YİNE bir yıl sonu ve yine asgarî ücret tartışmaları… Her
yıl olduğu gibi bu yıl da muhalefetin bonkör yüzünü görmeye başladık. İşçi
tarafı ne kadar istese anlaşılabilir. Zira daha refah içinde bir hayat
arzulamanın sınırı yok. Ancak iktidarda olmayan siyâsilerin şirâzeyi bu kadar
şaşırması, ancak “muhalefet içgüdüsü” ile tarif edilebilir. Hâlbuki devlet,
işvereni yok etmeden işçiyi korumanın yollarını aramak zorundadır.
Asgarî ücretin bu sene nasıl açıklanacağını bilemem
ama reel beklentiler, enflasyonun en çok birkaç puan üzerinde bir artışa işâret
ediyor. Genel uygulama da bu yönde zaten…
2003 yıl sonunda verilen, enflasyonun 19 puan
üzerindeki zam, bir iyileştirme zammıydı. 2007 sonunda artı 11 puan ve 2015
sonundaki artı 25 puanlık zamlar da beklentilerin üzerinde müjdelerle gelmişti.
Bu yıl da benzer bir iyileştirme müjdesi beklemek, dönem şartlarına bakınca çok
kolay görünmüyor. Devlet, pandemi dolayısıyla maddî destek sağladığı çalışanı
nasıl düşündüyse, üretim kapasitesi düşen ve buna rağmen işçi çıkartması
yasaklanan işvereni de zorda bırakmayacak bir formülde anlaşma zemini bulmalı.
Keşke her şey yolunda olsa da 3 bin bandından çıkıp 5 bin, 10 binleri konuşuyor
olsak…
Ancak ücretlere çalışan için “gelir” gözüyle bakarken,
işveren içinse mâliyeti yükselten bir “masraf” kalemi olduğunu da unutmamalıyız.
Peki, nedir bu asgarî ücret ve neden kanunla
belirlenir?
Birincisi, her sene önümüze koyulmaya çalışıldığı
gibi, asgarî ücret, dört kişilik bir ailenin geçim standardını karşılayacak bir
sistem değildir. Öyle olsaydı, bir ailede çalışan -meselâ- iki kişinin alacağı
ücretin toplamı için bir sistem geliştirilirdi. Asgarî ücret, “bir kişinin”
hayatını idâme ettirebilmesi için öngörülen ücrettir. Bu sistem, hem işçinin,
hem işverenin hayatı için geçerlidir. Afâkî ücretlendirmeler, ya piyasadaki
fiyatlandırmaları yukarı çekerek yüksek enflasyona sebep olur, ya işverenin
daha az işçi çalıştırmasına. İşverenin iflâsı ise hem ekonominin üretim tarafı,
hem de işsizlik için varılacak en kötü sonuç olur.
Bu arada işverenin de işçiyi köle gibi çalıştırmasının
önüne geçilmesi elzemdir. O hâlde devlet, hem çalışanı birey olarak
ezdirmeyecek, hem de işvereni piyasada tutacak bir ücret belirlemek zorundadır.
Bu da kanunla olur.
Kesintiler toplamından imtina edebilmek amacıyla
işçi-işveren arasındaki sözlü anlaşmalarla gerçeğinden düşük gösterilen
maaşların varlığını hepimiz biliyoruz. İşte bu sebeple yaklaşık on milyon kişi
asgarî ücretle çalışıyor gibi görünüyor Türkiye’de. Ben bu sayının gerçekte 4-5
milyon civarında olduğu kanaatindeyim.
Herkes kazandığını, kazandığı ülkede harcıyor!
Her neresinden bakarsak bakalım, asgarî ücretle
yaşamanın yollarını arayan yüzbinlerce aile, milyonlarca çalışan var
Türkiye’de. Ve bu insanlar her gün Avrupa’daki asgarî ücretlilerle kıyaslanıyorlar.
AB ülkeleri arasındaki sıralamalarda ne kadar aşağıda
olduğumuz, gözümüzün içine sokuluyor sürekli.
Oysa durum hiç de bize anlatılan gibi değil. TL
üzerinden aldığımız maaşı avroya çevirip sıralama yapmanın hiçbir mantığı yok.
Evet, bir Alman, aldığı asgarî ücreti gelip Türkiye’de harcasa krallar gibi
yaşar. Ve bizden biri burada kazandığıyla Almanya’da yaşamaya çalışsa yerlerde
sürünür. Ancak gerçek bu değil. Herkes kazandığını, kazandığı ülkede harcıyor!
Yani bu tür sıralama ve kıyaslamalar hiç de iyi
niyetli kullanılmıyor.
Bunu daha net anlatabilmek için, Avrupa’da en yüksek
asgarî ücretin uygulandığı ülke olan Lüksemburg ve en çok Türk vatandaşının
yaşadığı Almanya ile ilgili sınırlı bir harcama listesi yapmaya çalıştım. Bu
listede birkaç temel besin, kira ve sigara var. Kişisel bakım ürünleri, temizlik
harcamaları, akaryakıt tüketimi gibi kalemler yok.
İki ülke için de ulaşabildiğim makul fiyatlar
üzerinden derlediğim listeyi, kendi minimum aylık tüketimimi baz alarak (bir
bilimsel araştırma olmamakla birlikte) gerçeğe yakın bir sonuca ulaştığımı
zannediyorum.
Listemde 2’şer kilogram kıyma ve dana kuşbaşı, 5 kilogram
yoğurt, 2 kilogram peynir, 10 litre süt, 2 buçuk litre zeytinyağı, 1 kilogram
salça, 120 ekmek, 45 paket sigara, ev kirası ve ısınma, elektrik, su ve
internet gibi harcamalar var.
Bu listedeki harcamaların Lüksemburg’daki karşılığı,
yaklaşık 3 bin 450 avro. Almanya’da ise aynı kalemlere yaklaşık 2 bin 250 avro
ödemem gerekiyor.
Lüksemburg’da asgarî ücretle çalışsam, net “bin 750 avro”
civarında bir maaş geçecek elime. “Bu maaşla
bu kısıtlı listenin bile yarısına harcama yapabileceğim” dersem, inanmayın
lütfen! Zira Lüksemburg’da şehir merkezinde oturacağım üç odalı bir evin
ortalama kirası 2 bin 500 avro olduğu için, kiramı bile ödeyemeyecek ve aslında
yaşayamayacağım!
Almanya ise güllük gülistanlık(!)… Net asgarî ücret,
ortalama “bin 250 avro” ve listeye yaptığım ödemeden sonra elimde “eksi bin avro”
kalıyor. Lüksemburg’dan daha iyi, değil mi? Bu arada Almanya’da da büyük
şehirlerdeki kira bedeli, üç odalı standart bir daire için ortalama bin 500 avro.
Öyleyse bu iki ülkede de yaşamak için önce ev almamız
gerekiyor demektir. Bu maaşlarla, Türkiye’de yaşamaya alıştığımız standartlarda
bir ev alma şansımız olmadığına göre, beş kişilik bir ailem olmasına rağmen bir
oda-bir salon stüdyo daire kiralamam gerekecek demektir. Ancak o zaman aldığım
asgarî ücretin yarıya yakınını kira dışı harcamalarıma ayırabilirim belki...
Gelelim kendi ülkemize…
Asgarî ücret, şimdilik 2 bin 324 TL. Her ürünün tâzesi,
güzeli, kalitelisi olsun diye diye seçtiğimiz, bazen bolluktan şımarıp
Avrupa’dakinin tek tek aldığını kilo kilo çöpe attığımız ürünleri, salonu
küçük, ikinci tuvaleti olmayan ve bir odası güneş görmüyor diye burun kıvırdığımız
evleri düşünün şimdi ve yukarıdaki listenin aynısını 3 bin 500 TL ile
hâlledebileceğiniz için şükredin!
Bu liste hayatımızı idâme ettirmeye yetmez tabiî ki.
Listeyi daha da büyüterek moral bozarız sadece diye sınırlı tutmuştum. Çıkan
sonuç beni yanıltmadı. Öyle ki, sadece bu listenin mâliyetini 30 güne böldüğümüzde,
Lüksemburg’da 15 gün, Almanya’da 17 gün yaşayabiliyorum. Türkiye’de ise bu süre
20 gün!
Bütün bu sayıların içinde boğulduk, sonuçta da asgarî
ücretin Türkiye’deki alım gücünün bu iki ülkeden de daha yüksek olduğunu
gördük. Ama ne yaparsak yapalım, Türkiye’deki asgarî ücret tartışmalarına nokta
koymayı beceremeyiz. Aslında bizdeki asıl sorun, asgarî ücretin düşüklüğü
değil, asgarî ücretle çalışan sayısının çokluğudur. Asıl aşmamız gereken de bu
bence!
Bunu aşmanın yolu, vasıfsız işçi çalıştırılacak sektörlerden daha fazla teknik elemanın gerektiği sektörlere kaymamızdadır. İşveren ne kadar vasıf ararsa, o kadar fazla ödemeye râzı olur zira.