Almatı Gezi Kumpanyası

Kazakistan’daki bu badire de önünde sonunda atlatılacak, teşkilat kaybettiği kanı yerine koyacaktır. İlk imtihan teşkilat için başarısız olsa da bu yürüyüş inkıtaa uğramayacaktır. Yıllardır sadağında bekleyen ok, 2 bin 500 yıllık devlet aklı ile gerilmiş yaydan fırladı bile. Bu oku durdurmaya ne ABD’nin, ne Rusya’nın, ne Çin’in, ne Birleşik Krallık’ın, hele de ortalık malı olmuş terörist FETÖ örgütünün gücü yetmeyecektir biiznillah!

Bir gün yine doludizgin atlarımızla   

Yerden yedi kat arşa kanatlandık o hızla...

(Yahya Kemal Beyatlı)

***

PEK Muhterem Kari,

En fazla beş yahut altı yaşındaki dizlerimi kırıp ilk defa elif, be, te, se, cimi; üstün, esre, ötreyi; cezm ve şeddeyi; Allah’ın Zâtî ve Subutî sıfatlarını, Subhaneke, Ettehiyyati, Salli ve Bariki; Elham, Gulhü, Elemtere, Liilafiyi; otuz iki farzı, İslâm’ın ve imanın şartlarını öğrenmeye başladığım, umumiyetle de dersin bir an önce bitip kendimi sokak oyunlarının tasasız kucağına atmak için can attığım ilçemizin tarihî Cami-i Kebir’inde bir gün vaaz veren Mahmut Hoca, Allah’ın kâinatı altı günde yarattığını söylemişti.

Çocukluğumun o günlerinden yıllar sonra okumaya anlamaya başladığım zamanlarına kadar bu mevzuu epeyce kafamı kurcalamıştı. Mahmut Hoca doğru söylemişti. Kur’ân-ı Kerim’de birçok ayette kâinatın altı günde yaratılmış olduğu geçiyordu. Hud, A’raf, Secde, Kaf, Yûnus, Furkan ve Hadid Sûrelerinde açık ve net bir ifadeyle göklerin ve yerin altı günde (sitte-ti eyyam) yaratılmış olduğu belirtiliyor.

Modern bilim ise büyük patlama anından bugüne kadar kâinatın yaşını (elbette yaklaşık) 14-15 milyar yıl olarak hesap ediyor. Bir yanda altı gün, diğer yanda 15 milyar yıl… Bu eşit(siz)lik nasıl bir formüle dayanıyor dersiniz?

Aslına bakarsanız bu sorunun cevabı da Kur’ân-ı Kerim’in sayfaları arasında gizli; hatta “Apaçık şekilde yazıyor” desem daha doğru olacaktır.

Bakınız, Mearic Sûresi’nin 4’üncü ayeti ne diyor: “Melekler ve rûh (Cebrail) O’na, miktarı elli bin yıl olan bir günde yükselip çıkar.”

Ve Secde Sûresi, 5’inci ayet: “O gökten yere her işi düzenleyip yönetir. Sonra bütün işler sizin hesabınıza göre bin yıl tutan bir günde O’nun katına çıkar.”

Biz fanilerin zaman konusundaki en büyük hatası milyarlarca gezegen, yıldız, güneş sistemi ve galaksi bulunan kâinattaki zaman hesabını, çölde bir kum tanesi hükmündeki gezegenimizin kendi etrafında bir kez dönmesi esnasında geçen süre ile ölçmeye çalışıyor olmasıdır. Ne büyük bir enaniyet!

İçerisinde mâkâmların, Kürsînin, feleklerin, âlemlerin ihtiva edildiği, sınırlarının nerede bittiğini ve o sınırdan sonrasında neler olduğunu hayâl bile edemediğimiz kâinatta işleyen ilâhî zamanı kolumuzdaki saat yahut saatli maarif takvimi ile ölçmeye çalışmak ne büyük saflık, ne büyük gaflet!

Oysa yine Kur’ân-ı Kerim’de zaman hususunda yine ilginç bir nokta çıkıyor karşımıza. Hud Sûresi’nin 60 ve 99’uncu ayetlerinde inanmayanlar için bakınız ne söyleniyor: “Onlar hem bu dünyada, hem de kıyamet gününde lânete uğradılar.”

Bu bahse Zümer Sûresi’nin 67’nci ayetini de ilâve edelim: “Kıyamet gününde bütün dünya O’nun avucundadır; gökler de O’nun kudret elinde dürülüp bükülmüştür.”

Ayetlerdeki geçmiş zaman kipi dikkatinizi çekiyor mu? İnsanlık olarak istikbâlde beklediğimiz kıyamet, bu ayetlerde mazi olarak anlatılıyor.

İlâhî zaman ekseninin olmuş bitmiş bir düzleminde, çoktan yaşanmış bir “ân”a yetişmeye çalışıyoruzdur belki de. Olamaz mı?

Siz bunları düşünürken, ben de çözmeye çalıştığım muammadan bahsedeyim isterim efendim…

Sanırım sona yaklaşıyorum; tahmin ettiğim gibi sefine çiziminde gizli muamma, benden (şu an söyleyemeyeceğim) bir yere ve bir zamana gitmemi istiyor. Orada (şu an söyleyemeyeceğim) tehlikeli bir vazife beni bekliyor.

İhtiyaten, bu macerayı son seyahatimi tamamlayıp dönmek nasip olursa yazabileceğim dostlar. Daha öncesinde değil.

Öyle hissediyorum ki, bu vazife bu serencamın sonu olacak. Muvaffak olsam da, olamasam da, benim için bu serencam nihayete erecek.

Muvaffak olursam Efrasiyab’ı ve hatta insanlığı büyük bir müşkülden kurtaracağım ve bu başarının mükâfatı olarak Efrasiyab -kesinlikle- “Sefine sende kalsın” demeyecek.

Muvaffak olamazsam da muhtemelen gittiğim yerden geri dönemeyeceğim. Bu kez de, Efrasiyab bir telaşla girdiği Süleymaniye Camiî’nin avlusunda benim yerime başka birisine aynı çizimleri verecek ve bu macera başka bir kahraman ile yeniden başlayacak.

Efrasiyab, aylardır sefine-i tayy-i zamanı kullanmama ses çıkarmıyorsa -ve iç sesim beni yanıltmıyorsa- çıkacağım son yolculuğa kadar tecrübemi artırmamı istediği için olmalı.

Hissetmekten daha öte, “Biliyorum” desem yeri var; o son yolculuk yaklaşmakta. Zamanın sahibine ram olmuşuz, görelim Mevlâ’m neyler, neylerse güzel eyler...

Eyvallah!

***

Muhterem Dostlar,

Bu seyahatimizde de çok uzağa ve epeyce geçmiş bir zamana gitmeyeceğiz. Tarih tekerrürden ibaretse -ki öyle sanki- tekerrür edecek tarih çarkının ille de yüz yıllık bir yol kat etmesi gerekmiyor. İbret alınmazsa ertesi gün bile aynı hâdise kapınızı çalabiliyor. Ve biz faniler, ibret alabilme konusunda ne kadar da beceriksiz, ne kadar isteksiziz.

Sefinemizi çok değil, dokuz sene evvele kuruyoruz; 2013 Temmuz’unun başında herhangi bir güne. Taksim’e… Kasnaklar dönsün, deveran başlasın. Henüz yolculuk başlamadan keskin bir gaz kokusu genzimizi yakmaya başlıyor. Fiyuvvv, fiyuvvv, fiyuvvv…

Taksim’deyiz ve Taksim ana baba, torun dede, polis gösterici, Atatürkçü Apocu, simitçi gazozcu, haberci yorumcu, sanatçı kanatçı, topçu popçu günü…

İpini koparan gelmiş anlayacağınız. Tüm meydan, genzi yakan gaz, duman, alkol ve idrar kokusu ile kaplı. Yüzleri maskeli barışçıl (!) aktivistler meydanın her yerindeler. İğne atsan bir eylemcinin başına düşer muhakkak.

Sadece meydan değil, Gezi Parkı olarak bilinen Taksim Gezisi de tıklım tıklım. Kanunî Sultan Sülayman vaktinde saray aşçısı Manuk Karaseferyan aracılığıyla Ermeni Mezarlığı olarak tahsis edilen bu alan, 1939 yılında Türk Hükûmeti tarafından istimlak edilmiş, içinde bulunan Surp Krikor Lusavoriç Kilisesi yıkılmış, alan İsmet İnönü adına İnönü Gezisi olarak düzenlenmiş ve sökülen mezar taşları da gezi alanının merdivenlerinin yapımında kullanılmıştı.

1944 yılında İnönü Gezisi’nin Taksim Meydanı’na bakan girişine, dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün at üzerindeki heykeli için kaide inşâ edilmiş ancak o heykel oraya hiçbir zaman dikilememiştir.

1950’de Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle, atlı heykel uzun süre bir depoda bekletilmiş, sonunda parkın girişindeki kaide söktürülmüştür. İsmet İnönü’nün o ekonomik buhranda ünlü Alman heykeltıraş Rudolf Belling’e yaptırmış olduğu bu heykel, Gezi Parkı girişine değil, Maçka’daki Taşlık Parkı’na dikilmiştir. Anlayacağınız, İsmet ata binmiş, “Ya nasip!” demiş.

Biz yine İnönü Gezisi’ne yani Gezi Parkı’na dönelim. Çadırlar kurulmuş, flamalar, bayraklar, pankartlar asılmış, ses ve müzik sistemleri getirilmiş. Kimi çadırlar yemekhaneye, revire, kantine dönüştürülmüş. Buralardan hayırsever (!) firmaların ve eşhasın sağladığı enva-i çeşit yiyecek, içecek, maske ve sağlık malzemeleri barışçıl (!) aktivistlere ücretsiz dağıtılıyor…

Gezi Parkı’nda yeterli hizmeti (!) alamayan göstericilerin ihtiyaçları için parkın hemen arkasında bulunan ve normalde bir bardak çayı 40-50 liraya içebileceğiniz beş yıldızlı Divan Oteli de amade…

Mimar Feridun Kip ve Rüknettin Güney tarafından projesi çizilen, 29 Mayıs 1946’da temeli atılan, ödenek yokluğu nedeniyle tamamlanamayınca 1953 yılında Bayındırlık Bakanlığına devredilen, 1956’da mimar Hayati Tabanlıoğlu tarafından inşaatı devam ettirilen ve ancak temeli atıldıktan 23 yıl sonra tamamlanabilen ve artık yıkılmaya yüz tutan Atatürk Kültür Merkezi’nin kasvetli ve köhnemiş ön cephesi dev pankartlarla tamamen kaplanmış vaziyette. Bu pankartların ekseriyeti de terör örgütlerine ait paçavralardan müteşekkil. İlk bakışta “Kes sesini Tayyip” ve “Tayyip istifa” pankartları dikkat çekiyor.

İtalyan heykeltıraş Pietro Canonica’ya yaptırılan, 1928’de tamamlanan, çevre düzenlemesi bir başka İtalyan mimar Giulio Mongeri tarafından yapılmış olan, dört cephesinde dört farklı figüratif anlatımlar bulunan Taksim Cumhuriyet Anıtı da bu keşmekeşten nasibini almış durumda.

Taksim Cumhuriyet Anıtı’nın her tarafından sarı ve kırmızı renklerin hâkim olduğu paçavralar sarkıyor.

Gezi Parkı ile The Marmara Oteli arasındaki alan, canlı yayın araçları ile tıka basa dolu. BBC, CNN, Reuters, Deutsche Welle, Voice of America, Voice of Russia gibi uluslararası haber kanalları yerlerini almışlar ve yirmi dört saat meydandan gelişmeleri aktarıyorlar. Hatta normal yayınlarında bile ekranlarının bir köşesi Gezi Parkı için rezerve edilmiş durumda.

Bu naklen yayın araçlarının olaylar başlamadan ve şimdi İngiltere’de kaçak yaşayan sanatçı bozuntusunun “Mesele sadece Gezi Parkı değil arkadaş, sen hâlâ anlamadın mı? Hadi gel” tivitini atmadan meydanda yerlerini almış olduklarını da belirtelim bu arada.

Meydan barikatlarla, ateşlerle, sökülmüş kaldırım taşlarından teşekkül tepeciklerle, camları kırılmış, ters çevrilmiş, harap edilmiş belediye otobüsleri, polis araçları, taksiler ve ambulanslar ile dolu.

Gezi Parkı’nda başlayan bu barışçıl (!) eylemlerin sonundaki Z-raporunda kullanılamaz hâle gelmiş 45 ambulans, 90 belediye otobüsü, 58 kamu binası, 214 özel araç, 68 MOBESE kamerası, 240 polis aracı ve yağmalanmış 337 işyeri yazıyordu. Ve elbette bunlar buz dağının sadece görünen kısmı idi. Gezi Kalkışması süresince halka açık şirketlerin zararı 200 milyar lirayı bulmuştu.

Gezi Olayları öncesi 1,70-1,80 lira bandındaki dolar 2,40 liralara çıkmıştı. Ülke tarihinin en düşük seviyesi olan yüzde 4,6 faiz oranı Gezi Olayları ile birlikte yüzde 10’a çıkmış, bir daha da tek haneli rakamları görememişti. Sadece faizdeki bu artıştan dolayı ülkenin zararını hesaplayabilmek bile en babayiğit ekonomistlerin harcı olmasa gerektir.

Oysa daha bir ay önce Türkiye’nin IMF’ye olan borcu sıfırlanmış, ülke ekonomisi için hayâl gibi görünen yeni bir sayfa açılmıştı. Ülke IMF boyunduruğundan kurtulmuş, bağımsız hareket edebilme kabiliyetini kazanmıştı.

O sanatçı müsveddesi itiraf etmemiş olsaydı bile o gün de biliyorduk meselenin ağaç ya da Gezi Parkı olmadığını. Mesele, “Bağımsız Türkiye” meselesiydi. İktidarda olmasalar bile hep iktidarda bulunanlar, şahsî menfaatlerini müstevlilerin siyâsî emelleriyle tevhit etmişlerdi ve “Bağımsız Türkiye” istemiyorlardı.

İstemedikleri sadece “Bağımsız Türkiye” değil, Üçüncü Köprü, Üçüncü Havalimanı, Kanal İstanbul, HES’ler gibi projeler de bu paranteze dâhildi.

Nihayetinde güçlü, ayakları yere sağlam basan, kendi bağımsız politikalarını üretme potansiyeline sahip, “başına buyruk” bir Türkiye istemiyorlardı. Üzerimizdeki deli gömleğini fazlasıyla yakıştırıyorlardı bize.

O kalabalığın içerisinde harap olmuş caddeleri, devrilmiş durakları, taşları sökülmüş kaldırımları, kırılmış vitrin camlarını, yağmalanmış işyerlerini, duvarlara yazılmış arsız hayâsız yazıları, yan yana sallanan Atatürk ve terör elebaşının posterlerini ve bu manzaradan rahatsız olmayan azgın insan sürüsünü temaşa ederek dolaşırken omzumu bir el kavrıyor. Bu yumuşak, sıcak, müşfik dokunuşu tanıyorum, o olduğunu biliyorum: Efrasiyab!

Evlat, birazdan burası karışacak, fazla dolaşma buralarda” diyerek beni bir ara sokağa çekiyor. Tam da beni çekip aldığı köşeye birkaç gaz bombası düşüveriyor. O pamuk el beni az önce çekmemiş olsa, o kapsüllerden birisi bana isabet edecekti muhtemelen, eminim.

Sana ihtiyacımız var ve senin bir an evvel muammayı çözmen gerekiyor. Zaman daraldı!” diyor. Şu an o muamma ile uğraşmak yerine Taksim’de dolaşıyor olmaktan dolayı kendimi suçlu hissediyorum ve bu hissi onun da fark ettiğini…

Dert etme” der gibi gülümsüyor, omzumu bırakmadan ve en güvenli ara sokaklardan beni kalabalığın içerisinden çıkarıyor.

15 Haziran 2013 günü Ankara’da düzenlenen, yüz binlerce kişinin katılıp gövde gösterisi yaptığı ve “Yanındayız” mesajı verdiği Millî İradeye Saygı mitinginde Erdoğan, “Bakın, çok açık net söylüyorum. Taksim Meydanı boşaldı boşaldı, boşalmadığı takdirde bu ülkenin güvenlik güçleri orayı boşaltmayı bilir!” diyerek Gezicilere son uyarısını yapacaktı.

Ertesi gün de güvenlik güçleri bu kepazeliğe bir son verecek ve Taksim’i işgalden kurtaracaktı. Ve müstevlilerin siyâsî emelleri bir başka bahara kalacaktı.

Efrasiyab’ı dinleyip dönüyorum artık. İçimde, gördüklerimden hâsıl olan kuvvetli bir mide kasıntısı, keskin gaz ve idrar kokusu ve bir tiksinti hissi ile dönüş için sefinenin koltuğuna oturuyorum.

***

Pek Muhterem Kari,

Tarihin tekerrür seven sarkacı dokuz yıl sonra bizlere “Yine mi yoksa?” dedirtiyor yeniden. Gezi Kalkışması esnasında şahit olduğumuz manzaraların benzerlerinin şimdi Kazakistan’da yaşanmakta olduğunu görmekteyiz.

Bir önceki yazımızda Türk Devletleri Teşkilatı’ndan bahsetmiş, böyle bir teşkilatın dünya siyâsî dengelerini altüst edeceğini, tarihi yeniden şekillendireceğini ve oyun kurucular üzerinde büyük gaz sancıları oluşturacağını söylemiş ve şöyle demiştik:

Askerî, ekonomik ve politik zaviyeden bakınca dünyanın ağırlık merkezini yerinden değiştirecek bir cesametten bahsediyoruz. Enerji kaynaklarının, yeraltı zenginliklerinin, askerî gücün ve genç nüfusun yanı sıra dünya ticaret yollarının üzerinde oturacak böylesine jeopolitik bir birliktelik Turan Birliği’nden çok daha fazlasına karşılık gelmektedir haddizatında.

Bu birliğin dağılması ya da etkisizleştirilmesi için de Türkiye’yi durdurmak yahut güçsüzleştirmek, yeniden uyutmak yeterli olacaktır. El’in oğlu elbette bunun için çalışıyor, çalışacak, kendi gücünü muhafaza etmek için buna gayret edecek. İşi bu!

Tahminimizde kısmen yanıldık ama yine de önemli oranda tutturduk sayılır. El’in oğlu boş durmadı lâkin Türkiye yerine daha zayıf halka olan Kazakistan seçildi operasyon için.

Kazakistan’da yaşanan sokak olaylarını muhtemelen takip ediyorsunuzdur. Ne kadar da Gezi Olayları’na benziyor, öyle değil mi? Gezi Olayları’nda olduğu gibi Kazakistan’da yaşananlarda da ABD’nin aparatı FETÖ’nün parmağını görmek hangimizi şaşırtmış olabilir ki?

Üstelik meselenin LPG zammı olmadığının da farkındayız. Zira LPG zammı geri çekilmiş ve hükûmet istifa ettirilmiş olmasına rağmen ortalık yatışmış değil henüz. Bu karışıklık bir süre daha devam edecek gibi görünüyor.

Kazakistan’da yaşanan bu olayları Türk Devletleri Teşkilatı’ndan bağımsız düşünmek safdillik olur. Ayaklanma girişimi ve kaos bir şekilde bastırılamazsa, günün sonunda barışçıl (!) eylemcilerin okuyacakları bildiride Türk Devletleri Teşkilatı’ndan çıkılması talebinin de yazılı olduğu görülecektir.

Haddizatında yaşanan bu olaylar, çiçeği burnunda bu teşkilat için ilk ciddî imtihandı. Ve maalesef teşkilatın, bu ilk imtihanında başarılı olduğunu söyleyemeyiz.

Gönül isterdi ki, teşkilatın bir üyesinde yaşanan bu olaylara ilk müdahaleyi Rusya (yahut Kolektif Güvenlik Örgütü) yerine yine bu teşkilatın kardeşleri yapsaydı. Kazakistan, Rusya yerine benzer badireler atlatmış Türkiye’den ve kardeş Azerbaycan’dan destek istemiş olsaydı… Böylesi hem teşkilat için iyi bir başlangıç olurdu, hem de teşkilatın gücüne güç katardı.

Şimdi duyuyoruz ki, Kazakistan şehirlerinde Rus birlikleri ile birlikte Ermeni askerleri de görev yapıyor. Ve Ermeni askerler Karabağ Savaşı’nın intikamını Kazakistan’dan alma gayretindeler. Umuyorum haberler doğru değildir.

Kazakistan’daki bu badire de önünde sonunda atlatılacak, teşkilat kaybettiği kanı yerine koyacaktır. İlk imtihan teşkilat için başarısız olsa da bu yürüyüş inkıtaa uğramayacaktır. Yıllardır sadağında bekleyen ok, 2 bin 500 yıllık devlet aklı ile gerilmiş yaydan fırladı bile. Bu oku durdurmaya ne ABD’nin, ne Rusya’nın, ne Çin’in, ne Birleşik Krallık’ın, hele de ortalık malı olmuş terörist FETÖ örgütünün gücü yetmeyecektir biiznillah!

Enseyi karartmak yerine yaşananlardan, hele ki tarihten ibretler çıkarmak gerektir. Vesselâm...

Kalınız sağlıcakla efendim.