Altındağ Olayları fitili ateşlemesin!

Kan gövdeyi götürmeden herkes aklını başına almalı, ufacık mahalle kavgalarından milliyetçilik damarları kabarmamalı, eline taşı sopayı alıp cam çerçeve indirenlerse kendilerinin vatan kurtardığını zannetmemelidir. Bu, olsa olsa o senaryoyu yazanları sevindirir…

TÜRKİYE üzerine oynanan oyunlar bir türlü bitmek bilmiyor. Dış tehditlerin geleneksel Türk karakteri için korkutucu ve devlet için yıkıcı olmamasından dolayı, genellikle iç karışıklıklar çıkarmaya çalıştılar Türkiye’yi zayıf düşürmeyi plânlayanlar.

Aslında Osmanlı’nın son dönemindeki taktik de böyleydi ve sonuç, düşman için başarılı olmuştu. 80 Darbesi’ne sebep oluşturan sağ-sol kavgası da “zayıf kalmamız” amacına hizmet eden plânın bir parçasıydı. Aynı plân, onlarca yıldır Türkiye’de bir Alevî-Sünnî çatışması çıkarma çabalarında da gösterdi kendini. Bu oyunlar gerek siyâsilerin doğru yönlendirmeleri, gerekse de vatandaşın sağduyulu tavrı karşısında her seferinde başarısız oldu.

Ne var ki, Orta Doğu ve Müslüman coğrafya bizim kadar şanlı bir tarihin üzerine inşâ edilmediği için, yaşadıklarının altından kalkamadılar çoğu zaman. İran’daki Şiî rejiminin de gizli desteği ile güney komşularımızda sönmeyen bir mezhep savaşı ateşi yakıldı. Bu ateş, İran-Irak Savaşı’nın ardından Irak’ın önce işgaline, sonra fiilen parçalanmasına, ardından da Suriye’deki rejimin insanlık dışı politikalara cüret etmesine yol açtı.

Irak’takinden farklı olarak, Suriye’de Şiî rejimi Türkmen ve Sünnî halka yaşama hakkı tanımadığı için, çok net bir iç savaşa sürüklendi ülke. Siyâsî çözüm arayışları ve Türkiye’nin askerî müdahalesindeki başarı sayesinde çatışmaların şiddeti düşmüş olsa da Rejim ve mazlum Muhalifler arasındaki iç savaş bitmiş değil. Suriye’de de Irak’taki gibi, resmî olarak değilse de fiilen bir bölünme var şu anda.

Malûm, Suriye’deki iç savaşın tetiklediği göç dalgası en çok Türkiye’yi vurdu. Evlerini, işlerini, topraklarını gönüllü olmasa da bırakıp kaçanların büyük bir kısmı, yaklaşık 8 senedir ülkemizde yeni bir hayata tutunmamın çabası içindeler. İlk yıllarda devletin kasasından yapılan harcamalar üzerinden eleştirilen bu göç dalgasının sosyal boyutu, bizim için ekonomik boyutundan daha öne geçmeye başladı son zamanlarda. Bu sorunu tetikleyen önemli siyâsî figürler var elbette. Özellikle CHP Genel Başkanı’nın, “İktidar olunca Suriyelileri göndereceğiz” mealindeki açıklaması muhalefet tabanında önemli bir alıcı buldu. Bu işin sorunlu tarafı, hangi yetkiyle ve hangi yetkililerle görüştüğü konusu muallakta kalmış olsa da AB’yi bu konuda ikna ettiğini iddia etmesi değil. Sorun, konunun muhalif tabanı Suriyelilere karşı kışkırtmanın bir parçası olması.

Muhalefet lideri, “Ben gönderirim” diyerek Hükûmet’e rest çekiyor. Hükûmet, “Şartlar olgunlaşınca kendileri gidecekler” diyerek işin o kadar hızlı çözülemeyeceğini anlatmaya çalışıyor. Cenevre Sözleşmesi gereği Kılıçdaroğlu’nun “Haydi evinize!” deme şansı olmadığını biz biliyoruz da, iktidara oy vermiş olsa da sığınmacı politikasını beğenmeyenlerin kaçı biliyor acaba? Siyâseten hedef, o bilmeyenler işte!

Göçmenlerin Türkiye için büyük bir sorun olduğu gerçeği bir kenarda duruyor. Ancak bu sorunun, düşmanlarımızın ellerini ovuşturmasına izin veremeyiz. Kılıçdaroğlu, Amerika’yı yeniden keşfetmiş edasıyla “Sorunun çözümü için önce o bölgeye barış gelmeli” diyor. Erdoğan ise BM’de çıkıp o barışın nasıl geleceğini, barış geldikten sonra bölgede hayatın normale dönmesi için neler yapılması gerektiğini topladığı kitapçığı anlatıyor. Ve AB, (eğer doğruysa) muhalefet liderine elini cebine atma sözü veriyorsa, bu sadece ve sadece Türkiye’nin iç siyâsetini dizayn etmeye yönelik bir hamledir. Kabul edilemez! 

Maalesef aynı değirmene, Cumhur İttifakı ortağı Devlet Bahçeli de su taşıdı geçenlerde. “Bayramlaşmaya gideni geri almayalım” diye tercüme edilebilecek çıkışıyla, ilk defa sığınmacı politikasına karşı çıktığını gösterdi.

Şimdi birileri ellerine patlamış mısır almış hâlde oturuyordur herhâlde senaryosunu yazdıkları filmi seyretmek için. Sosyal medyada, şehit haberlerine malzeme olabilen Suriyeliler yine gündemin önemli bir parçası oluverdiler. Afgan göçmenlerin kaçak yollardan Türkiye’ye gelişini de yeni bir göçmen kabulü gibi gösterenler, Ankara’da ölümle sonuçlanan kavgayı tüm Suriyelilere yıkmakta gecikmediler. Her gün onlarca kavga haberinin ajanslara düştüğü ülkemizde, kavgaya karışanlar Kürt ya da sığınmacı olunca reytingi yükseliyor otomatikman. Ve bir etnik kimlik, toplu hâlde suçlanabiliyor.

Evet, sebep-sonuç ilişkisine bakılmaksızın, Ankara’daki kavgada da halk bir anda galeyana geldi. Suriyelilerin işyerleri ve evlerine saldırmayı hak bildiler kendilerine. Kendilerini güvenlik güçlerinin, savcının, hâkimin yerine koydular. Tehlike budur işte! Belki de tamamen gerçek sebeplere dayalı bir kavga, bir etnik düşmanlığa sebep olabiliyorsa, benzer olaylar birer provokasyon malzemesi olarak farklı ilçelerde ve farklı illerde çıkartılırsa ne olacak?

Korkum odur ki, topyekûn bir göçmen karşıtlığı başlayacak yurdumuzda. Bunun önüne geçmemiz gerekiyor. Bunun için de MHP lideri Bahçeli’ye önemli bir görev daha düşüyor. Gezi Kalkışması’nda, o dönemde muhalefet partisi olduğu hâlde partililerinin sokağa çıkmasını nasıl önlediyse, göçmenler konusunda da inisiyatif almak zorunda.

Alanya’daki özel bir plajda, meselâ İsveç’in Haçlı bayrağı gönderde dururken Afganistan bayrağını indiren Ülkü Ocaklarını bu provokasyonlara alet olmamaları konusunda ikna etmelidir.

Kan gövdeyi götürmeden herkes aklını başına almalı, ufacık mahalle kavgalarından milliyetçilik damarları kabarmamalı, eline taşı sopayı alıp cam çerçeve indirenlerse kendilerinin vatan kurtardığını zannetmemelidir. Bu, olsa olsa o senaryoyu yazanları sevindirir…