Anacığımdan dinlediğim masallar

Güvenmeyin dünyanın servetine. Bu masalı dinleyenler (okuyanlar) kavuşsun çocuklarının mürüvvetine. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine…

ÇAĞIMIZ insanı her şeye sahip görünüyor. Daha doğrusu, öyle zannediliyor. Her şeyin olduğu ama mutluluğun kaybolduğu, yüzlerin asılıp gülümsemeye hasret kaldığı, insanın kalabalıklaştıkça yalnızlaştığı, çoğaldıkça azaldığı, birlikten uzaklaşıp parçalandığı bir çağdayız. Her türlü sarsıntıya rağmen yıkılmaz bir kale olan ailede/yuvada ne çok şey öğrenir, her birimiz bir tarafından nasıl sarılırdık mutluluğa…

Teknolojinin nimeti olan yığınla elektronik alet hayatımızdaki yerini çoktan aldı almasına ama yüzlerimizdeki tebessüm de her geçen gün kaybolup gitti. Binlerce melodi, yüzlerce film, televizyon, oyun salonu, internet kafe derken çıtır çıtır yanan ocaklar sönmeye, patlayan mısır taneleri kaybolmaya, hedikler kurumaya başladı. Daha da önemlisi, masalını emmeden, ninnisini dinlemeden uyumayan çocuklarımızın dünyası değişti. Kendimize ait özelliklerimiz teker teker yok olmaya, hayat pınarlarımız kurumaya başladı.

Bilgisayar fareleri ve televizyon kumandaları, yavrularımızın emziği gibi… Ne yapsak da çocuklarımızı “Dataizm” denilen çağın hastalığından kurtarıp hasret kaldıkları pınara yeniden götürsek, masallarla tanıştırsak onları?

İtalyan Türkolog Ord. Prof. Dr. Anna Masala, “Türkiye’ye Aşk Mektuplarım” adlı kitabında insanlığın bizim kültürümüze ne kadar çok ihtiyacının olduğunu şu tespitle ortaya koymuştu: “Türk ninelerin çok anısı vardır. Atasözü, bilmece ve tekerlemelerin âlâsını bilirler. Bütün Türk çocukları iki okula gider. Nineninki ve öğretmeninki… Bana göre dünyanın bütün ülkelerinin Türk nine ve dedelerine ihtiyacı var.”[i]

Sizce de haklı değil mi?

Çocukluğumda ben de annemden çok masal dinledim. Masalın sonunda anneme, “Anne, o aksakallı ihtiyar nerede?” diye sorardık. O da bizim hayâlimizi yıkmamak için olacak ki, “Sultandağı tren istasyonunda bir kulübe yaptırmış, orada oturup duruyor yavrum” derdi. Hattâ Sultandağı’na gittiğimiz zaman hemen istasyona koşar, aksakallı ihtiyarın kulübesini arardık. Çocukluk işte…

Annemi rahmetle anıyor, ondan dinlediğim masallardan birini sizler için anlatmak istiyorum. Beğenirseniz siz de çocuklarınıza anlatabilirsiniz. Anlatın ki, Anka’nın kanadında bir yolculuğa çıksınlar, otağlarını Kafdağı’na kursunlar...

Türkmen gelini

Masal masal maniki/ Oğlu kızı on iki/ Yumurtanın sarısı/ Yere düştü yarısı/ Sahancının karısı/ Pilav pişirmiş yiyememiş/ Allı fistan giyememiş/ Derdini kimselere diyememiş/ Adını bu masalda gizlemiş/ “İyi okuyun bu masalı/ Bir de öğüdüm var” demiş/ Biz anlatalım masalı/ İçindedir akı karası/ Dileyen alır akı, dileyen karayı/ Aman dikkat edin, kanatmayın yarayı…

Az gittik, uz gittik; dere tepe düz gittik. Altı ay bir güz gittik, bir de dönüp baktık ki bir arpa boyu yol gitmişiz…

Kimilerine göre Çin’den ötede, kimilerine göre Hint’ten beride, aslını sorarsanız Anadolu’da, zemheride, dağların yamacında, bulutların ucunda, sevdâların burcunda, güzel mi güzel, aşkı dillerde destan, adı “Gülistan” bir kız yaşarmış. Günün ışığı söndüğünde ortalığı aydınlatır, yağmurlar dindiğinde yürekleri ıslatırmış. Gün olmuş, devran dönmüş, bizim güzel kız, gönlünü “Garip” adında bir yiğide kaptırmış. Kafdağı’nda bir ev yaptırmış ve Garip Oğlan’la evlenmişler. Sormayın o yerin rüzgârını selini, Garip Oğlan tutmuş Gülistan’ın elini, bizim Gülistan olmuş “Türkmen gelini”[ii]

Garip Oğlan iyi bir eşmiş, fakat kesesi boşmuş, yolu gurbete düşmüş. Evlendiği gece Gülistan’a zümrütten daha parlak bir taş hediye etmiş. Bir gece kaldıktan sonra çalışıp para kazanmak üzere gurbet yoluna düşmüş. Gezmedik il, dolaşmadık belde bırakmamış. Dönüp ardına bakmamış. Işık yanan her yere, duman tüten her eve varmış. Çalışmış, çabalamış, tam yirmi beş senede üç altın kazanmış. Aklı Türkmen gelinindeymiş. Gülistan dilinde, altınlar kesede belinde, umudu seher yelinde, “Benim de bir ilim, obam vardı; bir de telli duvaklı gelinim… Gidip bir göreyim” demiş.

Tan ağarmaya başlayınca çalıştığı üç arkadaşıyla birlikte yola koyulmuş. Ben diyeyim üç gün, siz deyin üç sene gitmişler ve bir ırmağın başına varmışlar. Irmağın başında bilge olduğu her hâlinden belli, tatlı dilli, güngörmüş bir ihtiyar varmış. Aksakallı ihtiyar, “Balı yağa katarım. Baldan sözler satarım. Kötülüğü yularından tutar, Kafdağı’nın arkasına atarım… Ah evlâtlarım, bende ne lâflar var lâkin her sözümü bir altına satarım. Hikmetli sözler söyler, size iyilik ederim” demiş.

Garip Oğlan hemen elini kesesine atmış, “Ben altınımın birisini verip bu ihtiyardan bir söz öğreneceğim” demiş. Arkadaşları, “Aman yanlış iş etme, ihtiyarın peşinden gitme! Yirmi beş senede üç altın kazandın, onu da bu ihtiyara mı vereceksin?” diye yalvarmış yakarmışlar. Ama nafile! Garip Oğlan’ın yüreğini merak sarmış bir kere…

“Al altını, söyle sözü ihtiyar!” demiş Garip Oğlan. Yaşlı adam, “Geçidini bilmediğin suya girme” demiş sessizce. Garip Oğlan, “Ak yüzlü güzel dedem, şimdi ben nasıl edem? Ben bu sözü biliyordum. Altınımı geri ver madem” dese de ihtiyar, “Ah evlâdım ah! Ben de ne sözler var bir bilsen?” deyince yine dayanamamış bizim Garip. Çekse de yirmi beş sene zahmet, ikinci altını da vermiş ihtiyara. Aksakallı dedenin sözü yine kısa olmuş: “Üzerine vazîfe olmayan işe karışma. Sorulmadıkça cevap verme.”

Yine içi yanmış Garip’in. İkinci altın da gidince, “Bari tek altınım kalsın, ihtiyar, sen ne yamansın!” demiş. Bizim ihtiyar alttan girmiş, üstten çıkmış, mânâlı mânâlı Garip’in yüzüne bakmış. Maksadı, üçüncü altını da almakmış. Ne yapıp edip Garip Oğlan’ı inandırmış. Üçüncü altına karşılık söylemiş son sözünü: “Akşamdan kızarsan sabaha kadar sabret.”

Bizim Garip ne bilsin işin iç yüzünü?!

Yirmi beş sene gurbet gezmiş, ne eziyetler çekmiş, kazandığı üç altını kaybedince içine hüzün çökmüş. Üzgün üzgün giderken bir ırmak çıkmış önlerine. Arkadaşları hemen dalmışlar suya ama Garip kapılmış korkuya, “Bir altın verdim ben, bulmadan sığ yerini ırmağın, girer miyim hiç suya?” demiş. İki arkadaşı boğulurken suda, bizim Garip’e yardım etmiş Hüdâ. Bulmuş suyun geçidini, geçmiş karşıya…

Akşam olmak üzereyken dumanı tüten bir ev görüp dalmış içeriye. Bir de ne görsün?! İçeride orta yaşlı bir adam oturuyormuş. Adamın yanında bir ala tazı bağlıymış. Karşısında da zincirlenmiş bir kadın... “Hoş geldin ey âdemoğlu!” deyip buyur etmiş Garip’i. Kırk kap yemek getirmiş sofraya, kırk kat yatak sermiş ortaya. Garip Oğlan bir ara içinden, “Bu tazı ne? Bu kadın kim? Ben bir tek kişiyim, kırk kap yemek neyime? Kırk kat yatak niye?” diye sorayım demiş ama ihtiyarın ikinci öğüdü çınlamış kulağında.

Yemeği yemişler. Ev sahibi tazıdan arta kalan yemeği kadına vermiş, yemekten sonra da bir testi suyu kafasından devirmiş. Garip bu işe akıl erdiremese de hiçbir şey sormadan yatağına girmiş. Uyumuşlar, uyanmışlar; sabah olmuş, gün doğmuş. Garip Oğlan, “Bana müsaade” deyip yola koyulmuş. Ev sahibi şaşırmış: “Yolcu! Sen ‘Bu kadının suçu ne?’ diye neden sormadın?” demiş. Garip, “Üzerime vazife değil diye sormadım. Elbet vardır bir sebebi” diye karşılık vermiş. Adam, “Zaten sorsaydın, öldürecektim seni. Bugüne kadar soranlar, elimden giydi kefeni. Sevdim garip yolcu seni. Öyleyse şimdi dinle beni” demiş ve başlamış anlatmaya:

“Ben bu yaylaların ağasıydım. Günün birinde kırk eşkıya geldi, yaylayı bastı. Ellerimi bağlayıp beni çama astılar. Hanımıma kötülük ettiler. Geldikleri gibi gittiler. Ben de hanımıma, ‘Gel, ellerimi çöz; nereye saklandılarsa bu zalimleri bulalım, zorbalardan öcümüzü alalım!’ dedim ama ellerimi çözmedi. Ala tazıma hay ettim. O geldi, beni kurtardı. Bu yüzden tazıyı ödüllendiriyor, kızgınlığımdan kadını da cezalandırıyorum.”

Ev sahibi sevmiş bir kere bizim Garip’i. Elbet vardır bunun da bir hikmeti. Giderken bir at, bir mavzer ve bir heybenin iki gözü dolusunca altın verip uğurlamış.

Az gitmiş, uz gitmiş. Dere tepe düz gitmiş. Bilmem üç ay sonra, bilmem üç yıl sonra köyüne varmış. Saçı sakalı uzamış, köylüleri bile onu tanıyamamış. Yolun kenarına durmuş. Bir de bakmış ki, Allı Gelin Gülistan, giymiş kara bir fistan, ellerinde güğüm, sırtında testi, suya gidiyormuş… “Dur bakalım” demiş içinden Garip,“Hanımıma bir lâf atayım, beni tanıyabilecek mi?”. Aradan yıllar geçmiş ne de olsa…

Çay başında duran gelin/ Şavkı suya vuran gelin/ Bir su doldur da içeyim/ Yanındaki çaydan gelin…”

Gülistan hemen cevap vermiş: “Karşı dağın önü ada/ Ben suyumu vermem yâda/ Belki gönlün haramzâde/ İç suyunu, git yoluna…”

 

Bu cevabı alan Garip, hanımının kendisini tanımadığını anlamış ve gece olunca evine gitmeye karar vermiş. Gece karanlığında evine yaklaşmış. Nasıl olsa kendi evim deyip pencereden şöyle bir bakmış…

Evlendikleri gece hediye ettiği parlak taş, evin ortasında duruyormuş. Gülistan da delikanlı bir oğlana sarılmış, uyuyormuş. Garip hemen mavzeri doğrultmuş ve ikisini birden öldürmek istemiş ama yoldaki ihtiyarın, “Akşamdan kızarsan sabaha kadar sabret” öğüdünü hatırlayıp vazgeçmiş. Yine de içi rahat etmemiş. “Bir yolunu bulup yanında yatan kişinin kim olduğunu öğrenmem lâzım” diye düşünmüş. Camı tıklatıp uyandırmış Gülistan’ı, dökmüş içindeki destanı: “Aydır gelin, uydur gelin/ Dağı taşı yandır gelin/ Yanındaki yatan yiğit/ Kocan mıdır, nendir gelin?”

Yattığı yerden doğrulmuş Allı Gelin ve vermiş cevabı: “Aydırmışım, uydurmuşum/ Dağı taşı yandırmışım/ Yanımda yatan yiğidi/ Ak sütümle emzirmişim…”

Meğer Allı Gelin’in yanında yatan, Garip’in öz oğluymuş. Bu duruma çok sevinen Garip, sabah olunca kendisini tanıtmak üzere oradan ayrılmış…

Ay batmış, gün doğmuş. Allı Gelin gördüklerini hayra yormuş ama yine de içi bir hoşmuş. O düşünürken olup biteni, çeşmedeki testi dolmuş. Garip Oğlan’ın sesi duyulmuş: “İstanbul’dan gelir tatar/ Kamçısını yana tutar/ Garip Oğlan nerde yatar?/ Kondur beni Allı Gelin…”

Sesin geldiği yana dönmüş, dikkatlice bakmış yüzüne ve tanımış kocasını. İki gündür kendisine kinayeli sorular soran bu yiğidin eşi olduğunu anlayınca bakın nasıl cevap vermiş: “İstanbul’dan gelir tatar/ Kamçısını yana tutar/ Garip Oğlan handa yatar/ Kondururum yiğit seni…”

Sarmaş dolaş olmuşlar, ağlaşmışlar. Babası, oğlu ve hanımı birbirlerine kavuştukları için Allah’a şükretmişler ve mutluluk denilen ülkeye gitmişler.

Geçen gün bir çift turna gördüm.[iii] “Nereye gidiyorsunuz?” diye sordum. “Gülistan’ın yanına, Türkmen gelininin ziyaretine gidiyoruz” dediler. “Benden selâm söyleyin. Yakında ben de ziyaretlerine gideceğim” dedim.

Türkmen gelini nerede, biliyor musunuz? Çok yakında, içinizde… Gerisini de siz düşünün artık!

Gökten üç elma düştü; birini yiyen kendinden geçti, birini yiyenin karnı şişti, üçüncü elmanın tadı ekşi… Elime aldım, tadı bala kesti. Sebebini düşünüp dururken bir yel esti, Türkmen gelini yanımızdan



[i] Anna Masala; (2002) Türkiye’ye Aşk Mektuplarım, Kültür Bakanlığı Yayınları, s.9

[ii] Afyon-Sultandağı-Karapınar’da “Aydır Gelin” olarak bilinir bu masal.

[iii] Masalın bitiminde rahmetli annem kendince güncelleme yapar, bizi masalın içine çekerdi. Aklımda kaldığı kadarıyla bu masal için söylediklerini masalın bitiminde yazdım.