terk edeyim efendim” demiş. “İnsan kendini pek bilemez, bu nedenle kötü
özelliklerimi fark etmemiş olabilirim” diye ilâve etmiş.
Efendi, “Ben onları sana bilâhare bildiririm. Şimdi başka
şeyler konuşalım, ağzımızın tadı kaçmasın” diyerek konuyu değiştirmiş. Bu arada
güçlü kuvvetli olan köle, efendiye ve diğer köleye yetişmiş. Verilen görevi
yerine getirdiğini gururla söylemiş. Bunun üzerine efendi, diğer köleyi bir
bahane ile kendilerinden uzaklaştırmış ve güçlü kuvvetli olan köleye, “Senin
yokluğunda arkadaşın senin birçok kötü huyundan bahsetti. Eğer onları terk etmezsen
seni kısa sürede başkasına satmak zorunda kalırım” diye köleyi denemeye başlamış.
Köle hiddetle öne atılıp, “Vay namussuz dedikoducu vay!
Zaten o beni hep kıskanmıştır. Efendiye yakın olmayayım diye, demek arkamdan atıp
tutuyor. Siz onun dediklerine bakmayın. Asıl kendisinin birçok kötü özelliği
vardır. Üstelik ağzı kokuyor. Bazı zamanlar kimse ağzının kokusundan yanına
yanaşamaz” demiş.
Efendi, “Neyse, şimdi bırakalım bu mevzuyu. Ağzımızın
tadı kaçmasın, yolumuza devam edelim ve bir an önce evimize varalım” demiş. Bu
arada diğer köle de onlara yetişmiş. Hep birlikte uzun bir yolculuktan sonra
efendinin çiftliğine varmışlar.
O akşam, güzel bir yorgunluk uykusu çektikten sonra,
ertesi gün efendi, sabah erkenden iki köleyi de yanına çağırmış, “Bundan sonra
burada birlikte çalışacaksınız” demiş. Zayıf ve cılız olanı göstererek, “Sen
benim kâhyam olacaksın”, diğerine, “Sen de bunun emrinde çalışacaksın. Ne
emrederse onu yapacaksın” demiş. Güçlü kuvvetli olanın şaşkınlığını gidermek
için de, “Bunun ağzı kokuyor, senin canın kokuyor!” diyerek neden böyle bir
tercihte bulunduğunu açıklamış.
Rahmetli babam, bu hikâyeyi anlattıktan sonra, “Oğlum,
sakın arkadaşınızın ardından atıp tutmayın! Onun yokluğunda sevmeyeceği şekilde
konuşmayın. Kimseye haset etmeyin. İftira atmayın. Haset etmek, başkasını
çekiştirmek, ağız kokusundan da beterdir! Adınız toplumda kötüye çıkar, kimse
sizinle dost olmak istemez” demişti. Yıllar sonra bu hikâyenin aslını Mesnevî’de
okuduğumda, babamın beslenme kaynaklarını da öğrenmiş oldum. O da diğer
yaşıtları gibi Mesnevî’den, Bostan’dan, Gülistan’dan, İlâhinâmeler’den, Kelile
ve Dimne’den, Ahmediye ve Muhammediye’den beslenmiş meğer. Ama artık o eski
kültür kalmadı. Bu nedenle toplumda kötülük aldı başını gidiyor.
Geçmişte sözlü aktarımı da mümkün ve kolay olan kitaplar,
içerdiği meseller sayesinde halkın kendiliğinden erdemli olanı bulmasını
sağlayan bir zihin dünyası inşâ ediyordu. Böylece insanlar iyi ile kötü olanın
arasındaki farkı kolayca anlıyor ve davranışlarının akıbeti konusunda bir
bilince sahip oluyorlardı. Babamın her hâdiseyi bize ders olacak şekilde
yeniden meselleştirmesi, bu geleneğin bir uzantısıydı. Atölyede yanında çalışırken
bize anlattığı hikâye ve meseller, gayr-i iradî bir bilincin oluşmasını
sağlamıştı, hamdolsun.
Belediyecilik yaptığım günlerde projelendirdiğim ve
hayata geçirdiğim “Nezaket Okulları”nda hocalık yapanlara, çocuklara masal ve
hikâye anlatarak erdemli olmayı öğretmelerinin çok iyi bir yöntem olduğunu
söylediğimde, fakülte bitirmiş ve öğretmenlik formasyonu almış bir hoca hanımın,
“İyi de Başkanım, ben masal bilmiyorum, ne yapacağım?” dediğinde şaşkın şaşkın
yüzüne bakmış ve “Okuma yazması olmayan anam kadar olamıyor musun?” demiş ve
eklemiştim: “O gazete, radyo, televizyon ve bilgisayarın olmadığı dönemde uzun
kış gecelerini bizi eğitecek masallar ve hikâyeler anlatarak doldurmuştu.”
Ancak o masal ve hikâyelerin her biri, bir bütünün
parçası olarak bizi inşâ etmişti. Şimdi de çocuklar birilerinin çizgi
filmlerini izleyerek kimlik ve kişiliklerini inşâ ediyorlar. Lâkin o kimlik ve
kişilik, maalesef Anadolu erdeminden mahrum! Bu yüzden toplumda cinayetler
çoğaldı, kötülükler arttı.
Çâreyi de söyleyerek yazıyı bitirelim: Çâre, Anadolu
erdeminin kaynaklarını yani yukarıda bahsi geçen kitapları ve benzerlerini
yeniden hayatımıza taşımaktadır.