Ana kucağı, baba ocağı

Son yüz elli senelik kuşatma vetiresinde aile kurumumuza birçok kumpas kuruldu. Millî eğitim ve kültür başlıklarında köksüz ve yabancı politikalar yüzünden aile kutsiyeti alaya alındı; tiyatro, sinema ve benzeri temâşa faaliyetlerinde gayr-i meşrû beraberlikler mubah, aile içindeki tatlı sert ağız dalaşları ise kıyamet misâli gösterildi. Özellikle “ataerkil aile” kavramını yıkmak için sürekli kaynana-gelin çekişmesi manşet yapıldı.

ATALARIMIZ boşuna dememişler “Bir musîbet bin nasihatten evlâdır” diye. Ne hikmetli kelâm-ı kibar!

Bilâistisna, bütün dünyanın gündeminin birinci sırasındaki meselesi, “Coronavirüs” salgınına karşı alınan/alınacak olan karşı tedbirlerle (!) alâkalıdır. Tebâbet ilminin duayenleri, sosyal bilimciler, psikologlar “Sakın evden çıkmayın, sosyal mesafeyi koruyun” gibi telkinlerde bulunuyorlar.

Ledün ilminin üstadları ise sabretmemiz gerektiğini söylerler. Muhakkak evin, ailenin kıymeti yeni keşfedilmiyor. Ev demek, meşrû şartlarla kurulan, içinde ana, baba, ebeveyn (eskide) ve torunların oldukları sıcak ve mübarek bir yuvadır. Ancak modern zamanlara kadar yaşlılar ve çocuklar ailenin bakımı altındaydı. Modernleşme ile aile, endüstriyel bir kuruma dönüştü. İhtiyarlar huzurevlerine, çocuklar da kreş ve anaokuluna gönderildi. Anne olmak aşağılandı, doğurmak küçümsendi.

Kapitalizmin kazanç ve kariyer yüceltmelerine boğulan insanın aile içindeki konumlanma önceliği dağıtıldı. Feminizmin post-modern nihilizmi ile beraber aile, hapishane olarak tasvir edildi.

Hazreti Âdem (as) ile Hazreti Havv’nın (ra) evlilikleriyle başlayan aile kurumu, zaman içinde beşerî ideolojilerin paganları tarafından özünden saptırılmış, kimi ideolojilerde ekonomik hayatın birer üreticisi ve bazen marabası, kimi zaman bir feodal beye köle gibi çalıştırıldığı mutsuzlar topluluğu olmuştur. Beşerî ideolojilerden kapitalizmde, taraflardan biri olan kadın, ucuz işgücünden istifade edilmesi gereken, aile içinde yeniden üretici rolünde tutulup köleleştirilmiştir.

Kapitalizmdeki aile yapısını tenkit eden komünist allâmelerin (!) dünyasına göre birer üstyapı olarak görünen dini, ahlâkı ve aileyi maddeci anlayış belirler. Buna göre din, insanların hayatında egemen olan dış güçlerin vehme dayalı bir yansımasıdır. Kimi yeryüzü güçleri bu yansımada doğaüstü birtakım güçler hâlini alır. Kökeninde insanın tabiatı ve tabiata egemen olan yasalar konusundaki bilgisizlik yatar. Bu özü nedeniyle din, egemen sınıfların çıkarlarının korunmasında etkili rol oynar. Ekonomik temelin yansımasından başka bir şey olmayan ahlâk kuralları da evrensel bir nitelik ve geçerlilik taşımaz bu yüzden. Kendini ortaya çıkaran temelle birlikte yok olmaya mahkûmdur. Dolayısıyla evlilik kurumu da tarihsel ve toplumsal şartların bir ürünüdür. Özel mülkiyetin ortadan kalktığı, çocukların bakımlarının ve eğitim giderlerinin toplumca karşılandığı komünist sistemde kadın ve erkeğin birbirine bağımlılığını gerektiren aile kurumu ortadan kalkacak, cinsler arası ilişki kişisel ve özel bir râbıta durumuna gelecektir…

Proleteryada aslolan, materyalizmin nihâî başarısıdır, fertler ekonominin yani üretim araçlarının rantabilitesi oranında kıymet kazanırlar. Bir felsefe, bir dünya görüşü ve siyasal bir hareket olarak komünizm ile İslâm, tam bir karşıtlık içindedir. Bu karşıtlığın temelinde, kâinatı var eden Yaratıcı Güç konusundaki farklı inançlar yatar. Aile kavramı pek kâle alınmaz. İşte beşerî ideolojilerin “modernizm” diye dayatmaya çalıştıkları, dünyayı bir fabrikaya dönüştüren materyalist yapı budur.

***

İslâm’ın altın çağı olan altıncı yüzyıl ile on altıncı yüzyıl arasındaki döneme biz “Aydınlanma Dönemi” derken, Batı karanlık çağını yaşıyor idi.

Osmanlı Cihan Devleti’nin duraklama devri ile beraber, Rönesans ve Reform hareketlerinin verdiği ivme ile Batı’da Sanayi İnkılabı başladı. Batı uygarlığında uzun yıllar ailenin bireylerinden kadın, “Ruh mu, şeytan mı?” ikilemi gibi ahlâksız bir yakıştırma ile yorumlandı ve kâle alınmadı. Emperyalist işveren tarafı, on sekizinci yüzyılın sonlarında Avrupa’da başlayan sanayileşme ve endüstriyel kalkınmada, kadının ucuz işgücünden istifade etmeye başladı.

Ailesine bağlı kadın, bir dizi vaatlerle aile sıcağından kopartıldı, moda, yaldızlı ve çocuksuz bir hayat rüyasıyla formatlandı ve ailenin temeli çökertildi. Gayr-i meşrû beraberlikler ve kadının ekonomik özgürlüğü (!) propagandası aile bütünlüğünün sonu oldu. “Bugün Batı ülkelerinde genç nüfusun azlığının temelinde bu süflî fikir yatmaktadır” dersek fazla söylememiş oluruz.

Bu olanlardan İslâm ülkelerinin etkilenmemesi mümkün müydü? “Küresel” dedikleri teknolojik gelişmeler, kültürlerarası geçirgenliği kolay kıldı.

Bugün yaşadığımız eve çekilme durumunu Prof. Dr. Ergün Yıldırım Hoca’nın makalesinden bir alıntıyla izah edelim:

Kapitalizmin ve modernitenin hepimizi paraya, titre, kariyere ve taksitlere koşturduğu düzeninde bir an durup soluklanalım. Evimize dönmek, yeniden soluklanmaktır. Bir an bu koşturmadan çekilmektir. Durup kendimize bakmaktır. ‘Ey insanlar, nereye gidiyorsunuz?’ diyen Allah’ın hitabına kulak vermektir. Hakikaten, bu düzenin akışına kapılarak peşine düştüğümüz dünyalıklar için kendimizi yiyip bitirirken nereye gidiyoruz? Bu düzenin metaları peşinde koşturdukça daha fazla ilâçlarla, daha fazla prozakla ve daha fazla psikiyatristlerle kuşatılıyoruz.

Kamusal düzende varlık göstermek için kendimizi yiyip bitirirken mutsuz hâle geliyoruz. Parasal mutluluk oranı arttıkça, ruhsal mutluluk oranında düşüşler yaşıyoruz. Daha çok mâkâm ve paranız varsa daha çok ilâcınız ve sıkıntınız var demektir. Aileye dönüş, kapitalist ve modern kamusal alandan çekilmektir. Önemli olan, bu çekilmeyi tefekkür fırsatına çevirmek… Aile, karı koca ve çocuklarla birlikte gündelik hayatın streslerinden kurtulalım…”

***

Aile hakkında serlevha olarak baş tâcı edeceğimiz, elbette Kur’ân ve O’nun emirleridir. Aile; karı koca ve çocuklarla birlikte gündelik hayatın streslerinden uzak hâlde sevgi, şefkat, merhamet, refah ve mutluluk gibi mânevî duyguların yaşandığı mekândır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm, ailenin bu rûhî yönüne temas etmiştir: “Sizin için onlarla ünsiyet edesiniz diye kendi cinsinizden zevceler yaratması, aranızda (dostluk) sevgi ve merhamet yaratması da O’nun kudret alâmetlerindendir.”

Eğer Allah’ın meşrû kıldığı aile müessesesi olmasaydı, toplum hiçbir üstünlük, asalet, şeref ve soyu olmayan çocuklarla dolup taşarak birbirlerine karışırdı. Bu durumda fazilet ölçülerindeki ahlâk bozulur, bozgunculuk çoğalır ve her şey mubah sayılırdı.

Evlilikte kadınlık ve erkeklikten önce “insanlık” önde gelir. Kur’ân’ın hitabı insanadır. Peygamberlerin mesajları hiçbir fark gözetmeden bütün insanlaradır. Evliliğin temelinde insanın yaratılışı yatmaktadır. Evlilik, insan neslinin devamı, yenilenmesi ve insanın ferdî ve sosyal olarak kendini ifade etmesi için gerekli bir kurumdur. Buna göre İslâm aileye çok önem vermiş, onu bütün sosyal müesseslerden üstün tutmuştur. Aileye “güven ve istikrar kaynağı” gibi bakmıştır.

***

Dinimiz zevceler arasında bazı haklar tesis ederek bu haklara uyulmasını istemiş, özetle şöyle buyurmuştur:

“Kadınların hakkına riayet etme konusunda Allah’tan korkun! Çünkü siz onları Allah’ın emaneti olarak aldınız ve onların namus ve iffetlerini Allah adına söz vererek helâl edindiniz. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız olduğu gibi, onların da sizin üzerinizde hakkı vardır. Sizin kadınlar üzerindeki hakkınız, onların aile yuvasını sizin hoşlanmadığınız kimseye çiğnetmemeleridir…”

Allah’ın kelâmı Kur’ân’daki Nîsâ Sûre-i Celîlesi, tamamen kadınların haklarını koruyan İlâhî emirlerle doludur. Bütün bunlara rağmen Müslüman hanımların Frenk meşrep “feminist” akımlara kapılıp, daha düne kadar Batı’da varlığı tartışılan hanımların hezeyanlarıyla savrularak Kur’ân’ın kendilerine verilen pâyeyi göz ardı etmeleri, maalesef bazı mümine hatunların İstanbul Sözleşmesi ve Batı çarpıtması kadın hakları ile hemhâl olmaları, topluma yazık edecek bir durumdur. Onlara en büyük payeyi Kur’ân ve Resûlullah (sav) vermiştir.

***

İlây-ı Kelîmetüulah için nizâm-ı âlem ülküsünün dâvâlıları olan ecdâdımızın cihanşümul bir muvaffakiyetin öncüleri olmalarının hayat iksiri, İslâmî hayat nizâmına göre kurulmuş mükemmel ve mutlu aile ocaklarıdır.

Son yüz elli senelik kuşatma vetiresinde aile kurumumuza birçok kumpas kuruldu. Millî eğitim ve kültür başlıklarında köksüz ve yabancı politikalar yüzünden aile kutsiyeti alaya alındı; tiyatro, sinema ve benzeri temâşa faaliyetlerinde gayr-i meşrû beraberlikler mubah, aile içindeki tatlı sert ağız dalaşları ise kıyamet misâli gösterildi. Özellikle “ataerkil aile” kavramını yıkmak için sürekli kaynana-gelin çekişmesi manşet yapıldı. Modernite adına torunlar dedelerinin tecrübelerinden, gelinlik kızlar ninelerinin çeyiz kültüründen, evdeki zarafetten istifâde edemez oldular.

Kaynanasının hayat tecrübesinden, nezaket ve zarâfetinden bîhaber gelin, ne yemek pişirmeyi, ne de çocuk bakmayı biliyor. Torunlar bilgisayarları, dede ve ninelerinin şefkatli kollarına tercih ettiler.

Bugünlerde çoğu müminin müracaat ettiği, kalem erbâbının yazılarına referans yaptığı Kur’ân-ı Hakîm’in Bakara Sûresi’nde, 216’ncı âyet-i kerîme şu emri içeriyor: “Savaş, hoşunuza gitmediği hâlde size farz kılındı. Olur ki, bir şey sizin için hayırlı iken siz onu hoş görmezsiniz. Yine olur ki, bir şey sizin için kötü iken siz onu seversiniz. Allah bilir, siz bilmezsiniz!”

Aileyi bir mescide çevirelim, tefekkür ve teenniyle evleri Medrese-i Yûsufiye yapalım. Gelin kaynananın mutfakta, sohbette beraber olduğu mekânların hazzını yaşayalım, modernizmin unutturduğu yemekleri sipariş etmeyelim; gelin yapsın, kaynana seyretsin… Torunlar bilgisayarlarının başına geçip dedelerini yalnızlıkla baş başa bırakmasınlar…

Paganların “Ulaşılmaz” dedikleri teknolojileri bir zerrecik Coronavirüs aldı da bîçâre kaldılar. Öyleyse kalabalık sofraların başındaki hazzı beraber yaşayalım ve büyüklerimiz, başımızın tâcı, istikbâlimizin işaret taşları olsunlar! Vesselâm…