“Bir gün yine doludizgin atlarımızla
Yerden
yedi kat arşa kanatlandık o hızla...”
(Yahya
Kemal Beyatlı)
***
PEK Muhterem Kari,
En fazla beş yahut altı yaşındaki dizlerimi kırıp ilk defa elif, be, te,
se, cimi; üstün, esre, ötreyi; cezm ve şeddeyi; Allah’ın Zâtî ve Subutî
sıfatlarını, Subhaneke, Ettehiyyati, Salli ve Bariki; Elham, Gulhü, Elemtere,
Liilafiyi; otuz iki farzı, İslâm’ın ve imanın şartlarını öğrenmeye başladığım,
umumiyetle de dersin bir an önce bitip kendimi sokak oyunlarının tasasız
kucağına atmak için can attığım ilçemizin tarihî Cami-i Kebir’inde bir gün vaaz
veren Mahmut Hoca, Allah’ın kâinatı altı günde yarattığını söylemişti.
Çocukluğumun o günlerinden yıllar sonra okumaya anlamaya başladığım
zamanlarına kadar bu mevzuu epeyce kafamı kurcalamıştı. Mahmut Hoca doğru
söylemişti. Kur’ân-ı Kerim’de birçok ayette kâinatın altı günde yaratılmış
olduğu geçiyordu. Hud, A’raf, Secde, Kaf, Yûnus, Furkan ve Hadid Sûrelerinde açık
ve net bir ifadeyle göklerin ve yerin altı günde (sitte-ti eyyam) yaratılmış
olduğu belirtiliyor.
Modern bilim ise büyük patlama anından bugüne kadar kâinatın yaşını
(elbette yaklaşık) 14-15 milyar yıl olarak hesap ediyor. Bir yanda altı gün,
diğer yanda 15 milyar yıl… Bu eşit(siz)lik nasıl bir formüle dayanıyor
dersiniz?
Aslına bakarsanız bu sorunun cevabı da Kur’ân-ı Kerim’in sayfaları arasında
gizli; hatta “Apaçık şekilde yazıyor” desem daha doğru olacaktır.
Bakınız, Mearic Sûresi’nin 4’üncü ayeti ne diyor: “Melekler ve rûh
(Cebrail) O’na, miktarı elli bin yıl olan bir günde yükselip çıkar.”
Ve Secde Sûresi, 5’inci ayet: “O gökten yere her işi düzenleyip yönetir.
Sonra bütün işler sizin hesabınıza göre bin yıl tutan bir günde O’nun katına
çıkar.”
Biz fanilerin zaman konusundaki en büyük hatası milyarlarca gezegen, yıldız,
güneş sistemi ve galaksi bulunan kâinattaki zaman hesabını, çölde bir kum
tanesi hükmündeki gezegenimizin kendi etrafında bir kez dönmesi esnasında geçen
süre ile ölçmeye çalışıyor olmasıdır. Ne büyük bir enaniyet!
İçerisinde mâkâmların, Kürsînin, feleklerin, âlemlerin ihtiva edildiği,
sınırlarının nerede bittiğini ve o sınırdan sonrasında neler olduğunu hayâl
bile edemediğimiz kâinatta işleyen ilâhî zamanı kolumuzdaki saat yahut saatli
maarif takvimi ile ölçmeye çalışmak ne büyük saflık, ne büyük gaflet!
Oysa yine Kur’ân-ı Kerim’de zaman hususunda yine ilginç bir nokta çıkıyor
karşımıza. Hud Sûresi’nin 60 ve 99’uncu ayetlerinde inanmayanlar için bakınız
ne söyleniyor: “Onlar hem bu dünyada, hem de kıyamet gününde lânete
uğradılar.”
Bu bahse Zümer Sûresi’nin 67’nci ayetini de ilâve edelim: “Kıyamet
gününde bütün dünya O’nun avucundadır; gökler de O’nun kudret elinde dürülüp
bükülmüştür.”
Ayetlerdeki geçmiş zaman kipi dikkatinizi çekiyor mu? İnsanlık olarak istikbâlde
beklediğimiz kıyamet, bu ayetlerde mazi olarak anlatılıyor.
İlâhî zaman ekseninin olmuş bitmiş bir düzleminde, çoktan yaşanmış bir “ân”a
yetişmeye çalışıyoruzdur belki de. Olamaz mı?
Siz bunları düşünürken, ben de çözmeye çalıştığım muammadan bahsedeyim
isterim efendim…
Sanırım sona yaklaşıyorum; tahmin ettiğim gibi sefine çiziminde gizli
muamma, benden (şu an söyleyemeyeceğim) bir yere ve bir zamana gitmemi istiyor.
Orada (şu an söyleyemeyeceğim) tehlikeli bir vazife beni bekliyor.
İhtiyaten, bu macerayı son seyahatimi tamamlayıp dönmek nasip olursa
yazabileceğim dostlar. Daha öncesinde değil.
Öyle hissediyorum ki, bu vazife bu serencamın sonu olacak. Muvaffak olsam
da, olamasam da, benim için bu serencam nihayete erecek.
Muvaffak olursam Efrasiyab’ı ve hatta insanlığı büyük bir müşkülden
kurtaracağım ve bu başarının mükâfatı olarak Efrasiyab -kesinlikle- “Sefine
sende kalsın” demeyecek.
Muvaffak olamazsam da muhtemelen gittiğim yerden geri dönemeyeceğim. Bu kez
de, Efrasiyab bir telaşla girdiği Süleymaniye Camiî’nin avlusunda benim yerime
başka birisine aynı çizimleri verecek ve bu macera başka bir kahraman ile
yeniden başlayacak.
Efrasiyab, aylardır sefine-i tayy-i zamanı kullanmama ses çıkarmıyorsa -ve
iç sesim beni yanıltmıyorsa- çıkacağım son yolculuğa kadar tecrübemi artırmamı
istediği için olmalı.
Hissetmekten daha öte, “Biliyorum” desem yeri var; o son yolculuk
yaklaşmakta. Zamanın sahibine ram olmuşuz, görelim Mevlâ’m neyler, neylerse
güzel eyler...
Eyvallah!
***
Muhterem
Dostlar,
Bu
seyahatimizde de çok uzağa ve epeyce geçmiş bir zamana gitmeyeceğiz. Tarih
tekerrürden ibaretse -ki öyle sanki- tekerrür edecek tarih çarkının ille de yüz
yıllık bir yol kat etmesi gerekmiyor. İbret alınmazsa ertesi gün bile aynı hâdise
kapınızı çalabiliyor. Ve biz faniler, ibret alabilme konusunda ne kadar da beceriksiz,
ne kadar isteksiziz.
Sefinemizi
çok değil, dokuz sene evvele kuruyoruz; 2013 Temmuz’unun başında herhangi bir
güne. Taksim’e… Kasnaklar dönsün, deveran başlasın. Henüz yolculuk başlamadan
keskin bir gaz kokusu genzimizi yakmaya başlıyor. Fiyuvvv, fiyuvvv, fiyuvvv…
Taksim’deyiz
ve Taksim ana baba, torun dede, polis gösterici, Atatürkçü Apocu, simitçi
gazozcu, haberci yorumcu, sanatçı kanatçı, topçu popçu günü…
İpini
koparan gelmiş anlayacağınız. Tüm meydan, genzi yakan gaz, duman, alkol ve
idrar kokusu ile kaplı. Yüzleri maskeli barışçıl (!) aktivistler meydanın her
yerindeler. İğne atsan bir eylemcinin başına düşer muhakkak.
Sadece meydan
değil, Gezi Parkı olarak bilinen Taksim Gezisi de tıklım tıklım. Kanunî Sultan
Sülayman vaktinde saray aşçısı Manuk Karaseferyan aracılığıyla Ermeni Mezarlığı
olarak tahsis edilen bu alan, 1939 yılında Türk Hükûmeti tarafından istimlak
edilmiş, içinde bulunan Surp Krikor Lusavoriç Kilisesi yıkılmış, alan İsmet
İnönü adına İnönü Gezisi olarak düzenlenmiş ve sökülen mezar taşları da gezi
alanının merdivenlerinin yapımında kullanılmıştı.
1944 yılında
İnönü Gezisi’nin Taksim Meydanı’na bakan girişine, dönemin Cumhurbaşkanı İsmet
İnönü’nün at üzerindeki heykeli için kaide inşâ edilmiş ancak o heykel oraya hiçbir
zaman dikilememiştir.
1950’de
Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle, atlı heykel uzun süre bir depoda
bekletilmiş, sonunda parkın girişindeki kaide söktürülmüştür. İsmet İnönü’nün o
ekonomik buhranda ünlü Alman heykeltıraş Rudolf Belling’e yaptırmış olduğu bu heykel,
Gezi Parkı girişine değil, Maçka’daki Taşlık Parkı’na dikilmiştir.
Anlayacağınız, İsmet ata binmiş, “Ya nasip!” demiş.
Biz yine
İnönü Gezisi’ne yani Gezi Parkı’na dönelim. Çadırlar kurulmuş, flamalar,
bayraklar, pankartlar asılmış, ses ve müzik sistemleri getirilmiş. Kimi
çadırlar yemekhaneye, revire, kantine dönüştürülmüş. Buralardan hayırsever (!)
firmaların ve eşhasın sağladığı enva-i çeşit yiyecek, içecek, maske ve sağlık
malzemeleri barışçıl (!) aktivistlere ücretsiz dağıtılıyor…
Gezi Parkı’nda
yeterli hizmeti (!) alamayan göstericilerin ihtiyaçları için parkın hemen
arkasında bulunan ve normalde bir bardak çayı 40-50 liraya içebileceğiniz beş
yıldızlı Divan Oteli de amade…
Mimar
Feridun Kip ve Rüknettin Güney tarafından projesi çizilen, 29 Mayıs 1946’da
temeli atılan, ödenek yokluğu nedeniyle tamamlanamayınca 1953 yılında
Bayındırlık Bakanlığına devredilen, 1956’da mimar Hayati Tabanlıoğlu tarafından
inşaatı devam ettirilen ve ancak temeli atıldıktan 23 yıl sonra tamamlanabilen
ve artık yıkılmaya yüz tutan Atatürk Kültür Merkezi’nin kasvetli ve köhnemiş ön
cephesi dev pankartlarla tamamen kaplanmış vaziyette. Bu pankartların
ekseriyeti de terör örgütlerine ait paçavralardan müteşekkil. İlk bakışta “Kes
sesini Tayyip” ve “Tayyip istifa” pankartları dikkat çekiyor.
İtalyan
heykeltıraş Pietro Canonica’ya yaptırılan, 1928’de tamamlanan, çevre
düzenlemesi bir başka İtalyan mimar Giulio Mongeri tarafından yapılmış olan,
dört cephesinde dört farklı figüratif anlatımlar bulunan Taksim Cumhuriyet
Anıtı da bu keşmekeşten nasibini almış durumda.
Taksim
Cumhuriyet Anıtı’nın her tarafından sarı ve kırmızı renklerin hâkim olduğu paçavralar
sarkıyor.
Gezi Parkı
ile The Marmara Oteli arasındaki alan, canlı yayın araçları ile tıka basa dolu.
BBC, CNN, Reuters, Deutsche Welle, Voice of America, Voice of Russia gibi
uluslararası haber kanalları yerlerini almışlar ve yirmi dört saat meydandan
gelişmeleri aktarıyorlar. Hatta normal yayınlarında bile ekranlarının bir
köşesi Gezi Parkı için rezerve edilmiş durumda.
Bu naklen
yayın araçlarının olaylar başlamadan ve şimdi İngiltere’de kaçak yaşayan
sanatçı bozuntusunun “Mesele sadece Gezi Parkı değil arkadaş, sen hâlâ
anlamadın mı? Hadi gel” tivitini atmadan meydanda yerlerini almış
olduklarını da belirtelim bu arada.
Meydan barikatlarla,
ateşlerle, sökülmüş kaldırım taşlarından teşekkül tepeciklerle, camları
kırılmış, ters çevrilmiş, harap edilmiş belediye otobüsleri, polis araçları,
taksiler ve ambulanslar ile dolu.
Gezi Parkı’nda
başlayan bu barışçıl (!) eylemlerin sonundaki Z-raporunda kullanılamaz hâle
gelmiş 45 ambulans, 90 belediye otobüsü, 58 kamu binası, 214 özel araç, 68
MOBESE kamerası, 240 polis aracı ve yağmalanmış 337 işyeri yazıyordu. Ve
elbette bunlar buz dağının sadece görünen kısmı idi. Gezi Kalkışması süresince
halka açık şirketlerin zararı 200 milyar lirayı bulmuştu.
Gezi
Olayları öncesi 1,70-1,80 lira bandındaki dolar 2,40 liralara çıkmıştı. Ülke tarihinin
en düşük seviyesi olan yüzde 4,6 faiz oranı Gezi Olayları ile birlikte yüzde 10’a
çıkmış, bir daha da tek haneli rakamları görememişti. Sadece faizdeki bu
artıştan dolayı ülkenin zararını hesaplayabilmek bile en babayiğit
ekonomistlerin harcı olmasa gerektir.
Oysa daha
bir ay önce Türkiye’nin IMF’ye olan borcu sıfırlanmış, ülke ekonomisi için hayâl
gibi görünen yeni bir sayfa açılmıştı. Ülke IMF boyunduruğundan kurtulmuş,
bağımsız hareket edebilme kabiliyetini kazanmıştı.
O sanatçı
müsveddesi itiraf etmemiş olsaydı bile o gün de biliyorduk meselenin ağaç ya da
Gezi Parkı olmadığını. Mesele, “Bağımsız Türkiye” meselesiydi. İktidarda
olmasalar bile hep iktidarda bulunanlar, şahsî menfaatlerini müstevlilerin
siyâsî emelleriyle tevhit etmişlerdi ve “Bağımsız Türkiye” istemiyorlardı.
İstemedikleri
sadece “Bağımsız Türkiye” değil, Üçüncü Köprü, Üçüncü Havalimanı, Kanal İstanbul,
HES’ler gibi projeler de bu paranteze dâhildi.
Nihayetinde
güçlü, ayakları yere sağlam basan, kendi bağımsız politikalarını üretme
potansiyeline sahip, “başına buyruk” bir Türkiye istemiyorlardı. Üzerimizdeki
deli gömleğini fazlasıyla yakıştırıyorlardı bize.
O
kalabalığın içerisinde harap olmuş caddeleri, devrilmiş durakları, taşları
sökülmüş kaldırımları, kırılmış vitrin camlarını, yağmalanmış işyerlerini,
duvarlara yazılmış arsız hayâsız yazıları, yan yana sallanan Atatürk ve terör
elebaşının posterlerini ve bu manzaradan rahatsız olmayan azgın insan sürüsünü
temaşa ederek dolaşırken omzumu bir el kavrıyor. Bu yumuşak, sıcak, müşfik
dokunuşu tanıyorum, o olduğunu biliyorum: Efrasiyab!
“Evlat,
birazdan burası karışacak, fazla dolaşma buralarda” diyerek beni bir ara
sokağa çekiyor. Tam da beni çekip aldığı köşeye birkaç gaz bombası düşüveriyor.
O pamuk el beni az önce çekmemiş olsa, o kapsüllerden birisi bana isabet
edecekti muhtemelen, eminim.
“Sana
ihtiyacımız var ve senin bir an evvel muammayı çözmen gerekiyor. Zaman daraldı!” diyor. Şu an o muamma ile uğraşmak
yerine Taksim’de dolaşıyor olmaktan dolayı kendimi suçlu hissediyorum ve bu
hissi onun da fark ettiğini…
“Dert
etme” der gibi gülümsüyor, omzumu bırakmadan ve en güvenli ara sokaklardan
beni kalabalığın içerisinden çıkarıyor.
15 Haziran
2013 günü Ankara’da düzenlenen, yüz binlerce kişinin katılıp gövde gösterisi
yaptığı ve “Yanındayız” mesajı verdiği Millî İradeye Saygı mitinginde Erdoğan,
“Bakın, çok açık net söylüyorum. Taksim Meydanı boşaldı boşaldı, boşalmadığı
takdirde bu ülkenin güvenlik güçleri orayı boşaltmayı bilir!” diyerek
Gezicilere son uyarısını yapacaktı.
Ertesi gün de
güvenlik güçleri bu kepazeliğe bir son verecek ve Taksim’i işgalden kurtaracaktı.
Ve müstevlilerin siyâsî emelleri bir başka bahara kalacaktı.
Efrasiyab’ı
dinleyip dönüyorum artık. İçimde, gördüklerimden hâsıl olan kuvvetli bir mide
kasıntısı, keskin gaz ve idrar kokusu ve bir tiksinti hissi ile dönüş için
sefinenin koltuğuna oturuyorum.
***
Pek Muhterem Kari,
Tarihin tekerrür seven sarkacı dokuz yıl sonra bizlere “Yine mi
yoksa?” dedirtiyor yeniden. Gezi Kalkışması esnasında şahit olduğumuz
manzaraların benzerlerinin şimdi Kazakistan’da yaşanmakta olduğunu görmekteyiz.
Bir önceki yazımızda Türk Devletleri
Teşkilatı’ndan bahsetmiş, böyle bir teşkilatın dünya siyâsî dengelerini altüst
edeceğini, tarihi yeniden şekillendireceğini ve oyun kurucular üzerinde büyük gaz
sancıları oluşturacağını söylemiş ve şöyle demiştik:
“Askerî, ekonomik ve politik zaviyeden bakınca dünyanın ağırlık
merkezini yerinden değiştirecek bir cesametten bahsediyoruz. Enerji
kaynaklarının, yeraltı zenginliklerinin, askerî gücün ve genç nüfusun yanı sıra
dünya ticaret yollarının üzerinde oturacak böylesine jeopolitik bir birliktelik
Turan Birliği’nden çok daha fazlasına karşılık gelmektedir haddizatında.
Bu birliğin dağılması ya da etkisizleştirilmesi için de Türkiye’yi
durdurmak yahut güçsüzleştirmek, yeniden uyutmak yeterli olacaktır. El’in oğlu
elbette bunun için çalışıyor, çalışacak, kendi gücünü muhafaza etmek için buna
gayret edecek. İşi bu!”
Tahminimizde kısmen yanıldık ama yine de önemli oranda tutturduk sayılır.
El’in oğlu boş durmadı lâkin Türkiye yerine daha zayıf halka olan Kazakistan
seçildi operasyon için.
Kazakistan’da yaşanan sokak olaylarını muhtemelen takip ediyorsunuzdur. Ne
kadar da Gezi Olayları’na benziyor, öyle değil mi? Gezi Olayları’nda olduğu
gibi Kazakistan’da yaşananlarda da ABD’nin aparatı FETÖ’nün parmağını görmek
hangimizi şaşırtmış olabilir ki?
Üstelik meselenin LPG zammı olmadığının da farkındayız. Zira LPG zammı geri
çekilmiş ve hükûmet istifa ettirilmiş olmasına rağmen ortalık yatışmış değil
henüz. Bu karışıklık bir süre daha devam edecek gibi görünüyor.
Kazakistan’da yaşanan bu olayları Türk Devletleri Teşkilatı’ndan bağımsız
düşünmek safdillik olur. Ayaklanma girişimi ve kaos bir şekilde bastırılamazsa,
günün sonunda barışçıl (!) eylemcilerin okuyacakları bildiride Türk Devletleri
Teşkilatı’ndan çıkılması talebinin de yazılı olduğu görülecektir.
Haddizatında yaşanan bu olaylar, çiçeği burnunda bu teşkilat için ilk ciddî
imtihandı. Ve maalesef teşkilatın, bu ilk imtihanında başarılı olduğunu
söyleyemeyiz.
Gönül isterdi ki, teşkilatın bir üyesinde yaşanan bu olaylara ilk
müdahaleyi Rusya (yahut Kolektif Güvenlik Örgütü) yerine yine bu teşkilatın
kardeşleri yapsaydı. Kazakistan, Rusya yerine benzer badireler atlatmış Türkiye’den
ve kardeş Azerbaycan’dan destek istemiş olsaydı… Böylesi hem teşkilat için iyi
bir başlangıç olurdu, hem de teşkilatın gücüne güç katardı.
Şimdi duyuyoruz ki, Kazakistan şehirlerinde Rus birlikleri ile birlikte
Ermeni askerleri de görev yapıyor. Ve Ermeni askerler Karabağ Savaşı’nın
intikamını Kazakistan’dan alma gayretindeler. Umuyorum haberler doğru değildir.
Kazakistan’daki bu badire de önünde sonunda atlatılacak, teşkilat
kaybettiği kanı yerine koyacaktır. İlk imtihan teşkilat için başarısız olsa da
bu yürüyüş inkıtaa uğramayacaktır. Yıllardır sadağında bekleyen ok, 2 bin 500
yıllık devlet aklı ile gerilmiş yaydan fırladı bile. Bu oku durdurmaya ne ABD’nin,
ne Rusya’nın, ne Çin’in, ne Birleşik Krallık’ın, hele de ortalık malı olmuş
terörist FETÖ örgütünün gücü yetmeyecektir biiznillah!
Enseyi karartmak yerine yaşananlardan, hele ki tarihten ibretler çıkarmak
gerektir. Vesselâm...
Kalınız sağlıcakla efendim.