TÜRKİYE üzerine oynanan oyunlar bir türlü bitmek bilmiyor.
Dış tehditlerin geleneksel Türk karakteri için korkutucu ve devlet için yıkıcı
olmamasından dolayı, genellikle iç karışıklıklar çıkarmaya çalıştılar
Türkiye’yi zayıf düşürmeyi plânlayanlar.
Aslında Osmanlı’nın son dönemindeki taktik de böyleydi
ve sonuç, düşman için başarılı olmuştu. 80 Darbesi’ne sebep oluşturan sağ-sol
kavgası da “zayıf kalmamız” amacına hizmet eden plânın bir parçasıydı. Aynı
plân, onlarca yıldır Türkiye’de bir Alevî-Sünnî çatışması çıkarma çabalarında
da gösterdi kendini. Bu oyunlar gerek siyâsilerin doğru yönlendirmeleri,
gerekse de vatandaşın sağduyulu tavrı karşısında her seferinde başarısız oldu.
Ne var ki, Orta Doğu ve Müslüman coğrafya bizim kadar
şanlı bir tarihin üzerine inşâ edilmediği için, yaşadıklarının altından
kalkamadılar çoğu zaman. İran’daki Şiî rejiminin de gizli desteği ile güney
komşularımızda sönmeyen bir mezhep savaşı ateşi yakıldı. Bu ateş, İran-Irak Savaşı’nın
ardından Irak’ın önce işgaline, sonra fiilen parçalanmasına, ardından da
Suriye’deki rejimin insanlık dışı politikalara cüret etmesine yol açtı.
Irak’takinden farklı olarak, Suriye’de Şiî rejimi
Türkmen ve Sünnî halka yaşama hakkı tanımadığı için, çok net bir iç savaşa
sürüklendi ülke. Siyâsî çözüm arayışları ve Türkiye’nin askerî müdahalesindeki
başarı sayesinde çatışmaların şiddeti düşmüş olsa da Rejim ve mazlum Muhalifler
arasındaki iç savaş bitmiş değil. Suriye’de de Irak’taki gibi, resmî olarak
değilse de fiilen bir bölünme var şu anda.
Malûm, Suriye’deki iç savaşın tetiklediği göç dalgası
en çok Türkiye’yi vurdu. Evlerini, işlerini, topraklarını gönüllü olmasa da
bırakıp kaçanların büyük bir kısmı, yaklaşık 8 senedir ülkemizde yeni bir
hayata tutunmamın çabası içindeler. İlk yıllarda devletin kasasından yapılan
harcamalar üzerinden eleştirilen bu göç dalgasının sosyal boyutu, bizim için ekonomik
boyutundan daha öne geçmeye başladı son zamanlarda. Bu sorunu tetikleyen önemli
siyâsî figürler var elbette. Özellikle CHP Genel Başkanı’nın, “İktidar olunca
Suriyelileri göndereceğiz” mealindeki açıklaması muhalefet tabanında önemli bir
alıcı buldu. Bu işin sorunlu tarafı, hangi yetkiyle ve hangi yetkililerle
görüştüğü konusu muallakta kalmış olsa da AB’yi bu konuda ikna ettiğini iddia
etmesi değil. Sorun, konunun muhalif tabanı Suriyelilere karşı kışkırtmanın bir
parçası olması.
Muhalefet lideri, “Ben gönderirim” diyerek Hükûmet’e
rest çekiyor. Hükûmet, “Şartlar olgunlaşınca kendileri gidecekler” diyerek işin
o kadar hızlı çözülemeyeceğini anlatmaya çalışıyor. Cenevre Sözleşmesi gereği
Kılıçdaroğlu’nun “Haydi evinize!” deme şansı olmadığını biz biliyoruz da, iktidara
oy vermiş olsa da sığınmacı politikasını beğenmeyenlerin kaçı biliyor acaba?
Siyâseten hedef, o bilmeyenler işte!
Göçmenlerin Türkiye için büyük bir sorun olduğu
gerçeği bir kenarda duruyor. Ancak bu sorunun, düşmanlarımızın ellerini ovuşturmasına
izin veremeyiz. Kılıçdaroğlu, Amerika’yı yeniden keşfetmiş edasıyla “Sorunun
çözümü için önce o bölgeye barış gelmeli” diyor. Erdoğan ise BM’de çıkıp o
barışın nasıl geleceğini, barış geldikten sonra bölgede hayatın normale dönmesi
için neler yapılması gerektiğini topladığı kitapçığı anlatıyor. Ve AB, (eğer
doğruysa) muhalefet liderine elini cebine atma sözü veriyorsa, bu sadece ve
sadece Türkiye’nin iç siyâsetini dizayn etmeye yönelik bir hamledir. Kabul
edilemez!
Maalesef aynı değirmene, Cumhur İttifakı ortağı Devlet
Bahçeli de su taşıdı geçenlerde. “Bayramlaşmaya gideni geri almayalım” diye
tercüme edilebilecek çıkışıyla, ilk defa sığınmacı politikasına karşı çıktığını
gösterdi.
Şimdi birileri ellerine patlamış mısır almış hâlde
oturuyordur herhâlde senaryosunu yazdıkları filmi seyretmek için. Sosyal
medyada, şehit haberlerine malzeme olabilen Suriyeliler yine gündemin önemli
bir parçası oluverdiler. Afgan göçmenlerin kaçak yollardan Türkiye’ye gelişini
de yeni bir göçmen kabulü gibi gösterenler, Ankara’da ölümle sonuçlanan kavgayı
tüm Suriyelilere yıkmakta gecikmediler. Her gün onlarca kavga haberinin
ajanslara düştüğü ülkemizde, kavgaya karışanlar Kürt ya da sığınmacı olunca
reytingi yükseliyor otomatikman. Ve bir etnik kimlik, toplu hâlde
suçlanabiliyor.
Evet, sebep-sonuç ilişkisine bakılmaksızın,
Ankara’daki kavgada da halk bir anda galeyana geldi. Suriyelilerin işyerleri ve
evlerine saldırmayı hak bildiler kendilerine. Kendilerini güvenlik güçlerinin,
savcının, hâkimin yerine koydular. Tehlike budur işte! Belki de tamamen gerçek
sebeplere dayalı bir kavga, bir etnik düşmanlığa sebep olabiliyorsa, benzer
olaylar birer provokasyon malzemesi olarak farklı ilçelerde ve farklı illerde
çıkartılırsa ne olacak?
Korkum odur ki, topyekûn bir göçmen karşıtlığı
başlayacak yurdumuzda. Bunun önüne geçmemiz gerekiyor. Bunun için de MHP lideri
Bahçeli’ye önemli bir görev daha düşüyor. Gezi Kalkışması’nda, o dönemde
muhalefet partisi olduğu hâlde partililerinin sokağa çıkmasını nasıl önlediyse,
göçmenler konusunda da inisiyatif almak zorunda.
Alanya’daki özel bir plajda, meselâ İsveç’in Haçlı
bayrağı gönderde dururken Afganistan bayrağını indiren Ülkü Ocaklarını bu
provokasyonlara alet olmamaları konusunda ikna etmelidir.
Kan gövdeyi götürmeden herkes aklını başına almalı, ufacık mahalle kavgalarından milliyetçilik damarları kabarmamalı, eline taşı sopayı alıp cam çerçeve indirenlerse kendilerinin vatan kurtardığını zannetmemelidir. Bu, olsa olsa o senaryoyu yazanları sevindirir…