GÜNDEMİMİZ Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nden çıkmak ya da çıkmamak
değil şu anda. Meclis Başkanı Şentop’un, bir röportaj esnasında, İstanbul Sözleşmesi’nden
çıkmamızın hukukî geçerliliği konusunda konuşurken verilen örnek ve kendisinin
cevabı üzerinden koparılan yaygara, muhalefetin “olumsuz gündem oluşturma”
gayretinden başka bir anlam taşımıyor.
Peki, bu Montrö gerçekten bizim için hayatî önem arz
eden bir sözleşme mi acaba?
Lozan Barış Antlaşması ile ilgili çok yazı yazıldı ve
üzerine çok tartışma yapıldı. Bugün hâlâ bir kesimin “kurtarıcı”, diğer bir
kesimin ise “kuşatıcı” (işgalci) gibi gördüğü Lozan hakkındaki tartışmalar,
antlaşma geçerli olduğu sürece devam edip gidecektir. Lozan’ı kurtarıcı olarak
görenlerin iddiası o ki, Montrö Boğazlar Sözleşmesi de Lozan’ın bir parçasıdır,
ayrı değerlendirilemez ve Montrö’den çıkmak, Lozan’dan çıkmak gibidir.
Evet, maddeler içindeki atıflardan da anlaşılacağı
üzere Montrö, Lozan’ın bir parçasıdır belki ama aynı bağlayıcı hükümlere sahip
olmamakla birlikte geçerlilik süresi, bir madde dışında tarafların tercihine
bağlıdır.
Montrö’de attığımız imza ile ilelebet Boğazlar
üzerindeki ekonomik kazancımız üzerindeki özgürlüğümüzden vazgeçmiş olduğumuz,
hiç kimsenin gözünden kaçmamalıdır! Sözleşmenin 28’inci maddesindeki 20 yıllık
geçerlilik süresi, birinci maddedeki “geçiş özgürlüğü” hükmünü dışarıda
bırakmıştır.
Sözleşmede, Türkiye’nin egemenlik haklarının korunduğu
iddia edilebilecek sadece iki madde bulabilirsiniz. Bunlar, savaş ve yakın
savaş tehdidi durumunda Boğazlar üzerindeki tasarrufumuzu düzenleyen 20 ve
21’inci maddeler. Ancak yakın savaş tehdidi durumu bile BM ve imzacı ülkelerin
değerlendirmesine tâbi.
Diğer maddeler ise gerek dünya ticâretini, gerekse de
Rusya’yı Avrupa’dan, Avrupa’yı Rusya’dan askerî açıdan korumaya yönelik
maddelerdir.
Montrö’nün Türkiye için bir şans olduğu yalanını
söyleyenler, zannediyorum ki ehven-i şer penceresinden bakmaya devam ediyorlar
olaya. Hâlbuki Türkiye, savaştan yeni çıkmış ve hem maddî, hem askerî açıdan
âciz bir ülke değil artık. Tam tersine, son 20 yılda dünya siyâsetinde söz
sahibi olmuş, ülke menfaatini ön plânda tutma dirayetini gösteren
hükûmetleriyle dik durmayı öğrenmiş bir Türkiye var artık. Her ne kadar Lozan
ve Montrö henüz tartışmaya açılmamış olsalar da bizi ilelebet bağlayacak
antlaşma ve sözleşmelerle yaşamaya mecbur olmadığımızın da bilinmesi şart!
Ancak, Erdoğan’ı anti-demokratik uygulamalar ve diktatörlükle
itham eden bir kesim, farklı konularda farklı düşünme özgürlüğünü de hiçe
sayarak, memleketin yüz yılını haczeden uluslararası imzaların ve o imzaları
atan diktatörlerin tartışılmasından rahatsızlık duyuyor. Bunlar, yüz yıl önceki
şartların bugün de geçerli olması hayâli ile gelişmemizin ve özgürleşmemizin
önünde durmaya devam ediyorlar. Başarılarının önündeki en büyük engel olarak
Erdoğan ve AK Parti’yi gören bu kesim, eline geçen her fırsatı değerlendirmenin
peşinde. Daha önce özellikle “Gezi” ve “15 Temmuz” ile şansını zorlayıp boyunun
ölçüsünü alanlar çok da akıllanmamış gibi görünüyorlar. Önlerine atılan her
mamadan kan kokusu alanların, sonlarını düşünememek gibi bir özellikleri var.
İşte bu sonunu düşünemeyen ekipten, eski Türkiye’de
kahraman gibi algılanmış olma geleneğine takılıp kalmış, kendini millî iradenin
üzerinde gören 104 emekli amiral toplanarak Cumartesi gecesi küçük bir haber
sitesinde bir bildiri yayınladı. Kanal İstanbul üzerinden Montrö’ye zarar
verileceği iddiası üzerine kurgulanan bildiride, uluslararası anlaşmaların
iptal yetkisi, sosyal medyadaki sarıklı amiral görüntüsünden duyulan
rahatsızlık, TSK içindeki FETÖ mağduriyetleri vurgulandı. Bunlar, kişisel
fikirler olarak nerede yayınlanırsa yayınlansın sorun edilmeyecek, düşünce
özgürlüğü kapsamında değerlendirilecek ifadeler.
Daha birkaç gün önce çoğu büyükelçi olan 126 emekli Dışişleri
personelinin Kanal İstanbul ve Montrö üzerine kaleme aldıkları bildiriye aynı
tepkinin verilmemiş olması, onların darbe yapma geleneğinden gelmemiş ve
seçilmiş siyâsî iradeye parmak sallayan bir dil kullanmamış olmalarındandı. Ancak
104 eski asker bir araya gelip bu fikirleri yazıya dökünce, buna başka bir isim
yakıştırmak hiç de zor olmuyor hâliyle. Hele ki metnin içine “TSK’nın, Anayasa’nın
değişmez, değiştirilmesi teklif edilemez temel değerlerini titizlikle
sürdürmesi zaruridir. Bu gerekçelerle, TSK ve Deniz Kuvvetlerimizi bu
değerlerin dışına çıkmış, Atatürk'ün çizdiği çağdaş rotadan uzaklaşmış gösterme
çabalarını kınıyor ve tüm varlığımızla karşı çıkıyoruz. Aksi hâlde, Türkiye
Cumhuriyeti, tarihte örnekleri olan, bunalımlı ve bekâsı için en tehlikeli
olayları yaşama risk ve tehdidi ile karşılaşabilecektir” paragrafını da
koyuyorsanız, sizleri “darbeci” olarak adlandırmamızı önceden hesap etmek
zorundasınız.
İçeriği, dili ve servis saati açısından çok net
söyleyebiliriz ki bu bildiri, bir muhtıra niteliğindedir. Muhtıranın,
“Dediklerimi yapmazsan darbe yapar, seni indiririm!” anlamına geldiğini
defalarca tecrübe etmiş bir millet için, bu bildirinin darbeyi çağrıştırması ve
muhtıra niteliğinde görülmesinden daha tabiî bir durum olamazdı.
Tepkiler de bu yönde gelişti. Gerek Hükûmet ve ittifak
kanadından, gerekse hassasiyeti yüksek vatandaşlar tarafından gece boyunca
sosyal medya hesaplarından hak ettikleri ölçüde sert cevaplar verildi bu 104 hâdsize.
Muhalefetin bu bildiri hakkındaki fikirleri ise ertesi
gün çıktı ortaya. Kılıçdaroğlu, her zaman olduğu gibi darbeci zihniyete “Size
ne oluyor, oturun oturduğunuz yerde!” demek yerine, konunun etrafından dolaşıp
gündemi ekonomiye bağlayarak çekildi kenara. CHP Sözcüsü Öztrak ise, AK
Parti’nin bildiri üzerinden mağduriyet oyunu oynadığını ve gerçek gündemi
örtmek için bildiriyi manipüle ettiğini iddia etti. Neyse ki 104 emekli amirali
organize etmekle suçlamadı AK Parti’yi!
İyi Parti bu konuda da farklı açıklamalarla kendi
içindeki fikir ayrılıklarını gözler önüne serdi. Genel Başkan Başdanışmanı
Aytun Çıray, “En aptal zihinler bile bu metinden darbe çıkaramaz” derken metnin
altına imzasını atacağını bile söylemekten çekinmedi meselâ. Parti Sözcüsü
Yavuz Ağıralioğlu ise bildiride darbe imaları olduğunu, bunu rahatsız edici
bulduğunu ifade edip, “Darbelerle ilgili en ufak bir imayı teyakkuzla
karşılıyoruz” dedi.
İyi Parti adına son noktayı koyan Akşener ise “Bu bir
zevzekliktir!” dedikten sonra Hükûmet’i bu konudan nemalanmakla suçladı.
Saadet Partisi’nin “Bilge” Başkanı Karamollaoğlu ise
bildiriyi “düşünce özgürlüğü” olarak yorumlayıp darbe ve muhtıralardan en çok
zarar gören kesimin temsilcisi olmaktan çok uzaklaştığını bir kere daha teyit
etmiş oldu.
DEVA Partisi’nden Babacan, eski darbelere atıf yapan
ve “Bu acıların depreştirilmemesi gerekir” diye devam eden mesajında, Hükûmet’in
darbeye karşı devlet organlarını kullanmasının yanlışlığı yönünde eleştiride
bulundu. Yani bildirici tayfasına “Darbe yapmayın!” derken, Hükûmet’e de “Darbe
yapılırsa size yapılacak, devleti karıştırma!” diyerek gülünç duruma düştü.
“Bildiri, ülkenin tarihsel hafızasını ve içinden
geçtiği hassas süreci göz önüne almayan, kötü niyetli bir sorumsuzluk örneğidir'”
diyerek “ama”sız bir şekilde darbeci zihniyete karşı tavır alan tek muhalefet
lideri ise Gelecek Partisi lideri Ahmet Davutoğlu oldu. Kendisine, bu konudaki
duruşundan dolayı şahsım adına teşekkürü bir borç biliyorum.
Beklerdik ki, TBMM çatısı altında siyâset yapan tüm
partiler, darbe çağrışımı yapan böyle bir bildiriye ortak tavır koyabilsin.
Ancak henüz neyin darbe, neyin özgürlük olduğu konusunda bile hemfikir
olamıyoruz ki…
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, hiç gecikmeden olaya el koydu ve soruşturma başlattı. Metnin altında imzası olan 104 kişi hakkında tek tek inceleme yapılacağını, ayrıca onlara bu cesareti verenlerin de araştırılacağını biliyoruz artık. Bundan sonra beklentimiz, devletin hâdsizlere hâddini bildirmesi, emekli de olsalar o kutsal üniformanın hakkını veremeyenlerin apoletlerinin sökülmesi, MHP lideri Devlet Bahçeli’nin de dediği gibi zarar vermeye çalıştıkları devletin kasasından ödenen maaşları dâhil tüm özlük haklarının ellerinden alınmasıdır.