İNSANI öldüren bir can sıkıntısı yaşamaktadır. İsyanına ses
taşır, yorulur... Takvimlerden yaprak eksiltir, yorulur. Ağlak şiirler yazar,
yine yorulur. Sonra susar. Susmaktan yorgun düşen kız, bu kez “Sessizliği
kıralım!” diyerek gecenin rahminden düşecek umudu beklemeye koyulur. Pencereleri
soyar, ışığı davet eder gözlerine. Vardığı yer, memleketidir. Sîmâlar da,
acılar da tanıdıktır…
“Bekleme!” dedikçe, zihin duvarlarına gizemli bir ses
yapışır; bir yandan hicret, diğer yandan hasret ile savaşmasını emreder. Uçsuz
bucaksız cenk meydanlarında, acılara meydan okuyarak büyür ve tsunamilerin
karşısına bir dalgakıran misâli çıkar.
Tebessümün arkasında saklanan hüzünler
Sebebini bilmez ama ömrünün ilk çeyreğinde
kulaklarında, “Ölmek istiyorum” sesi yankılanır. Ne ufka salınan uzun saçları
tarayan vardır artık, ne de teselli ile geçen özlemler. Ne bâkire geceler
sabaha ulaşmaktadır, ne de kışlar baharla buluşmaktadır. Çünkü yetim izlerin
saklı olduğu limandan ayrılan gemiler, götürdüklerini bir daha geri
getirmemektedirler.
Her şeye rağmen, hayâllerinden vazgeçmez ve göğe
saldığı uçurtmayla tutunur hayata. Bilir ki, hayat ne kadar siyah ve beyaz
olursa olsun, gökyüzüne çizilen yedi renkli bir gökkuşağı vardır ve er ya da
geç, onun altından geçeceğine de inanır.
“Keşke hayat, sevdiklerimizi bizden almasaydı!”
Üç evlilik yaşayacak olan ressam babasının işyerine
ait lojmanların tozlu yollarında koşan, üç tekerlekli bisiklet süren ve 1984
yılının 13 Nisan günü göbek bağı kesilen o kısa saçlı kız serpilmiş, 33
numaralı okula kaydedilmiş ve “Raya” isimli öğretmene teslim edilmiştir. Aypara
ve kardeşleri, kaderin bir cilvesi olarak, üvey babalı bir evde hayatlarına
devam edecektirler. Takvimler, bir bahar faslını, 21 Nisan 1998’i
göstermektedir.
Ömrünün başında, henüz otuz sekiz yaşında olan
anacanı, bir hasta ziyareti sırasında geçirdiği ânî kalp krizi sonucu “Elvedâ”
diyerek göçer bu dünyadan. Yere düşerken söylediği “Tutun beni!” sözüne rağmen
hayata tutunamayan kadın, kâh fabrikada çalıştı, bahçıvanlık yaptı, kâh qoğal[i] sattı, kâh karanfil; ama ne çocuklarını terk eden kocasına minnet etti, ne
de başkalarına.
Acılı haberi komşuya gelen telefonla öğrenen Aypara’nın
ıslak gözlerine teyzesi mendil taşır. Anacanı öldüğü gün, birdenbire büyümüş,
çocukluk hayâlleri de silinmiştir. Küçük omuzlarına verilen kader yükünü
sırtlayarak soğuk mezar taşına sarılır ve “Anne!” diye meler durur. Aradan
geçen onca seneye rağmen öldüğüne inanmaz. Uzak bir diyara gittiğine ve bir gün
çıkıp geleceğine, en önemlisi de bir daha gitmeyeceğine inanır. Uyandığı
rüyalardan geriye, yorgan altına sinen kokusu ile o kokuya karışan gözyaşları
kalır…
“O’ndan geldik, O’na döneceğiz”[ii] senedinde yazılı olan gerçeğin tezâhür edeceğini ve toprağın bir gün
insanoğlundan aslî emanetini geri alacağını da bilir.
Beş üzerinden dört alınca oturup ağlayan, doktor ya da
hemşire olmak isteyen başarılı bir öğrenci iken, nedendir bilinmez, liseden
sonra dayıları okumasına ruhsat vermez ve zorunlu olarak Sumqayıt’tan Guba’ya,
Hacıhüseyinli köyüne döner…
Anacanı eksilince, yuvasız bir kırlangıca dönüşür.
Çektiği hasret cehennem ateşine denk, yokluğu ise dağ üstüne binmiş yük… Bu yüke
ve bu büyüklüğe erişen kaderi, felek adlı terzidir.
Deli nehirlere gözyaşı taşırken, yalnızlığını “ıssız”
şehirlere benzetir. Çile dergâhında tek sığınağı ise Allah’tır ve her ne
yaşarsa yaşasın, yaşadıkları için O’na şükreder: “Nesib et nurundan men de
pay alam, yazam minbir kəlam, sətir Allah’ım! Melekler Nebîne gönderer salam, menden
də bir salam yetir Allah’ım! En içten duamı etdiyim zaman, baş eyib secdene
getdiyim zaman, eşqinle[iii] kül olub bitdiyim zaman, meni dergâhına götür Allah’ım!”
Şefkatinden yoksun geçirdiği her yılı, kayıp mevsimler
olarak işaretler. Tam yirmi iki kış geride kalmıştır. Bıkıp usanmadan her
senenin dördüncü günü, “Ad günün mübarək olsun anacan” der ve hayâline
sarılarak üşüyen yüreğini ısıtır.
Dağ gibi adamlar özlemi
“Yüzüme yerleşen tebessüme aldanma! Aslında toz
dumandır hâlim. Kırlangıçlar göç edeli yüreğimden, iyi değilim, hiç iyi değilim
ben! Şimdi gözlerim buğulu… İçimin kaldırımları yanık bir kahverengi, göğümde
ise gri bulutlar… Yani anlayacağın, havam çokça sonbahar…”
On üçüne bastığı senenin sonbaharında, tanış olduğu
gençle güzel anılar paylaşır. Tutkulu bir aşkın özlemini barındıran rüyaları,
peri masallarına dönüşür. Gizlendiği kalbi, “Memleketim, evim” diyerek
sahiplenir. Kâh bulutlara nem, çöllere yağmur taşır, kâh okyanuslarda
susuzluktan kırılır. Dolu dolu geçen sekiz yılın sonunda, saâdet zirvesine
sancak dikmeye meyilli bir kahraman cesaretiyle yapılan teklife, “Anacanım gibi
sevdiği tarafından kaçırılacağıma, rızamla varayım” der ve “Ürəyini ver mənə,
bir ömür sevim səni. Sən mənim hər şeyim ol” cevabını verir. Tılsımlı
şiirler yazan parmaklarına nişan yüzüğü takar. Ağızlarında ve kalplerinde
taşınan adları artık bir alyansa emanet edilmiştir.
Ertesi yıl, yine bir sonbahar mevsiminde, dört teyzeli
yeğenin çeyizi, 12 Kasım 2006 günü kasvetli ve yağmurlu bir havada lâtif bir
maharetle dizilir ve çocukluğunu geçirdiği yuvadan hatıralarını bırakarak
ayrılır.
Saçlarını uzatıp tarayacağı, adı “Aysel” ve “Fidan” olacak
kızların hayâlini kurarken, 2006 yılının sonbaharında, 22 Ekim günü Revan, üç
yıl sonra bir yaz mevsiminde, Temmuz’un 24’ünde Sənan, 2011’in ilkbaharında, 22
Mayıs’ta Ayxan, üç yıl sonra, kış bitiminde, 7 Mart günü de Yasin müjdesi
verilir… Böylelikle sekiz yıl içinde dört mevsim havasını soluklar.
Seneler geçer ama hayâllerinden vazgeçmez. Bir
uçurtmanın ipine tutunmuş gibi hayata tutunur. Bilir ki, uçurtmayı rüzgâra teslim
etmek, insanı mutlu eder. Yaşadıkları her ne kadar siyah beyaz olsa da
gökyüzüne hayâllerinden bir gökkuşağı çizerek incitenlere, acı çektirenlere,
güldürmeyenlere seslenir: “Bir vakit gittiğim gibi gideceğim ömründen, ardım
sıra boyum kadar ağrılarım, acılarım mîras kalacak. Üstüne sinen kokum,
tebessüm eden resimlerim, bir de sedef tarak dişinde bir tel saçım kalacak.
Attığın her adım, hayâlim karşına çıkacak; dokunmak, tutmak isteyeceksin ama
kafan karışacak! Bir başına kalacaksın, günahların eşlik edecek sana, saçını
başını yolacaksın! Gonca gülü dalında soldurdun, son pişmanlık fayda
vermeyecek. Tâcı tahtı terk edip başka sînelere göç ettin, kaçırdın şansını, tâcını
kaybettin!”
Kadir kıymet bilmenin, çok sevmenin insanı kayalardan,
taşlardan koruyamadığını görür ve üzülür. Arkasında duran, sevinciyle sevinen,
saçından bir tel düşmesine kederlenen ve dağ gibi duran adamların özlemini
duyar: “Olmayıb bəlkə də mən qədər sevən, olmayıb qədrini bir bilən qadın...
Və sən qaya adam və sən daş adam və mən hislərinə yenilən qadın...”
Aypara, bir terzi atölyesindeki makine başında harıl
harıl çalışmaktadır. Birden başında atölyenin müdiresi dikilir ve heyecanlanır.
Hatâsı olmamakla birlikte, “Fırça mı atacak?” diye düşünmeye kalmadan, “Baban
geldi!” der müdire. Tam yirmi yıldır telâffuz etmediği sihirli hitapla heyecanı
ikiye katlanır. Saniyeler içinde bir refleks gösterir. “Görüşmek istemiyorum”
dese de müdire hanım ısrar eder. Zoraki adımlarını atar. Çok geçmeden,
siluetini dahi hatırlamadığı bakımlı bir adamla karşılaşır. Bu ziyaret, bir
pişmanlığa bağlı özür dileme, af talebidir. Ama adam, beklediği “baba”
kelimesini kızından duymaz. Sonraki zamanlarda da... Bir davette masaya
getirilen “soğuk” bir başlangıç gibi, o hitap “siz” olarak devam edecektir…
Seneler seneleri kovalar. 13 yaşına kadar doğup
büyüdüğü 13’üncü mahalledeki dokuz katlı binanın 6’ncı katında yer alan evin
mutfağındadır; öğütülmüş badem ve şekerle yapılan yarım ay şeklindeki o meşhur
şəkərbura[iv] tatlısına nakış vermektedir. Anacanı, ay parçası kızını, “Bunu nə gözəl
naxışladın?”[v] diyerek över. Hiç duymadığını duymuştur. Ay, dolunaya döner, ışıldar da
ışıldar. Bu hâl, gözlerini tatlı uykudan ayırana dek sürer…
Kalbinde sevgi ve merhametten başka bir şey yoktur.
Dünyaya getirdiği beş evlâdını, kokularını almadan toprağa gömen, yalnız
yaşayan ve çokça kalbi kırılan lojman komşusunu, koruyup kolladığı için olacak
ki ikinci ana ve evini de kendi evi beller. Aralarında bir kan bağı olmasa da
sever, sevilir. Bir ilkbahar mevsiminde, sonsuza dek hayata gözlerini
yumduğunda, anacanını ikinci kez kaybetmiş gibi hisseder, “Keşke hayat,
sevdiklerimizi bizden almasaydı!” der…
Umudunun bittiği yerde inadı başlar
Bazen dil susar, kalp konuşur, bazen de atılan tek bir
adım, silinmez bir işâret olup beklenmedik bir sürprizle yaşar; bazen hayranı
olduğu bir pop şarkıcısına ait konser bileti, bazen de hayatını renklendirecek
gitar…
Anacandan kalma Rusça dilbilgisini geliştirmiş, yanına
da Türkçeyi eklemeyi başarmıştır. Bunda hiç şüphesiz İbrahim Tatlıses, İbrahim
Erkal, Emrah, Onur Akın ve Tarkan gibi Türk şarkıcıların tesiri büyüktür.
Ayrıca muazzam bir sese sahiptir. Ondaki yetenekler, saklı birer hazîneye
benzer ve başkalarından evvel kendini keşfeder. Yaptığı karakalem çalışmaları,
işte bu keşiflerden biridir. Tıpkı piyano başına oturması gibi…
Dostunu “Aziz” bilir Azize
Umutlarına yapışan prangalardan sıyrılarak, keder
ummanında battıkça batan yüreğini kızıl bir gelincik tarlasıyla buluşturan,
masmavi kıyılardan, yemyeşil dağ eteklerinden renk alan, uzun bir yolcuğu
içinde biriktirir sonra o uçsuz bucaksız vadide, avazı çıktığı kadar bağırır: “Duyduğum
her türküde kokun burnumda tüter, o an kim bilir özlem beni nelere iter?”
Yetinmez, hattâ yorulmaz! Bembeyaz bulutlara tırmanır,
âlemi seyre dalar; bazı insanları kalbe doğan güneşe benzetir, sıcak ve cana
yakın. Bazen küçük bir gölet, gözde deniz olur. Bazen tepeler dağa, dağlar ise
toza dönüşür. Her gün yanıp kavrulan kalbi, gün gelir de buzu keser hâle gelir.
İşte o zaman, ırak yakınlaşır, adı bile değişir, can dostunu “Aziz” bilir
Azize…