Altılı masa tiyatrosu

Akşener, Altılı Masa’da kendisine en büyük rakip olarak gördüğü Kılıçdaroğlu’nu ekarte edebilmek için İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nu kullandı ve ona alabildiğine gaz verdi ki Kılıçdaroğlu’nun nasıl olsa ona geçit vermeyeceğini, bu suretle bu defa kendisi Ekrem İmamoğlu ve onun vasıtasıyla da HDP’nin desteğini almayı hesap etti.

HİÇ şüphe etmiyorum, her birinin gönlünde yatan aslan aynı. Hepsi Cumhurbaşkanı adayı olmayı istiyor. “Yok canım! Bunu da nereden çıkardın, yüzde 1’liklerin adaylığı mı olur? Akşener zaten baştan beri muhayyel bir başbakanlığa talip olduğunu söyleyip duruyor” diyorsunuz. Öyle demeyin! Umut dünyası bu, hepsinin kendine göre, kendine has istisnaî meziyetleri söz konusudur. Bu kadar toplantı yapıyorlar, kendi ifadelerine göre aday belirlenmesi üzerinde konuşuyorlar, konuşuyorlar, fakat henüz hiçbirisi bir isim telaffuz etmemiş, edememiştir. Neden? Çünkü hiçbirisi kartını açma cesaretini gösteremiyor.

Tabiatıyla Kılıçdaroğlu, “Bu heyetin patronu benim, ana muhalefetin lideriyim, tavrımı da açıkça ortaya koydum. Hâlâ neden bu insanlar ayak sürüyüp duruyorlar? Hele ki şu küsurat partilerinin liderlerine ne oluyor? Bunların hepsini yuvarlak masanın etrafına oturttum, hepsini kendimle eşit söz sahibi yaptım” diye, sanırım diğer ortaklarına içten içe diş biliyordur. Onay mâkâmı olan PKK’nın güvenini hepsinden daha çok kendisi kazanmış, bu konuda kendisiyle yarış hâlindeki Ekrem İmamoğlu’nu ve Mansur Yavaş’ı “Oturun oturduğunuz yerde!” diyerek saf dışı bırakmış olmasının rahatlığını yaşamaktayken, hiç beklemediği bir sırada, gökten başına Noel Baba hediyesi gibi HDP’nin daha işin başında Meral Akşener’e gösterdiği kırmızı kart da düşüverince, artık “Bay Kemal”in keyfine diyecek yok!

Altılı masada kendisine karşı en dişli rakip olarak gördüğü “dişi kurdun” saf dışı kalırken kendisine hiç bulaşmamış olması kadar, rakibi Ekrem’e ısrarla gaz verip durmuş olmasından duyduğu öfkenin karşılığını bulmuş olması sebebiyle de ayrıca mutludur Kılıçdaroğlu. “Sen Ekrem’in yüzünde Rabbiyessir görür müsün, onu İstanbul fatihi ilan eder misin, oh olsun!” diyordur herhâlde.

Kılıçdaroğlu coştu, bu enerjiyle Erzurumlara, Ağrılara, Uluderelere gidiyor, o sempatik tebessümü eşliğinde halka müjdelerin en büyüğünü veriyor, “Gelecek olan geliyor” diyor, coştukça coşuyor. Öte yandan da yönetimdeki arkadaşlarına, “Bizim Cumhurbaşkanı adayımız Genel Başkanımız Kemal Kılıçdaroğlu’dur” şeklinde beyanat verdiriyor.                                 

Kemal Bey, kendi deyimiyle “kaçak saray”a yerleşeceği günlerin hayâlini kurmaya başlamış mıdır? Bence başlamıştır. Çünkü önemli olan, Cumhurbaşkanı adayı olabilmektir ve ona oldukça yaklaşmıştır, ondan sonrası nasıl olsa kolaydır, çünkü ona göre bütün anket sonuçları, seçimi Millet İttifakı’nın adayının kazanacağını söylüyor.

Fakat burada bir şey canını sıkıyor olmalı. Geçmişteki tartışmalar esnasında, “İktidar olduğumuzda kaçak sarayı Ortadoğu Teknik Üniversitesine bağışlayacağız” demişti. Bu sözü aklına geldikçe, acaba, “Dilim kopsaydı da o lafı söylemeseydim” diye mi, yoksa “Böyle şeyler benim için fındık fıstık! Ben bir söylediğimi bir gün sonra bile inkâr eden adamım, seneler önce söylediğim bir sözü inkâr etmekten kolay ne var? Hem belki benim o sözüm unutulmuştur bile” diye mi düşünür? 

Meral Hanımefendi önceki seçimde Cumhurbaşkanlığını o kadar çok istemişti ki Zillet İttifakının çatı aday hesabını yerle bir etme pahasına Cumhurbaşkanlığına münferiden partisinin adayı oldu. Şimdi ne değişti ki o kadar istediği Cumhurbaşkanlığı, pratikte gerçekleşme ihtimâli hemen hemen sıfır olan bir hayâl uğruna gönlünden çıkıverdi?

Kılıçdaroğlu ile Akşener’in aklından ne geçiyor?

Düşündüm de, Kılıçdaroğlu’nun Cumhurbaşkanlığı adaylığı üzerine yapmış olduğum bu analiz, baştan aşağı yanlış da olabilir. Çünkü Kılıçdaroğlu, aslında Cumhurbaşkanı adayı olmayı hiç de arzu etmiyor olmasına rağmen, ana muhalefet partisinin lideri olarak buna mecbur kalmış olabilir. Bir önceki seçimde Muharrem İnce sayesinde bu işten sıyrılmıştı. Fakat bu defa kaçış imkânı pek görünmüyor.

Şöyle düşünmüş olabilir:

“Aday olursam, önümde iki şık olacak: Kazanmak ve kaybetmek. Şimdiye kadar sipariş anketlerle hep kazanacağımız havasını basıp durduk ama işin gerçeği, bu Tayyip Erdoğan, ne yapıp edip gene bu seçimi alır götürür arkadaş! Hele onun o balkon konuşması var ya, şimdiden rüyalarıma girer oldu. Zaten anketler muhalefetin muhtemel adayları arasında en zayıfı olarak beni gösteriyor. Seçimi kaybettiğim takdirde hem milletvekilliğimden, hem de genel başkanlığımdan olur, ortada kalakalırım. 

Diyelim ki seçimi kazandım ve Cumhurbaşkanı oldum, o takdirde iş daha bir karışık olacak. Ben bu işin altından kalkabilir miyim? Kimse duymasın ama işin gerçeği, ben yürüyen merdivene binmesini bile beceremeyen, Mersin’i Güneydoğu Anadolu’nun bir kenti, Şanlıurfa’yı Türkiye’nin fındık üretim merkezi sanan bir insanım, bu koca ülkeyi nasıl idare edeceğim? İç ve dış bir sürü devasa sorunun altından nasıl kalkacağım?

Muhalefette bol keseden atıp tutmak çok kolaydı, akşam bir şeyler uydurup sabahleyin sallıyordum. ‘Ekonomiyi altı ayda düzeltirim’ dedim, ‘Çiftçiye bedava elektrik vereceğim, KHK’lıları geri alacağım, Kandil’i darmadağın edeceğim’ dedim. Dedim de dedim. Yok yok! En iyisi ben gene bir Muharrem bulup bu kâbustan kurtulayım…”

“2” numara Meral Akşener, evet, baştan beri Cumhurbaşkanlığına aday olmadığını, hayâlî bir başbakanlığa talip olduğunu söyleyip durdu. Fakat ben hiçbir zaman Meral Hanımefendi’nin bu sözüne inanmadım. Bir defa kendisi, önceki seçimde Cumhurbaşkanlığını o kadar çok istemişti ki Zillet İttifakının çatı aday hesabını yerle bir etme pahasına Cumhurbaşkanlığına münferiden partisinin adayı oldu. Şimdi ne değişti ki o kadar istediği Cumhurbaşkanlığı, pratikte gerçekleşme ihtimâli hemen hemen sıfır olan bir hayâl uğruna gönlünden çıkıverdi?

İşin başında suyu bulandırmamak, ittifak ortaklarıyla daha sağlıklı bir ilişki kurabilmek için, ayrıca kafasındaki plâna göre iyi bir taktik olarak düşündüğü bu yolu seçtiğini düşünüyorum. Altılı Masa isim konusunda tıkanacak, tıkanıklığı aşmak için uygun bir zaman ve tarzda ortaya çıkıverecekti. Nitekim Akşener, Altılı Masa’da kendisine en büyük rakip olarak gördüğü Kılıçdaroğlu’nu ekarte edebilmek için İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nu kullandı ve ona alabildiğine gaz verdi ki Kılıçdaroğlu’nun nasıl olsa ona geçit vermeyeceğini, bu suretle bu defa kendisi Ekrem İmamoğlu ve onun vasıtasıyla da HDP’nin desteğini almayı hesap etti.

Kılıçdaroğlu’nun bir beyanında müşterek adayda olması gereken özellikleri sayarken “devlet tecrübesi” şartını ileri sürmesi, Meral Hanım’ı daha da ümitlendirmişti. Meral Hanım için geriye bir tek şey kalmıştı: HDP’nin vetosuna takılmamak!

Meral Hanım bu uğurda neler yuttu neler! Cezaevindeki Selahattin Demirtaş’a ne güzellemeler yaptı, cezaevinden tahliyesi için mücadele etti, cezaevinden çıkışında onu ve eşini evinde kahvaltıya davet etti, HDP Eş Genel Başkanı Pervin Buldan’la beraber etkinliklere katıldı, HDP’li vekillerin hakaretlerini sineye çekti, askerlerimizi şehit eden PKK’yı bir defa olsun lânetleyemedi, Diyarbakır Annelerini ziyaret etme cesaretini gösteremedi. Ordumuzun PKK’ya karşı mücadelesi için TBMM’deki yurt dışı görevi oylamasında -şayet PKK’nın talimatına uyacak olursa bu defa da milletin vetosunun korkusundan, belki de vatan sevgisinden diyelim- partisine olumlu oy kullandırdı.

Ama olmadı, hem PKK’yı, hem Türk halkını idare etme siyaseti fiyaskoyla sonuçlandı ve HDP Eş Genel Başkanı Pervin Buldan, Akşener’e kırmızı kartını gösteriverdi. Bu kadar onursuzluk, bunca zillete katlanmışlıklar boşa gitti. Meral Hanım, HDP’den siyâsî hayatının en büyük darbesini yedi. Bu olay Altılı Masa’da ilk kırılmanın başlangıcı olacaktır.

Davutoğlu’nun ve Babacan’ın durumu, kağnı gölgesinde yürüyen kedinin, kağnının gölgesini kendi gölgesi sanmasına benziyor.

Ya diğerleri ne düşünüyor?

Ahmet Davutoğlu ve Ali Babacan, anketlere göre -o da çok şüphe götürür ya- yüzde 1’lerde olmalarına rağmen geçmişteki görevleri sebebiyle milletin nezdinde önemli bir ağırlıkları olduğuna inanıyor ve devlet tecrübeleri sebebiyle de Cumhurbaşkanlığına en uygun adayın kendileri olduğunu düşünüyorlar.

Ahmet Davutoğlu eski Başbakanlığını pek önemsemekte, 1 Kasım 2015 Seçimlerini AK Parti’nin yüzde 49,5 oyla kazanmış olmasını Başbakan olarak kendisine mâl etmekte ve tafrasından geçilmemekte. Davutoğlu’nun ve Babacan’ın durumu, kağnı gölgesinde yürüyen kedinin, kağnının gölgesini kendi gölgesi sanmasına benziyor. Bunlar geçmişteki mâkâmlarını ve başarılarını Tayyip Bey’in gölgesinde edinebilmiş olduklarını, onun gölgesi üzerlerinden kalkınca sıfıra müncer olduklarını takdir edemeyecek kadar idraksizler ve o mâkâmlar sebebiyle kendilerinde bir büyüklük vehmediyorlar, gülünç oluyorlar.

Bir de bu ikisi, birbirlerine karşı geçmişteki mâkâmlar üzerinden faikıyet mücadelesi veriyor. Davutoğlu Başbakan olmak ile Başbakan Yardımcısı seviyesinde kalmış olan Babacan’ı, Babacan da uzun bakanlık ve Başbakan Yardımcılığı dönemlerinde Davutoğlu’nun hükûmetin emrinde bir diplomat olduğu gerçeğinden hareketle Davutoğlu’nu küçümsüyor, küçümsemeye çalışıyor. Bunları ben hayâlimden uydurmuyorum; bu muhteremleri iyi takip etmiş olan herkes onların bu hâllerini tespit etmiş olabilir.

Gelelim son küsurata…

Karamollaoğlu önceki seçimde adaylığını koymuştu, “bir dip dalga bekliyordu ama olmadı”. Bu defa pekâlâ olabilir! Altılı Masa’nın bütün üyeleriyle geliştirmiş olduğu samimî diyaloglar sayesinde ismi üzerinde bir fikir birliği sağlanması zor olmayacaktır. Muhalefetin müşterek adayı olarak belirlenmesi hâlinde, sempatik tavırları, hem bir molla evladı olması ve de sakalı sayesinde Cumhur İttifakı’nın inançlı tabanından esaslı bir parçayı koparıp zaten çantada keklik olan Zillet İttifakının blok oyuna yamamak suretiyle ipi göğüsleme şansına en çok sahip olacak aday olduğundan şüphe etmiyor. Temel Bey, Altılı Masa’nın isim konusunda iyice kilitlenip sonunda kendi adı üzerinde karar kılmak zorunda kalacakları zamanı sabırla bekliyor.

Altıda Bir’in son ismini inanın tam hatırlayamıyorum, galiba Gültekin’di. Altılı Masa düzeninden en fazla menfaati bu arkadaş sağladı. Çünkü böyle bir partinin ve liderinin varlığından ülkenin haberi oldu. Yuvarlak masa etrafında koskoca ana muhalefet partisiyle eşit şartlarda yer buldu, söz sahibi oldu. Pekâlâ! Varlığı ile yokluğu belli olmayan böyle bir parti başkanı, hangi sebepten Cumhurbaşkanı adaylığı hayâli kurabilir, söyleyelim.

Gültekin Bey’in diğer aday adaylarda olmayan üç önemli özelliği bulunuyor: Birincisi, isminin hiç yıpranmamış olmasıdır. İkicisi, adaylığının sürpriz bir isim olarak ortaya çıkabilecek olmasıdır.  Üçüncüsü de, genç ve yakışıklı olmasıdır. Bu özelliklere sahip olan bir insanın kendisini Cumhurbaşkanı adaylığına lâyık görmesi yadırganabilir mi?

Bütün bunlar tabiatıyla benim şahsî tahminlerim, doğrusunu kendileri bilir.

Son söz

Altılı Masa ortaklarının paylaştıkları tek fikir Tayyip Erdoğan düşmanlığı idi ama onları bir masa etrafında toplayan şey, siyâsî çıkar hesaplarıydı. Güçlerini birleştirerek milletvekili seçimlerinde cürümlerinin üzerinde bir şeyler elde etmeyi düşünüyorlardı fakat iktidarın Seçim Kanunu’nda yaptığı son değişiklik, onların bu hesaplarının suya düşmesine sebep oldu. Buna rağmen masayı dağıtmadılar, Cumhurbaşkanlığı ve Cumhurbaşkanlığının paylaşılması üzerine yoğunlaştılar. Ancak herhangi bir konuda anlaşabildiklerine dair bir işaret veremediler.

Birbirlerine karşı mevcut sakin ve muhabbetli görüntülerine rağmen her birinin bünyesinde muazzam bir elektrik yükünün biriktiğini sanıyorum. Aralarındaki bağ pamuk ipliğinden daha zayıf; biriken yük yakın bir gelecekte patlamalara sebep olur, her biri eteğindeki taşı döker ve birbirlerine girerlerse şaşmam. Tiyatro o zaman daha neşeli bir hâl alır!