CENNET arzusu, inanmış
olanlar için en meşru arzulardan biridir. Hattâ, “İnanmış olanlar için Cennet, hayatın en önemli gâyesidir” dersek
yanılmış olmayız.
İnananlar,
işledikleri iyi, güzel ve hayırlı fiilleri karşısında Cennet’e gideceklerine
inanırlar. Yani iyi, güzel ve hayırlı işlerin kısaca, sâlih amelin karşılığıdır
Cennet.
Peki,
hiç düşündünüz mü, Cennet arzusu içerisinde olmak kulluğu bulanıklaştırır mı?
Cennet bile olsa karşılık bekleyerek iyi ve güzel işler yapmak saf kulluğa ters
bir durum değil midir?
Bu
soruya keskin bir cevap vermek çok kolay olmasa gerek.
Yıllar
önce bu sorunun cevabının arandığı bir tartışmaya şâhitlik etmiştim. “Şâhitlik”
etmiştim dediğim olay, öyle bir ilim meclisinde değil, bir alışveriş merkezinin
önünde arkadaşımı beklerken, şans oyunları oynatan ve piyango bileti satan biri
ile ona eşlik eden bir başkası arasında yapılan bir tartışma olarak
gerçekleşmişti.
Ellili
yaşlara merdiven dayadığını tahmin ettiğim biletçi, diğerine, “Abi, kulluk o kadar kolay şey değil. İbâdet
etmek de kulluk değildir. İbâdet ederken insanın içinde Cennet arzusu varsa, orada
sadece kulluk değil, kulluktan başka şeyler var demektir” dedi.
Beklediğim
arkadaş telefonla arayarak başka bir noktada buluşmamız gerektiğini söyleyince,
tartışmanın devamını dinleyememiştim. Ama biletçinin söyledikleri, ilginç
fikirleri olan bir başka arkadaşımla yaşadığım sohbetimizi aklıma getirmişti.
Bu
arkadaşım, “Kulluğun sonunda Cennet
arzusu varsa bu ilişki türü bir çeşit siyâset olmaz mı? Kulluk karşılığında Tanrı
Cennet’i vaat ediyor, Cennet’i vadeden Tanrı’nın kendisi olduğu için, bu, siyâsetin
ötesinde rüşvete girmez mi? Onun için bazıları lidere oynar, lidere oynamak
nasıl bir kulluktur?” meâline gelen bir soru yöneltmişti.
Ben
de arkadaşa cevap olarak şöyle söylemiştim:
“İnananlar
için kullukta gâye, Allah’ın rızâsıdır. İçine Cennet arzusu da olsa başka şey
girdi mi, kulluk saflığını yitirir. Meselâ kişi, Allah rızâsını gözetirken
yaptığı bir işten basit bir haz bile duysa, işin içine nefsî emâreler girmiş
demektir ve bu bile kulluğu saflıktan alıkoyar. Yani bu kulluk, saf bir kulluk
olmaz. Onun için Yûnus Emre der ki, ‘Cennet dedikleri ne ki, birkaç köşkle
birkaç hûri/ İsteyene ver onları, bana Seni gerek Seni’…
Hattâ
tasavvuf ehli olanlar derler ki, ‘Kulluğun son noktası, nefsini yok etmektir’. Tasavvuf
ehli olanlar bu nedenle saf kulluğa ulaşmak için nefisleri yok etme yolunu
seçerler.
Rüşvet,
hak edilmemiş bir şeyi elde etmek için, elde edilmek istenen şey üzerinde
tasarrufta bulunacak olanlara para ve benzeri şeyler vermek ve başkasının
hakkına bu şekilde tecavüz etmek demektir. Ayrıca, burada rüşveti alan ve
verenin maddî bir çıkarı söz konusudur. Hâlbuki senin verdiğin örnekte
karşılıklı bir çıkar söz konusu değildir.
Lidere
oynama meselesine gelince… Lideri Yaradan olarak düşünüp bu sözü söylüyorsan
yani kastın Allah’ın rızâsını elde etmek ve tek erek bu ise, farklı bir mânâ
çıkar. Allah’ın otoritesini tanıyıp, buna göre hareket edip, Allah’ın rızâsını
kendi istek ve arzularının gerçekleşmesine bir aracı kılmayı kastediyorsan, bu da
farklı bir anlam taşır.
Burada
niyete bakılır; insan lidere oynarken, liderin rızâsını kazanmak amacı
taşıyorsa zaten kullukta saflığı yakalamış olur. Ama lidere oynarken niyet bu
şekilde istek ve arzularına ulaşmaksa, burada lidere oynamak amaç değil, araç
olduğundan, nefsî mülâhazalar var demektir. Yani kişinin kulluğu Cennet’i
kazanmak gibi şeyler için bir araç ise, buradaki kulluk, saf bir kulluk
değildir.”
Verdiğim
cevabın arkadaşımı ne kadar tatmin ettiğini şimdi hatırlamıyorum ama bir itirazda
bulunmamıştı.
Yaşadığımız
çağ kapital değerler tarafından kuşatıldığından, yapıp ettiklerimizin çoğunu
Allah rızâsı adına değil de çoğu zaman kul hatırına yapıyoruz. Bu nedenle bırakın
kulluk bilincini, Allah rızâsını Cennet arzusu düzeyinde dahi korumakta
zorlanıyoruz.