NE ilginç değil mi,
insan birkaç derece bakış açısını değiştirdiğinde, okuduğunda, düşündüğünde ve
anladığında, hayatı ve kelimeleri nasıl da değişiyor?!
Amaç?
Evet, amaç benim! Ben, amacım!
Benim
varlığım, varlık âlemi içerisinde tek. Benden başka bir tane daha yok. Senden
bir tane daha yok. Sonsuz sayıda parçanın her birinin dahi tekliği benim açımdan
kuşku götürmez.
Tek
olan ben sonrasında, içimde yine beni oluşturan inanılmaz komplike bir sistem
ile mucizenin en önemli adresiyim. Sen de öyle. Yerdeki küçücük o karınca var
ya, o da öyle. O minik bedeni oluşturan bir sistemler mucizesi var. Öyle işte!
Yaratan öyle bir yaratıyor ki, yaratılana şaşkın şaşkın ve hayranlıkla izlemek
kalıyor.
Biz,
bütünden bir parçayı temsil ediyoruz. Parça, elinde olan ile bütünü tanımlamaya
ve anlamaya çalışıyor. Düşünüyorum da, parçanın bütünü tam olarak kuşatması mümkün
mü? Hele ki parça sayısı “sonsuz” kavramını bile aciz bırakacak kadar ise…
Kâinatın
ve Rabbimin yarattıkları içerisinde bir taneyim. Bir tanesin. Eşsizsin.
Sonrasında bakış açımızı alıp diğer yüzden baktığımızda ise ne kadar insan ile
iletişime geçmişsek o kadar kişiyiz. Yüz tane, yeri geldi, bin taneyim. Annenizin
bildiği siz ile en yakın arkadaşınızın tanıdığı kişi aynı mı acaba?
Öğretmeninizin bildiği siz ile aranızın iyi olmadığı birisindeki siz, aynı kişi
misiniz? Kardeşlerinizin bildiği siz ile sizin bildiğiniz kendi kişiliğiniz tam
olarak aynı mıdır? Sanmıyorum! Elbette nihayetinde bizi bizden daha iyi bilen
bir de Rabbimiz var.
Bizi
kimin nasıl bildiği de önemlidir ama kişinin önce kendini layıkıyla tanıması,
insan olmanın sorumluluklarının farkına varması ve Rabbimin insandan beklediği
kimliğe doğru yol alması daha esastır diye düşünüyorum.
Gelin,
şöyle kalbimizin huzurlu bir köşesine yaslanalım ve Rabbimizi, sonsuz ilmini, sonsuz
nimetlerini bir düşünelim! Uçsuz bucaksız şu evreni, öteleri, yaprakların
güzelliğini, bebeklerin masum ve güzel yüzlerini, ormanları ve dağları
gözümüzde canlandırmaya çalışalım. Buradan yola çıkarak, araya cinsiyetimizi, ismimizi,
dertlerimizi, savaşları, zenginliklerimizi, sefaletimizi, makamımızı, imkân ya
da imkânsızlıklarımızı katmadan şunu iyice bir düşünelim. Böyle bir Yaratıcının
yarattığı bir varlık olmak ne hissettiriyor? Var olmak nasıl bir şey?
Sizce
de amaç olmak zorunda değil miyiz? Hakk’a
ve nimetlerine baka baka yerimizde saymak gerçekten bize yakışır mı?
“Amaç benim!”
İşte
bu cümle ve bu cümle içerisinden içime akıp giden anlamlar ve idrakler zinciri,
her aşamasında biraz daha toparlıyor beni. Bu amaç bende bir mucize, bir bilimkurgu
ötesi şuuru uyandırıyor. Şuna benzetiyorum bu durumu: Bilimkurgu filmlerini çok
seviyorum. Ama ne gariptir, her seferinde içimde bir tuhaf düşünce beni
silkeliyor.
Düşünüyorum,
bilim kurguya dair ne yapılırsa yapılsın, ne yazılırsa yazılsın, şu an yaşadığım
basit hayat içinde her şeyden daha öte bir bilimkurgu olduğu hissi benim için en
inanılmaz gerçeklerden biri.
Düşünsenize,
kâinat o kadar büyük ve gizemli ki, varlığı bilinen, araştırılan kavramlar ve
kanunlar o kadar muazzam ki… Örneğin bir denizanası, bir karınca, bir ağaç o
kadar olağanüstü ki… Ya insanın kalbi, beyni, aklı, o mikroskobik hücreler ne
kadar büyük bir teknoloji ihtişamı… İşte esas soru bundan sonra!
Elini
dirseğine dayayıp da “Of ya! Bugün canım çok sıkılıyor, ne yapsam acaba?” diyen
bir şahsı, bu düşünceyi ve/veya olguyu, sonsuzluğun içinde sonsuz bir ihtişamın
tam orta yerinde sıkılabilme, “Of!” diyebilme lüksünü ben nereye koyayım, nasıl
tahlil edip hangi arkadaşım ile yorumlayayım?
İnanılmaz bir bulmaca ile kuşatılmış durumdayım. Zaman zaman heyecanlanıyorum bu sebeplerden. Bazen de “hayat” denen nehrin akışında zaman sermayemi öylece boşa harcadığım için üzülüyorum. Tırnaklarımı kemiriyorum.
Annenizin bildiği siz ile en yakın arkadaşınızın tanıdığı kişi aynı mı acaba? Öğretmeninizin bildiği siz ile aranızın iyi olmadığı birisindeki siz, aynı kişi misiniz? Kardeşlerinizin bildiği siz ile sizin bildiğiniz kendi kişiliğiniz tam olarak aynı mıdır?
Sordukça
sormak
“Proje”
kavramını da çok severim. Özel sektöründen kamusala, bilimsel anlamdan
sanatsalına projeler her yerde. Gelin, bir de farklı bir projeye bakalım!
Projenin adı, “Amaç Benim”. Diğer bütün projeleri geçecek, etkileyecek,
büyüleyecek devâsâ büyüklükte, önemi tartışılmaz, değeri ölçülemez, maliyeti
bir o kadar küçük bir proje…
Düşüncelerinizde,
bakış açınızda, çalışmalarınızda kendinize doğru, arzu, istek, ilim ve sevgi
ile adım atacaksınız, o kadar! Ben şu yeryüzünde kendime doğru yürümeye
başladığımda gördüm ve anladım ki, bu hayatta daha büyük bir proje olamaz. Daha
büyük bir heyecan, daha büyük bir gizem ve bulmaca olamaz.
Hayat,
bence yönümüzü ve yüzümüzü çevirdiğimiz şeydir. Ben de dâhil, insanların çoğu
uzun bir zaman rüzgârlara teslim bir hayat yaşar. İçimizdeki genlerden aile içi
yetiştirmelere ya da ailesizliğin verdiği durumlara, okul içi iletişimlerden
sokak iletişimlerine kadar birçok durum/kavram bizi etkisi altında sürükler
durur. Aslında gerçek anlamda biz yokuzdur orada. İçimizdeki hâlihazırdaki
düşünce ve hisler ile birbirine sürekli miras bırakılan çevre kültürü arasında
gelip gideriz. Ben örneğin… Otuzlu yaşlarıma kadar sürekli bir çekingenlik,
ürkeklik, boşluk hisleri içerisindeydim. Çevrem ile iletişim kurmama engel olan
bu durumlar eğitimime de yansımış ve öğretmenden yardım istemeyi bırakın, en
yakınımdaki arkadaşa bile bir şeyler söylememe, yardım istememe engel olmuştur
bu hisler. Çekingen ve ne yapacağını, ne istediğini bilmez hâlde yılları
aşarken zayıf düşen bilinç, bedeni de zayıf düşürmüş ve en sonunda işitme ve
denge rahatsızlıklarına yenik düşmüştüm.
Ne
ilginçtir ben düşerken, belki sen düşerken, etraftakilerin çok da farkında ya
da umurunda olamadığı, ailenin, öğretmenlerin, doktorların müdahale edemediği
bir oluşlar zinciri yaşamak? Aile, “Bu çocuğun ne sorunu var ki böyle kötü oldu?”
der, ama öğretmene topu atar, doktora gönderir. Öğretmen sorunu ailevî görür.
Doktor sadece muayenesini yapar, reçetesini yazar. Arkadaşları üzülür. Toplum zaten
yaralı, hangi birisini görsün?
Ama gün gelir. Durdurursun zamanı, yaşamayı, düşünmeyi. Sorarsın bu sefer korkusuzca, kaybedecek bir şeyin kalmamışçasına: “Ben neden çekingenim? Ben neden yalnızım? Toplum, okullar, öğretmenlerin ve ailelerin çoğunluğu neden böyle? Neden insanlar bu kadar ayrı, parça parça? Bu savaşlar, bu hırslar, bu kinler neye, kime gerek, nereden çıkmış?”
Bu
soruları sordukça, amaç sen olursun. Sordukça, içimde bağırdıkça “Ne oluyor
böyle?!” diye diye, amaç ben oldum.
Ben
ölümden çok, evlilikten korkardım. Kendi sorumluluğunu taşıyamayan ben, başka
insanları nasıl taşıyacaktım? Evlenmeme birkaç sene kala zihnimde beliren
sorulardan bir tanesi de şuydu: Ya bir gün evlenmek zorunda kalırsan, nasıl bir
eş, nasıl bir baba olmuş olacaksın?
Sorular
bu yüzden çok önemli. Samimi ve kendine dikine dikine...
Nasıl
bir kulum, nasıl bir vatandaşım, nasıl bir eş ve babayım? Topluma, yaşam
bahçesine neler ekiyorum? Ben hayat yollarında yürürken, içimi, bakışlarımı,
hareket ve sözlerimi nasıl okuyor Rabbim ve etrafımdaki varlık âlemini paylaştığım
varlık ailem?
Çekingenliğimin
alıkoyduğu yola kendimi takmayarak, kendimi dinlemeyerek yola çıktım bu sefer.
Çünkü içimdeki yer etmiş, kök salmış düşünceler yaralı, hasta. “Yapamazsın”
dedikçe yapmaya, “Gidemezsin” dedikçe gitmeye başladım. Hiçbir yeteneğim yok. “O
zaman” dedim, “Resim kursuna gideyim”. Yeteneğim yok! “Yazarlık kursuna gideyim”
dedim, içimdeki sesler güldü. Sanki toplum, geçmişim, genlerim, bütün bir dünya
alay ediyordu benimle: “Akif, sen bomboşsun! Ne demeye resim kursuna, ne demeye
yazarlık kursuna veya başka uğraşlara kendini atıyorsun? Rezil olmaya mı
niyetin var?”
İşte
buydu amaç! Hep dinleyip de teslim olduklarımıza karşı durmak… Önce kendimize
meydan okumak…
İnsanın
kıyameti
Bir
bebeğin büyümesini, lütfen ama lütfen iyi takip edin! Çok ama çok güzel ve derin
mesajlar var. Büyük bir meydan okumayla yola çıktığımda, kendimi bir bebek gibi
hissettim. Resim kursu, kitaplar, yazarlık kursu… Yazmak, okumak, yazmak,
okumak ve tefekkür...
Emekliyordum…
Evet, emekliyordum! Ama asla vazgeçmemecesine... Hâlâ doğal olarak,
kendiliğimden resim yapamam. Ama yıllardır çalışa çalışa resimlerim oldu. Karma
bir sergiye katıldım. Yazarlık yeteneğim mi? Daha çok ekmek yemem gerek, ama
kaç defter bitirdiğimi hatırlamıyorum yaza yaza. Şimdilerde birkaç dergide -sağ
olsunlar- konuk ediyorlar yazılarımı. Konu, benim yaşadıklarım değil. Konu, ne
yapıyor olursanız olun, önce yönünüzü içinize, kendinize doğru dönmeniz. Nereye
doğru gidiyorsunuz? Arkanızda nasıl izler kalmış? Beni, sizi, bildiğimiz
bilmediğimiz her şeyi yaratan sonsuz bir kudretin ve ilmi sahibi olan Allah’a
yakın mıyız? Yüzümüzü Hakk’a çevirdiğimizde, içimizde sıkıntı mı var, huşû mu?
Aile
içi izler, iletişimler nasıl? “Gün” denen denizde yol alırken neler yaşıyor, neler
hissediyorsunuz? Gerçekten yaşananlarda, söylediklerinizde ve yaptıklarınızda
ne kadar kendiniz varsınız? İki günümüz, olmadı iki senemiz aynı mı yoksa?
Böyle ihtişamlı bir yaratılışta, bedende, kâinatta böyle fedakâr bir kalp,
böyle sırlı bir beyinle her gün yeniden dizayn olan kâinat sisteminde her biri
farklı düşen kar tanelerine baka baka aynı mı geçiyor günleriniz? O zaman
lütfen ama lütfen acile gidin!
Yeri
gelmişken şunu da belirtmek gerek: Amaç benim! Amaç sensin! Sen ve ben bu amacı,
kendi gelişimimizi sahiplenmezsek, dinî yaşantımızdan, dilimizden,
yürüyüşümüzden tutun da neyimiz varsa güzel anlamda, onun ilerleyişi için
sorumluluğunu almazsak, aynı zamanda büyük bir vebâli de üstlenmiş oluruz. Bu
vebâl, bir anlamda insan olmak ile zaten üzerimize giydirilmişti.
Dünyamızda
hakikatinden, Yaratanından, insan olmanın hakikî sorumluluklarından yüz
çevirmiş ve kaçmış o kadar insan var ki… Bunların içinde kötülüğün,
vicdansızlığın, gücün, zenginliğin, kendini, inancını, ırkını üstünleştirme
gayretinde ve türlü türlü mantıksızlıklar şemsiyesi altında her gün zehir içip
dünyamı zehirleyerek ateşe veren, çocuklarımızın gülüşünü elinden alan
varlıklar var. Sayıları çok arttı. Bunlar böyle meydanı boş sanırken, ben ve
sen hâlâ toparlanmak için sebep arıyorsak, kendi yaşantımız içinde -sefaleti ya
da lüksü hiç fark etmez- kayboluyorsak, işte gerçek kaybedenler, biziz demektir
o zaman!
Şunu
buradan bütün dünyaya, bütün insanlara ilan etmek istiyorum: Bir insan, bir
başka canlıya -insan olsun, çiçek olsun, karınca olsun- hiç düşünmeden, vicdansızca
zarar verecek bir hâle gelmişse, yaptıkları rahatsız etmiyorsa kendini,
sorgulayamıyorsa yaşantısını, “o insan, başına
gelebilecek en büyük felâketle, kendi kıyametiyle zaten buluşmuş” demektir.
Daha bunlara söylenecek bir şey var mı? Biz kendimize bakalım!
Bu
aşamada bana düşen görev, onların etraflarındaki canlılara, dünyama verecekleri
zararı en aza indirmek için elimden gelenin fazlasını yapmak, karşılarında
durmak, gece uyumayan kötülüğe karşı uyumamak, gelişmek ve güçlenmektir.
Amaç
benim! Amaç Sensin! Gel, bugün bilinç saksını kır, büyük bir yaşam bahçesine
uyan! Sıfırdan ek düşünce tohumlarını! Hiç ama hiç korkma! Geriye bakıp da
canını sıkma! Kendine, Rabbine çevirmişsen yüzünü ve kalbini, hiç endişe etme!
O bahçede neler yeşereceğini asla ama asla tahmin edemezsin. Hepsi birer mucize
olur yarınlarının.
Ben
mucizelere doğmuştum, geç de olsa hatırladım. Sen de hatırlayacaksın yakında…