PAZAR günü itibarıyla, eşimle birlikte ilk doz Kovid-19
aşımızı olduk. Yaklaşık 15 gün gecikmeyle karar verdik aşı olmaya; Cumartesi
gecesi randevu alıp ertesi gün yaptırıverdik. Talep azlığından değil, altyapı
hazırlığından kaynaklı bu hız. Zira sadece bu hafta sonu 500 bin civarında aşı
yapmaya müsaade etti sistemimiz. Emeği geçenlerden Allâh razı olsun.
Genel olarak aşıyı reddeden biri değilim.
Çocukluğumuzdan bu yana nasıl olduysak, kendi çocuklarımızı nasıl yaptırdıysak
öyle gidecektik aşılanmaya. Evet, medyaya yansıyan komplo teorilerinden
etkilenmiş ve o yüzden de biraz geç karar vermiş olduğumu itiraf etmeliyim. Ama
tereddütlerim sadece Alman aşısı üzerine yoğunlaşmıştı. Uygur Türkleri
hakkındaki hassasiyetleriyle Çin’in aldığı nefesi bile şüpheli bulan arkadaşlar
kızacak belki ama eğer Çin aşısına ulaşabilmiş olsaydım, şimdi ikinci doz için
gün saymaya başlamış olurdum herhâlde. Ancak Çin’den kaynaklı tedarik sorunu
buna izin vermedi ve İzmir’de aşıyı bulamadık. Aslında klinik sonuçlar
açısından aşıların birbirinden çok da farkı yok gibi. İkinci dozlar sonunda
benzer oranlarda koruyuculuk sağlıyorlar. Antikor oranları da birbirlerine çok
yakın. O hâlde ülkelerin aşı tercihleri “ulaşılabilme” üzerine kurulu olmalı
diye düşünüyorum. Benim tercih hakkım ise yoktu bu defa…
Alman aşısındaki tereddütlerimin “Çip takıyorlar”
komedisiyle alâkası yoktu tabiî ki. Beni asıl endişelendiren, mRNA aşılarının
hayatımıza yeni giriyor olması. Dolayısıyla bilim dünyası da bu aşılar hakkında
yeterli bilgiye sahip. “İnsanların genetik yapısını ya da DNA’sını
değiştirecek” teorilerini, “Herhangi bir bilimsel dayanağı yok” diyerek
reddeden mRNA taraftarları, yeterli bilimsel süreci tamamlamamış bir aşıyı
savunmak zorunda kaldıklarını da unutuyorlar zannımca.
Her neyse, Alman aşısı hakkındaki ilk tereddüdü, uzun
vadeli muhtemel riskleri ve hatta DNA üzerindeki kastî oyunları okuduğumda
yaşamıştım.
Sonrasında, Almanya’nın aşı üreticisi ülke olmasına
rağmen nüfusuna oranla yeterli sayıda aşılama yapmadığını takip ettim. Bizim 30
milyon doz aşılama yaptığımız günlerde Almanya 50 milyonu ancak geçmişti. “Aşı
benim ülkemde üretilmiş olsa, aşı retçileri dışında herkesi aşılamış olurduk”
dedim ve Almanların aşı konusundaki çekincelerini düşündüm hep. Bunun üzerine bir
de aşıyı üreten firmanın CEO’su Uğur Şahin “Sıram gelmediği için aşı olmadım
daha” açıklamasını yapınca kaynar sular döküldü başımdan. Yoksa biz,
üreticisinin bile güvenmediği bir aşıyı mı yapıyorduk vatandaşlarımıza? Haydi
güven meselesini koyduk bir kenara, yoksa o komplo teorileri gerçekti de kendi
vatandaşını korumak için mi bu kadar ağırdan alıyordu aşılamayı? 50 milyon dozu
da farklı bir terkiple vermişti belki kendi vatandaşlarına?
Bu düşüncelerimle ters düşen başka bir veri vardı
yalnız: İsrail’in, en yüksek oranda aşılama yapan ülkelerden biri olarak sadece
Alman aşısını tercih etmesi… Gıda ve temizlik sektöründe sağlıksız ürünlerini
dünyanın en çok satan markaları hâline getiren, her türlü tohum üzerinde
genetik değişiklikler yaparak dünyanın toprak kalitesini bile düşünmeyen
İsrail, bu kadar şaibeli bir aşıyı kendi vatandaşlarına yaptırır mıydı
dersiniz? Bence yaptırmazdı. O zaman Alman aşısı, komplo teorisyenlerine karşı 1-0
öne geçmişti bile. Ben de eşim ve kendim için, “Bu yaştan sonra varsayılan
risklerle karşılaşsak ne olur ki?” diyerek aşı olmaya karar verdim.
Ancak, eldeki veriler bu kadar az ve mRNA karşıtları
bu kadar çok olduğu sürece, çocuklarım için aynı kararı verebileceğimi
zannetmiyorum.
İlâç sektörüne karşı duyulan güvensizliğin her geçen
gün arttığı günümüzde, aşı karşıtları için söyleyebileceğim fazla bir şey yok.
Onların bu tercihlerine saygı duymak gerektiğini düşünüyorum. Küresel bir
virüsle karşı karşıya olmasaydık, üzerinde bu kadar şaibe yaşanan bir aşıyı ben
de yaptırmazdım zira. Ne var ki, yaşadığımız olay yerel değil. Defalarca
yazdığım gibi, bu küresel salgının farklı amaçlara hizmet etmek üzere
kullanıldığı fikrimden vazgeçmiş değilim. Ama madem bu dünyada yaşıyor ve
dünyaya entegre olabildiğimiz ölçüde güçlü kalabiliyoruz, oyunu da kurallarına
göre oynamalıyız.
Avrupa, tamamen siyâsî tercihlerle, bir aşı pasaportu
uygulaması ile gündemde. Bu pasaportu alabilmek için onların onay verdiği
aşıları yaptırmak gerekiyor. Yani Avrupa’da bir ülkeye gitmek istiyorsam, Çin
ya da Rus aşısı yaptırmış olmam, onlara göre aşısız olmam anlamına gelecek. Adı
konulmamış olsa da özellikle turistik seyahatlerde de vatandaşlarını kendi
kabul ettikleri aşıların yoğunlukla uygulandığı ülkelere gitmeleri konusunda
teşvik edecekler gibi görünüyor. İşte biz, Türkiye olarak tam da bu sebeplerle
Alman aşısına yönelmek zorunda kaldık bence!
Milyarlarca dolar ödeyerek aldığımız aşıların
koruyuculuğu değil, ekonomik getirileri ön plâna çıktı maalesef. Bizim
tercihimiz değildi belki ama hem turizm, hem ticaret açısından bu dayatmaya
karşı durmamız çok akılcı olmazdı açıkçası.
Şimdi vatandaş olarak bize düşen görev, genel olarak
dünyaya, özellikle de Amerika ve Avrupa’ya entegrasyonu sağlamak için büyük
çaba gösterdiği aşı programına destek olmaktır. Siyâsî tuzakların yanında “Aşı
zorunlu olmalı” diyen Ersan Şen gibi provokatörlerin peşine takılıp aşı retçilerine
savaş açmaktan söz etmiyorum. Ancak bugüne kadar grip aşısına lâf etmeyen, her
başı ağrıdığında doktoruna bile danışmadan ilâç kullananların bugün “Aşıya
karşıyım” demelerine de tepki gösteriyorum.
Aşı olmak, artık bir vatandaşlık görevi olarak
görülmeli. “Ben kendimi korurum, aşıya ihtiyacım yok” mazeretine sığınanlara,
bakanların, başbakanların, hatta devlet başkanlarının bile korunamadığı bir
virüsle karşı karşıya kaldığımız, kendi hastalığına razı olanların bile o
hastalığı başkalarına bulaştırma hakkının olmadığı, hatta Diyanet’in ifadesiyle
bunun “kul hakkı” olarak değerlendirilmesi gerektiği anlatılmalı. Devlet, bütün
bunları yaparken vatandaşın önüne farklı aşı seçeneklerini koymalı ve bu
konudaki özgürlüğü kısıtlamamalı. Çin aşısı mı, Rus aşısı mı, Alman aşısı mı
olacağına vatandaş karar vermeli.