Altı Şövalye

Bloomberg, 2023 yılının dünyadaki en önemli seçiminin Türkiye’de yapılacak seçim olduğunu yazıyor açık açık. Kimin başa geleceği Batılı efendiler için de çok mühim. Peki, bu Batılı efendiler kimi ne için Türkiye’nin başında görmek istiyorlar?

YARIN elbet bizim, elbet bizimdir!/ Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir! (Necip Fazıl Kısakürek)

***

Pek Muhterem Kari,

Yedi Uyurlar gibi belki bir asır uyumuş dinginliği ile yavaş yavaş gözlerimi açtığımda, omzumdaki acının epeyce dinmiş, müheyyiç bir meydan muharebesinin yorgunluğunun gitmiş, debdebeli bir fırtınanın bitmiş ve her şeyin normale dönmüş olduğunu duyumsuyordum.

Duyumsadığım bir şey daha vardı; odanın içini buram buram doldurmuş olan, odayla birlikte tüm vücudumu kadim bir dost gibi çepeçevre saran, taze bir huzur veren, güzel bir gün vadeden, burnumdan girip ta ruhuma kadar sirayet eden ve bana -nedense- Silivri sahilini hatırlatan taze demlenmiş çay rayihası... Bu davete daha fazla bigâne kalamıyor ve gözlerimi açıyorum. Masada oturan karaltı iki olmuş. Gözlerim yeni bir günün ışıklarına alışırken masada Efrasiyab’ın karşısında oturan karaltının Şeker Abi olduğunu görüyorum, içime bir güneş daha doğuyor.

Aylar, yıllar önce, belki de dün Silivri’de çay içmişliğimiz vardı kendisi ile. Artık zaman ile ilgili net bir şey söyleyemez hâldeyim.

Uyandığımı görünce gülümsüyor, “Çay içer misin?” diye soruyor, sanırım vereceğim cevabı da biliyor. “Çay müminin mazotudur” diyorum, “Demiştim” der gibi Efrasiyab’a bakıyor. Muhtemelen demiştir zaten.

Efrasiyab’ın önündeki boş bardağı da alarak mutfağa yöneliyor, kapıdan çıkarken “Korkuttun bizi” diyor. Allah var, ben de korkmuştum, beş yüz sene öncesinde o ıslık çalarak üzerime doğru gelen oku gördüğümde sonumun geldiğini düşünmüştüm. Sonumdan ziyade, sefinenin o keşişlerin eline geçmesinden endişe etmiştim. Çok şükür, korktuğum başıma gelmedi, bugün dostlarımın yanında ve emniyetteyim.

Şeker Abi üç çay ile geri dönüyor ve ben yataktan doğruluyorum. Omzum hâlâ sızlıyor biraz.

Masanın üzerindeki Marifetname ve Fütuhat-ı Mekkiye ciltlerinin yanında duran ortasından kırılmış ok parçasını görüyorum. Ok, sefinenin kasnağına çarparak kırılmış ve bu tevafuk ile kalbime saplanmaktan vazgeçmiş olmalı. Aksi durumda şu an Efrasiyab ve Şeker Abi yatağımın değil, mezarımın başında olabilirlerdi.

Kendimde takat bulup yataktan çıkıyorum, masaya, yanlarına oturuyorum. Efrasiyab, “Omzundan bunu çıkardık” diyerek o kırık ok parçasını uzatıyor. Bir taraftan oku, diğer taraftan misafirlerimi inceliyorum. Lisan-ı hâllerinden her ikisinin burada tanışmamış olduklarını anlayabiliyorum. Muhtemelen aralarına en son katılan benim.

“Geçmiş olsun Kahraman” diyor Şeker Abi. “Geçti Şeker Abi. Sizi görmek bana iyi geldi” diyorum. Gerçekten de iyi geldiğini hissediyorum. Evi nasıl bulduğunu soracakken, tam da o anda Sütlüce’deki maceramdan sonra beni takip ettiğini ve kapının altından mektup bıraktığını hatırlıyorum. “Bitti mi şimdi?” diye soruyorum Efrasiyab’a yeniden, “Bitti, elhamdülillah!” diyerek başıyla tasdik ediyor.

“Bir sabah uyandığımda tüm bu yaşadıklarımın bir rüyadan ibaret olduğunu anlayacağımı düşünmüştüm çoğu zaman” diyorum. Efrasiyab gülümsüyor, “Yanılmadın, zaten öyle olacak. Biz fâniler neyin hakikat, neyin rüya olduğunu gerçekten uyandığımız ‘o gün’ anlayacağız haddizatında” diye karşılık veriyor.

Efrasiyab’ın “O gün” kelimelerini söylerkenki vurgusu bir an titretiyor beni. “O günün” azameti omuzlarıma çöküyor adeta, ezildiğimi, kalbimin sıkıştığını hissediyorum.

“Şimdi ne olacak?” sualime, “Olması mukadder olan elbette” şeklinde cevap veriyor Efrasiyab. Şeker Abi’yi göstererek, “Onun için geldi” diye ekliyor. Sefine ile vedalaşma vaktinin geldiğini anlıyorum. Sonuçta sefine, işe gidip gelirken kullanabileceğim bir vasıta değil lâkin yine de vedalaşmam zor olacak. “Ne zaman peki?” diye soruyorum yine de. Şeker Abi, Efrasiyab’a dönerek gülüyor, “Hâlâ zamandan sual ediyor” diyor. “Sen de mi Şeker Abi?” diye içimden geçiriyorum. İçimden geçeni işittiğini biliyorum.

Son bir seyahat için müsaade istiyorum ve ondan sonra sefineyi birlikte parçalamayı vaat ediyorum. Efrasiyab, tehlikesiz son bir seyahat için müsaade veriyor. Sanırım nereye gideceğimi biliyorum. Hele biraz daha toparlayayım kendimi…

Şimdi çayın ve dost sohbetinin tadına varma vaktidir!

***

Muhterem Kari,

Bu seferki seyahatimizde sizleri 12 Nisan 1204 tarihi İstanbul’una yani o zamanki adı ile Konstantinopolis’ine götüreceğim inşallah. Yolumuz kısa olsa da zamanda epeyce geriye gideceğiz. Bu yüzden kontrollerimizi bihakkın yapıyoruz, yakıtımızı tam dolduruyoruz, yağımızı, suyumuzu takviye ediyoruz. Deveran başlasın efendim. Fiyuvvv, fiyuvvv, fiyuvvv…

Bugünkü Sultan Ahmed Meydanı’ndayız lâkin henüz ecnebilerin “Mavi Cami” dedikleri altı minareli meşhur camimiz -hâliyle- yerinde değil. Meydanı boydan boya kaplayan ve bugünkü mevcut dikili taşların çevresinde dönen eliptik pisti ile büyükçe bir hipodrom var burada elan.

Aslına bakarsanız, minareleri -henüz- bulunmayan Ayasofya ile Haliç’in karşı yakasında yükselen Galata Kulesi dışında aşina bir yapı gözüme çarpmıyor.

Meydan yine fevkalâde günlerinden birisini yaşıyor. Bu Hıristiyan şehri -inanmayacaksınız ama- Haçlı orduları tarafından talan ediliyor, yağmalanıyor şu anda. Aslında bu talanın hikâyesi bundan üç yıl evvel neşet etmişti. Sefinemizi 1201 yılı ilkbaharındaki Paskalya yortusu sonrasına kurup Venedik’e vasıl olsa idik, altı -evet altı- şövalyeden oluşan bir Haçlı komuta heyetinin Haçlı ordularını gemileri ile nakletmesi için Venedikli yöneticilerle yaptıkları anlaşmaya şahitlik ediyor olabilirdik.

Altı şövalye, Venedik yönetimi ile 4 bin 600’ü şövalye olmak üzere 40 bin askeri, atları ve levazımatı ile birlikte Kuzey İtalya’dan -güya- Mısır’a götürmek üzere 84 bin gümüş mark ücretine anlaşmıştı. Haçlı ordusu Mısır üzerinden Kudüs’e yürüyecek, Selçuklular ile karşılaşmadan Kudüs’ü fethedeceklerdi. Ayrıca Venedikliler fethedilecek toprakların yarısının kendilerine verilmesi şartı ile elli kadırgalık tam teçhizatlı bir filoyu da Haçlı ordusuna tahsis edecekti. İki taraf için de güzel bir anlaşma olmuştu bu.

O donanma Akdeniz’e açıldığında Mısır’a gitmekten “vazgeçmiş” -belki de Mısır’a gitmeyi hiç plânlamamışlardı bile- rotayı Konstantinopolis’e kırmışlardı. Şehirde Haçlıların gelişine karşı bir önlem alınmış değildi, zira bu sefer işgal amaçlı değildi. En azından Bizanslılar öyle biliyorlardı. İşte o ordu, şu an şehri yağmalamakla meşgul. Bu ameliyeye sadece “yağma” demek hafif kalır, cinayetler, tacizler, tecavüzler, yangınlar, hakaretin her nevi şehrin her yerini sarmış vaziyette.

Aslında bu büyük donanma, bundan bir sene evvel, 24 Haziran 1203’te Boğaz’a demir atmış idi. Mamafih Galata Kulesi ile Konstantinopolis arasındaki 500 metrelik demir zincirler bu donanmanın Haliç’e duhul olmasına imkân vermemişti. Evvelâ Galata Kulesi muhasara edilip ele geçirilmiş, zincirler indirilmiş ve Haçlı donanması Haliç’e giriş yaparak daha alçak surlardan şehre saldırmaya başlamışlardı. Gemilerle sahilde karaya oturacak şekilde surlara yaklaşılmış, merdiven ve kulelerle surlara saldırmak mümkün hâle gelmişti. 17 Temmuz’daki bu ilk hücumda Haçlılar şehrin kuzeybatı mahallerindeki ahşap evleri yakmışlar ve 20 bin Bizanslı evsiz kalmıştı.

Haçlı ordusunun ve Venediklilerin aceleleri yoktu adeta, bir yıl boyunca sürekli şehri taciz edecekler, surların dışında kalan Kadıköy, Üsküdar ve Galata gibi yerleri kontrollerine alacaklardır.


Nihayet Haçlılar ve Venedikliler 11 Nisan 1204’te yani dün tekrar bir hücuma başlamışlardı. Yine Haliç’ten saldıran Haçlılar bu sefer surları kâmilen ele geçirmişler, şehrin kapısını kırmışlar, şehri yakıp yıkarak Ayasofya’ya doğru ilerlemeye başlamışlardı. Bu seferin vakanüvisi Villeharoudin’e göre bu yangınlarda yanan ev sayısı Fransa Krallığı’nın en büyük üç şehrinde bulunan tüm evlerin sayısından da daha fazlaydı. Lâtin kökenli Haçlı ordusu, Avrupa’nın bu en büyük şehrini talan etmeye başlamıştı.

Ayasofya’ya doğru dikkat çekmeden yaklaşmaya çalışıyorum. Katolik Haçlılar, Ortodoks rahip ve rahibelere her türlü melâneti yapmakla meşguller şu anda. Bu tacizlerden Ortodoksların bu mukaddes mekânı da payına düşeni alıyor maalesef.

Kelimeler gördüklerimi anlatmaya kifayet etmiyor. Burada bulunan bütün ikonalar, tablolar, şamdanlar, kâseler, azizlerin kemikleri, kutsal kitaplar ya çalınıyor yahut imha ediliyor. Haçlı askerleri kilisenin içini sarmış ateş karıncaları gibi adeta, her yerdeler ve kilisenin içerisi hızla değişiyor. İnsanoğlunun nasıl bu kadar barbar olabileceğine hayretler içerisinde şahitlik ediyorum.

Binbir türlü canilikle uluorta katledilen rahipler ve kollarından yahut saçlarından çeke çeke bir kuytuya sürüklenen rahibelerin çığlıkları Ayasofya’nın devasa kubbesinde yankı yankı büyüyor ve bu mekânı dayanılmaz bir hâle, bir cehennem kuyusuna çeviriyor.

Bu arada bir Haçlı askeri -nereden buldu bilemem- kolundan tutup getirdiği bir hayat kadınını patriğin tahtına çıkarıyor, şarkı söyletiyor. Kutsal kâselerle içilen şaraplar eşliğinde bu kadına söyletilen şarkılar “konser” havasında danslar edilerek dinleniyor. Hatta bu kadına dinî vaazlar bile verdirilip hep bir ağızdan hunharca gülüşüyorlar.

Gözlerime inanamıyorum. Haçlı askerleri şimdi de Ayasofya’yı talan etmek için kilisenin en kutsal köşelerine kadar eşek ve katırları sokuyor, yükünü alan bu hayvanları heybelerinde ve sırtlarında tablolar, ikonalar, heykeller, şamdanlar ve bilumum kıymetli eşyalar olduğu hâlde ganimetlerin toplandığı alana doğru götürüyorlar. Bu yüklü eşek ve katırları takip ederek Ayasofya’nın ana kapısından dışarı çıkıyorum. Yanımdan geçen ve kahkahalarla gülen iri yarı, saçı sakalı birbirine karışmış Haçlı askerinin nefesi buram buram şarap kokuyor. Kahkaha attıkça çevresine tükürükler saçıyor. İğreniyorum.

Hipodrom Meydanı’na doğru ilerliyoruz. Bu arada hipodromun üzerinde bulunan dört bronz at heykeli de yerlerinden sökülüp aşağı indiriliyor. Ki bu heykelleri Venedik’teki San Marco Meydanı’nda bulunan Romanesk tarzda inşâ edilmiş Duomo Kilisesi’nin üzerinde görmüşlüğüm de vakidir.

Bugün çevreden, özellikle de Ayasofya’dan toplanan ve gayr-i nizamî olarak meydana yığılan ganimetin yaklaşık değeri 900 bin gümüş mark değerinde en az. Bu elbette resmî tutar. Çalınan, yakılan, imha edilenleri de bunlara eklemek lâzım gelir. 900 bin gümüş mark, filo kirası olarak Venediklilere verilen 84 bin gümüş marklık maliyet için çok yüksek bir getiri demek. Haçlılar için kârlı bir gün oluyor, hâliyle herkesin keyfi son derece yerinde.

Yağmalanan eşyaların içerisinde heykeller, azizlerin kemikleri, Hazreti İsa’ya ait olduğuna inanılan kefen, kutsal kâseler, Vaftizci Yahya’ya ait vaftiz tasları gibi birçok maddî ve manevî zaviyeden kıymetli eşyalar da mevcut. Elan bu eşyaların önemli kısmı Vatikan’da, Venedik’te, Torino’da ve Roma’da bulunan kiliselerde sergilenmektedirler.

İşte böyle dostlar, Mısır’a, oradan da Selçuklular ile karşılaşıp savaşmadan mukaddes Kudüs’e geçmek ve Kudüs’ü fethetmek için yola çıkan Haçlı ordusu, mezhepleri farklı olsa da yine Hıristiyan olan bir şehre saldırmış, her köşesini yakmış, yıkmış, yağmalamış, talan etmişti. Konstantinopolis, tarihin görüp görebileceği en vahşi zulme ve yağmaya kendi dindaşları tarafından maruz kalmıştı.

O altı şövalye ise, şimdi önlerinde yükselmekte olan ganimet tepesini keyifle izliyor, ellerindeki altın kadehlerle bu “zaferin” tadını çıkarıyorlar. İçtikleri şarabın bir kısmı sakallarından süzülüp üzerinde boydan boya kırmızı haç bulunan beyaz kıyafetlerine damlıyor.

Bu rezalete daha fazla dayanamıyor, dönüş yoluna koyuluyorum dostlar. Zira burada anlatamayacağım, insanlığımdan hicap ettiren daha nice rezalet vuku bulmakta. Cebimizdeki üç kuruş parayı da bunlara kaptırmayalım.

***

Pek Muhterem Kari,

Bundan 800 küsur yıl evvel kutsal bir vazife için Papa’dan icazet alan altı -evet altı- şövalye, Venedik yönetimi ile anlaşarak -güya- Mısır’a, oradan da fetih için Kudüs’e doğru sefere çıktı.

Tüm Avrupa ve Bizans, bu Haçlı ordusunun Kudüs’ü Müslümanlardan kurtaracağını düşünüyordu. Oysa Haçlı ordusunun başka bir plânı vardı. Kudüs için yola koyulan 40 binin üzerindeki asker Konstantinopolis’i yağmalamış, talan etmiş, yakmış, yıkmıştı. Mezhepleri farklı olsa da yağmalayan Hıristiyan, yağmalanan Hıristiyan idi. Bu hezimetin etkilerinden Konstantinopolis yüz yıl boyunca çıkamamıştı.

800 yıl sonra, bugün yine altı “şövalye” bir yuvarlak masa etrafında toplanmış durumda. Vatandaş bu altı (aslında yedi) “şövalyenin” memleketi kurtaracaklarını düşünüyor safiyane. Ne acı!

Aslında bu yedi “şövalye” 800 yıl evvel Papa’nın ve Venedik Dükü’nün karşısına çıkan şövalyeler kadar niyetlerini gizlemiyorlar da. Hedeflerini, niyetlerini, nereleri yağmalayacaklarını, topladıkları bu “ganimetleri” ne yapacaklarını birer birer ve açık açık söylüyorlar. Ülkemizin seksen yıllık kazanımlarına göz dikmiş durumdalar alenen. Libya, Suriye, Azerbaycan, Akdeniz ve bilumum yerlerdeki varlığımızı sona erdirecekler meselâ. Mavi Vatan’da gaz ve petrol arayışlarımız nihayet bulacak. Belki de “Bize ne faydası var?” diye Karadeniz’de bulunan gaz rezervi üzerine beton bile dökecekler. İHA, SİHA, Kızılelma, TOGG hakkında düşünceleri hepimizin malûmu… Anayasa’dan “Türklük” kavramını kaldıracaklar. Şimdiden pervasızca konuşabildikleri özerklik için somut adımlar atacaklar. Kulaklarınızla duymuyor musunuz?

Terörle mücadelede efendilerinin istediği gibi bugünkü kadar agresif olmayacaklar. Kandil’den terör elebaşları bunlar için oy dileniyor. Türkiye’yi sevdiğinden olmasa gerektir.

Terör suçları ve iltisakları sebebiyle içeride bulunanlara özgürlük vaatleri var. KHK ile görevden alınan FETÖ’cü militanlar tekrar görevlerinin başına getirilecek. Yeniden paralel devlet kurulacak. Kaçan FETÖ’cüler ellerini ovuşturup dönüş plânları yapıyorlar.

Bloomberg, 2023 yılının dünyadaki en önemli seçiminin Türkiye’de yapılacak seçim olduğunu yazıyor açık açık. Kimin başa geleceği Batılı efendiler için de çok mühim. Peki, bu Batılı efendiler kimi ne için Türkiye’nin başında görmek istiyorlar? Düşünmüyor musunuz? ABD Başkanı Biden, Türkiye’ye bayıldığı için muhalefeti desteklediğini söylemiyor herhâlde! Daha sayayım mı?

Altı şövalyenin yağmaladıklarını, talan ettiklerini yerine koyması ve belini doğrultabilmesi, Doğu Roma İmparatorluğu’nun bir yüzyılına mal olmuştu. Bizde yağmaya ve talana konu olan değerler Bizans’ın üç beş heykelinden, ikonalarından, tablolarından, taslarından çok daha fazlası.

Bu nüfuz ve teknoloji yarışında -hele ki dünyanın gıpta, hatta haset ile baktığı bunca ivmeyi de kazanmışken- alacağımız bir darbe, bizi yüz değil, yine yüzlerce yıl geriye götürecektir. Kaybeden sadece biz değil, torunlarımız, torunlarımızın torunları da olacak. Oysa bizim kaybedecek bir yılımız şöyle dursun, bir günümüz bile yok!

Allah, bu kutlu yolda ülkemizin ayağına taş değdirmesin, tekerimizi çukurda bırakmasın, düşmanlarımıza fırsat vermesin. Şüphesiz O’nun vaadi haktır ve nurunu bir şekilde tamamlayacaktır. Sonumuzu hayreylesin. (Âmin.)

Kalınız sağlıcakla efendim.