Aliya’nın gözüyle insan, aile, şehir ve mimariye bakış

İzzetbegoviç’in şehirler hakkında sarf ettiği olumsuz görüşlerin bir nedeni de, şehirlerin büyümesiyle dindarlığın ters orantılı olarak azalmasıdır. Çünkü şehir ne kadar büyürse, üzerindeki gök o kadar ufalmakta, tabiat, çiçek ve aydınlık azalmakta, buna karşılık duman, beton ve teknik o kadar çoğalmaktadır.

BU yazımızda, birbirinden bağımsızmış gibi görünen “insan, aile, köy, mimari, şehir, kültür ve medeniyet” konularını mercek altına alacağız. Çünkü bunlar aynı zamanda, aralarında bir bağ bulunan ve âdeta birbirinin silsilevî devamı olma niteliği taşıyan konulardır.

Bu başlıkları seçmemizin özel sebebi ise, son yıllarda yürüttüğümüz belediyecilik nedeniyle şehre duyduğumuz ilgidir. Bugün resmî verilere göre, ülkemizde yaşayan nüfusun yüzde 75’i şehirlerde yaşamaktadır. Bu durumda şehir ve şehirle ilgili konular ister istemez zorunlu olarak ön plâna çıkmaktadır. Şehirciliğimizin, İzzetİzzetbegoviç’in haklı olarak tenkit ettiği Batı şehirciliği istikametinde yol alması da bu konuların ayrıca ehemmiyet kazanmasına kapı aralamaktadır.

Eşref-i mahlûkat: İnsan

İnsan ile ilgili herhangi bir fikriniz olmadığı takdirde başka hiçbir şey hakkında fikriniz olamaz. İzzetİzzetbegoviç de bütün büyük düşünürler gibi insan ile ilgili söz söylemekte ve insanı diğer varlıklardan ayırt eden özellikleri öne çıkarmaktadır. Bir Müslüman olarak İzzetbegoviç, önce insanın dünya dışı bir varlık[i] olduğunu dile getirir. Çünkü bütün dinlerde insan, Cennet’te yaratılmış müstakil bir varlıktır ve diğer varlıklardan üstün kılınarak “yeryüzü halifesi” ilân edilmiştir.

Materyalizme göre ise insan, “mükemmel hayvandır”[ii]. Yani dünyada tekâmül prensibi gereğince ilk ortaya çıkan canlının son ve en gelişmiş hâlidir. Bize göre ikincinin yanlış, birincininse doğru olduğunda şüphe yoktur. Çünkü sadece diğerlerinden daha gelişmiş olması, insanı diğer varlıklardan, meselâ bitki ve hayvanlardan daha farklı kılmaz. Hiç dile getirilmemiş olmasına rağmen tekâmül nazariyesi, insanın bir süre sonra yerini kendisinden daha gelişmiş bir türe terk etmesini de gerektirmektedir. Bu durumda hümanizmanın bir anlamı kalmaz. Çünkü bir süre sonra zaten yok olacak bir varlık hakkında bunca edebiyat yapmanın ve hakkında nazariyeler geliştirmenin bir anlamı yoktur.

İzzetbegoviç’e göre insan, âfak (dış dünya) ve enfüsten (iç dünya) oluşan bir varlıktır ve bu yüzden bir yanı kültüre, bir yönü de medeniyete dönüktür. İnsan içe doğru yaptığı yolculukta kültür, dışa doğru yaptığı yolculukta medeniyet inşâ etmeyi başarmış bulunmaktadır. Aynı anda takvâ ve fücura bilkuvve sahip olan insan, dünya hayatı boyunca yeryüzü hâkimi olarak varlığını sürdürmektedir. İzzetbegoviç’in zihninde ise gerçek insanî değer “kültür”, onu kendi özünden uzaklaştıran ise “medeniyet”tir.

Tekâmülcülerin hayvandan sonraki halka olarak gördükleri insan ile hayvan arasında birbirinin devamı olmayan hususlar vardır. Her şeyden önce hayvan tabiatîdir, insan ise tabiatüstüdür[iii]. İnsanın lîsanı vardır ve bu lîsanı geliştirme yeteneğine sahiptir. Nitekim insandan önceki varlıklar sadece kendilerine verilen özellikler ve bilgilerle yani içgüdülerle hayatlarını devam ettirirlerken, insan böyle değildir. Hayvan, bir çeşit bilgisayar gibi sadece kendisine yüklenen bilgilerle hareket ederken, insan kendini geliştirmek sûretiyle verili olandan başka şeyler icat etmek ve bir medeniyet inşâ etmek imkânına sahiptir.

İnsanı hayvandan ayıran ve özgün bir varlık olduğunu gösteren hususlardan birkaçını şöyle sıralamak mümkündür: Oyun oynamak yani folklor icat etmek, sanat üretmek ve isyan etmek…

İzzetbegoviç’e göre bu hususlar, insanın hayvandan farklı bir varlık olduğunu gösterir. İnsana hayvanın bir devamı gözüyle bakmak, onun “eşref-i mahlûkat” olarak yaratılmış olması fikrine yapılmış büyük bir saldırıdır ve insanın kendi türüne yaptığı en büyük ihanettir. İnsan, aynı zamanda kendi kendine zarar veren enteresan bir varlıktır.

İzzetbegoviç son olarak, insan ile bilgisayar arasındaki farka işaret ederek, gelecekte bilgisayarların insanın yaptığı her işi yapabileceğini ancak dindar olamayacağını ve şiir yazamayacağını dile getirerek insanın en temel özelliğine de işaret etmiş olmaktadır.[iv]

Ehl-i Beyt (Hâne Halkı): Aile

İlk bakışta insan, aile, şehir ve mimari arasında bir alâkanın olmadığı sanılabilir ya da aralarındaki doğru orantılı bağ görülemeyebilir. Bu yüzden bu makalenin başlığı da okuyucuya insicamlı görünmeyebilir ya da eklektik gelebilir. Hâlbuki biraz derinlemesine düşünüldüğünde ya da içinde yaşadığımız şehirlerdeki boşanmaların artışı ve ailelerin dağılma süreçleri gözlemlendiğinde, sözünü ettiğimiz organik bağ fark edilecektir.

Kabul etmeliyim ki aile, köy, şehir ve mimariyi birbirine bağlamak, ancak benim gibi belediyecilik yapan insanların zihninde zorlama bir düşünce olabilir. Lâkin yine de bunların birbirleriyle çok yakından alâkalı olduğunu ve içinde yaşadığımız şehirlerin yol açtığı problemlerin çözümünde sözünü ettiğim bağlantıyı kurmanın faydalı olabileceğinde ısrarcıyım. Çünkü ilâhiyat tahsili almış biri olarak, on küsur yıldır fiilen yürüttüğüm belediyecilik faaliyeti esnasında bittecrübe müşahede ettiğim gerçeklikler, bunlar arasında organik bir bağın olduğunu göstermektedir. Hattâ şehirlerimizdeki birçok problemin, bu bağlantıyı görmemekten kaynaklandığını söyleyebilirim.

İki ya da üç oda ve bir salondan müteşekkil apartman dairelerinin insanları “çekirdek aile” denen bir dokuya zorladığını, başka türlü yapmanın mümkün olmadığını açık bir biçimde görmek mümkündür. Meselâ ve maalesef, hiçbir evlât ihtiyarlamış ana babasını bu meskenin içine alamamakta, olsa olsa bir iki sokak ötede başka bir daireye taşıyabilmektedir.

İnsan, tıpkı hayvan gibi iki cins olarak yaratılmış ve bunun bir sonucu olarak üremesi sağlanmıştır. İslâm öğretisinde “yeryüzü hilâfeti” olarak isimlendirilen görevin yerine getirilmesi için üremek ve çoğalmak, âdeta insanî bir zarûrettir. Âdem’in çocuklarının birer fert olarak varlıklarını sürdürebilmeleri ancak ilk çevresi yani ana-baba ve kardeşler ile mümkündür. Bu ilk çevreye Kabil’in çocukları için dede-nene, amca-hala ve onların çocukları da dâhil olmuştur. Lâkin gerek kapitalizm, gerek komünizmin ütopyası ve gerekse Hıristiyanlık, aileye karşı büyük bir mücadeleye girişmiş ve onu yok etmek için yıllardır sürdürdüğü çabalarında başarı aşamasına neredeyse çok yaklaşmıştır. Artık Müslüman olan ülkemizde bile evliliği yadsıyan, ondan uzak duran ve durmayı tavsiye eden azımsanmayacak bir nüfus vardır.

İzzetbegoviç’in ilk tespiti; Hıristiyanlığın kutsallık, komünizmin ise üreme gerekçeleriyle aileye karşı çıkmakta olduğudur. Buna biz, kapitalizmin cinsel özgürlük nedeniyle evliliği yadsıdığını da ilâve edebiliriz. Bugün dünyanın her yerinde, özellikle gençlik yıllarında evliliğe kem gözle bakan azımsanmayacak bir insan gürûhunun varlığı aşikârdır.

Aile karşıtı olarak İzzetbegoviç’in üzerinde en çok durduğu dünya görüşü, komünizm ve onun ütopyasıdır. Bu konuyu bir başlık altında uzun uzadıya anlatan İzzetbegoviç, kültürün aileyi teşvik ettiğini, uygarlığın ise onu yok etmek için büyük çaba harcadığını anlatmaktadır.

Safsatadan ibaret olan aile, (komünist) ütopyada yoktur. Burada 20-40 yaş arası kadınlar ile 25-55 yaş arasındaki erkekler, tıpkı bir tavuk çiftliğindeki gibi üremek için cinsel ilişkiye girerler. Bu ilişkilerden doğan çocuklar, tıpkı civcivler gibi ana babasının elinden alınır ve yetiştirme yurtlarına götürülürler. Zaten onların ana-babalık gibi bir arzuları da yoktur. Ütopyada 55 yaşın üstündeki erkekler için cinsel münasebet yasağı yoktur, ancak bunlardan doğacak çocuklar imha edilmelidirler.[v]

İzzetbegoviç’in ailenin parçalanması ile ilgili olarak dile getirdiği hususlar, komünizm tarafından zorla, kapitalizm tarafından ise alıştıra alıştıra gerçekleştirilmektedir. Kapitalizmin “birey” diye isimlendirdiği kendi kendine yeterli, varlık âleminde tek başına yaşayabilen insan, özellikle gençlik yıllarında sadece zevk için yaşamakta, bu yüzden evlenmek ve aile olmak gibi bir sorumluluk sarmalına girmekten uzak durmaktadır. Lâkin bireyin bu yaşantısı, yaşı biraz ilerleyince bir trajediye dönüşmekte, terk edilmiş ve bir kenara atılmış olarak ölümü bekleyerek sonuçlanmaktadır.

İzzetbegoviç, ailenin küçültülmesi ve parçalanmasının sonuçlarını şu veciz cümleyle dile getirmektedir: “Çocuk bakım evlerinde anasız babasız çocuklar, huzur evlerinde ise çocuksuz ebeveynler, uygarlığın harikulâde bir ürünü olarak yaşamaktadır. Anne ile aile dine, bakıcı ve bakımevleri ise uygarlığa aittir.”[vi]

Ailenin küçültülmesi ve giderek parçalanması, mimari alanda bir değişikliğe de yol açmaktadır. Geçmişteki konaklar ve bahçeli evler, ütopyanın tasvirini yaptığı ailesiz bir cemiyete doğru gidildikçe yerini apartman dairelerine, hattâ tek odalı stüdyo dairelere terk etmektedir. İşin ilginç yanı, insanlığın üremesini sağlayacak olan ve içgüdüleri nedeniyle aileye en çok bağlanması gereken kadınların yani anaların, ailenin büyümesine en çok itiraz eden fertler hâline gelmiş olmalarıdır.

“Çalışan kadın” edebiyatıyla çocuk doğurmaktan kaçmak ve böylece ailenin büyümesine bizzat mâni olmaktan başka bir şey gelmiyor kadınlarımızın elinden. Sanki kendisi hiç ihtiyarlamayacakmış gibi yeni gelinlerimiz, kayınvâlide ile aynı evde oturmaktan öyle korkuyorlar ki bunu kelimelerle anlatmak mümkün değil.

Hâlbuki çok değil, hemen yarın kendisi de kayınvâlide olacak ve evden uzak tutulmak için surat asılan biri hâline gelecek, kapısı çalınsın diye Allah’a yalvarıp duracaktır.

Saraybosna ve Sofya’ya yaptığım yolculuklarda bizzat müşahede ettiğim hususlardan biri de, mimarinin bu şehirlerde üç farklı forma sahip olduğuydu: Osmanlı dönemi, komünizm dönemi ve sonrası… En kötü ve estetikten en yoksun binalar, komünizm döneminde yapılan binalardı. Bunun nedeni bize göre, komünizm için bu binaların içinde yaşayanların bir çeşit “sosyal hayvanlar”dan ibaret olması… İnsanı bu denli aşağılayan ve onu bir çeşit makine ya da hayvana indirgeyen bir ideolojinin başka türlü bir medeniyet inşâ etmesi beklenemez elbette.


Şehir ve mimari

İzzetbegoviç, Batı ve komünist şehirleri göz önünde bulundurduğu için haklı olarak şehir hakkında daha çok olumsuz kanaat serdeder. O şehirlerin reddedilmesini gayr-i fonksiyonel görse de insanî bir reaksiyon olduğunu düşünüyor ve şairlerin, şehirlerin “cehenneminden” söz ettiklerini dile getiriyor.[vii]

İzzetbegoviç’in en çok eleştirdiği şehirler, sosyalizm ve komünizmin inşâ ettiği yerleşim yerleridir. Ona göre en şahsiyetsiz ve en can sıkıcı şehirler ya da semtler buralardır.[viii] Komünizme göre insanda rûh olmadığından, şehirlerin rûhundan da söz edilemez. Bu nedenle komünist zihinle inşâ edilen şehirlerde estetik, uyum, ahenk ve mimari haz gibi hususlar aramanın hiçbir mantıklı tarafı yoktur.

İzzetbegoviç’in şehirler hakkında sarf ettiği olumsuz görüşlerin bir nedeni de, şehirlerin büyümesiyle dindarlığın ters orantılı olarak azalmasıdır. Çünkü şehir ne kadar büyürse, üzerindeki gök o kadar ufalmakta, tabiat, çiçek ve aydınlık azalmakta, buna karşılık duman, beton ve teknik o kadar çoğalmaktadır. Bu hâl, insanın şahsiyetini azaltmakta ve kitleye dönüşmesine sebep olmaktadır. Dindarlık şehrin büyüklüğü ile ters orantılı, cinayetler ise doğru orantılı olarak artmaktadır.[ix]

İnsan her ne kadar tabiatüstü bir varlık olsa da tabiat içinde yaşamak üzere yaratılmış ve fıtratı buna göre dizayn edilmiştir. Bu nedenle insan, köylerde kendi fıtratına uygun bir hayat sürebilmekte, yıldızlar ile süslü bir gök, çiçekler ile dolu kırlar ve tabiatın tezâhürleri ile her gün sürdürülen doğrudan temas, zengin folklor, düğün âdetleri, türkü ve oyunlarda sadece seyirci olmayıp aynı zamanda iştirakçi olmak, köylülerin geliştirdiği güzel işlerdendir.

İzzetbegoviç, şehirlilerin estetik ve sanatla ilgili yaşantı için daha çok vakit buldukları yönündeki kanaatin büyük bir yanılgı olduğunu düşünmektedir. Ona göre şehir halkının çok az bir kısmının ziyaret ettiği müze, sergi ve konser salonlarının aksine, bütün köylüler her gün güneşin doğuşunu, batışını, ilkbaharda tabiatın canlanışını ve sonbaharda ölüşünü gayr-i ihtiyârî olarak seyretmektedir. Şehirde yaşayan işçi sınıfının etrafındaki her şey ölü ve mekanik, köylülerin etrafındaki her şey ise canlı ve orijinaldir; bu yüzden şehirde yaşayanların büyük bir kısmı, kendini futbol ve boks maçlarında bulur. Bu sayede kitlenin bir parçası hâline gelmek sûretiyle hayatına anlam kattığını zanneder.

Din hayata, sanata ve kültüre; ateizm ise tekniğe ve uygarlığa aittir. Köylülerin dindarlığının ve işçilerin ateizminin nedenini başka yerde değil, burada aramak gerekmektedir.[x]

Şehir ve yalnızlık üzerinde ısrarla duran İzzetbegoviç, modern şehirlerin insanları yalnızlaştırdığını ve intihara sürüklediğini birçok örnekle anlatmaya çalışırken, geleneksel kültürünü terk ederek Batılılaşma süreci içinde olan Japonya’dan verdiği örneklerle işin vahâmetini gözler önüne seriyor.[xi]

Genellikle modern şehir hayatının insanî değerlerden uzaklaşılmasına neden olduğunu, bunun sonucu olarak insanın hayatının anlamsızlaştığını ve bu nedenle intiharların arttığını ya da Amerikan örneğinde olduğu gibi cinayetlerin çoğaldığını söyleyebiliriz. Amerika’da her yıl 15 bin civarında cinayet işlendiğini öğrendiğinizde ne kadar irkileceğinizi kendi tecrübemden hareket ederek tahmin edebiliyorum. Kendi cinsine saldırmak ve öldürmek hayvanlarda bile çok az görülen bir hâl iken, insanın bu işte çok ileri gitmesinin nedenini anlamak gerçekten zor!

Şehirlerdeki betonlaşmadan söz eden İzzetbegoviç, 1937’de yayınlanan “Karlı Ülke” adlı romandan yaptığı alıntı ile şöyle söylemektedir: “İnsanlar birbirlerinden beton duvarlar ile ayrılmış bulunuyorlar ve bu duvarlar herhangi bir sevgi cereyanına mâni oluyor. Tabiat boğuluyor kalkınma adına...”[xii]

Burada, sözü edilen hususun doğruluğunu göstermek amacıyla insanî ilişkiler ve komşuluk münasebetleri bakımından derme çatma malzemeler ile yapılan gecekondu bölgelerindeki durumun, sağlam beton ile yapılan apartmanlardakinden daha iyi olduğunu zikredebiliriz.

Yeri gelmişken bir gözlemimi daha zikretmeme müsaade ediniz…

Nedense gecekondu bölgelerindeki her binanın bahçesinde en az on tane ağaç bulunurken, apartmanların bahçelerinde hiç ağaç bulunmamaktadır. Bulunsa bile, orada ikâmet edenlerden hiçbiri, dibine bir bardak su dökmemiştir. İsterseniz kendinizi bu bakımdan bir gözden geçirin!

Bugün dünyadaki bütün şehirler, Batı’daki şehirlere benzemiş bulunuyor maalesef. Bu ise modernizmin yeryüzünü talan ettiği ve kendi dışındaki bütün medeniyet ve kültürleri neredeyse yok ettiğini göstermektedir. Başta Avrupa ve Amerikan şehirleri olmak üzere modern şehrin en önemli özelliği, din dışı bir mimari ve plânlamayı tazammum etmesidir. Meseleye bu bağlamda baktığınızda, modern şehirlerin insanı boğan bir betonlaşma ve gökdelenleşmeden ibaret olduğunu söylemek mümkündür. İzzetbegoviç, “Mimari, istisnasız her kültürde en yüksek dereceye mabetlerde ulaşmıştır. Bu, Hindistan ve Kamboçya’daki iki bin senelik tapınaklar, İslâm dünyası camileri ve Kolomb öncesi Amerika’da inşâ edilen kiliseler için de câridir”[xiii] demek sûretiyle bu can sıkıcı şehirlerde insana nefes aldıracak mimari eserlerin sadece mabetler olduğunu anlatmaya çalışmaktadır.

Mimari söz konusu olduğunda kaçınılmaz bir biçimde gündeme gelen konulardan biri de üslûp ve fonksiyondur. Modern mimaride estetikten çok, fonksiyonu göz önünde bulundurmak sûretiyle şehirler inşâ edilmektedir. Bu ise birçok problemin ortaya çıkmasına ve şehircilikte özellikle kültürü göz önünde bulundurmak isteyen Batı dışı medeniyetlerin zorlanmasına neden olmaktadır. İzzetbegoviç’e göre, sırf estetik biçimlendirme ve fonksiyonla ilgisi olmadan şekil geliştirmek, pek çabuk dejenere bir dekor olur; suni ve boş olduğu tesirini bırakan bir bina vücuda getirir. Öbür taraftan sırf fonksiyonu göz önünde tutan teknik tekemmülün netîcesi, tesviye ve yeknesaklığa temâyülü bulunan soğuk ve karaktersiz objeler üretir. Fonksiyonalizm taraftarlarından biri olan Mies Van der Rohe’nin, “Eğer doğru dürüst inşaâ etmek istiyorsak, kilise, fabrikadan farklı olmamalıdır”[xiv] sözünü nakletmek sûretiyle bu konuya dikkat çekmekte, modernizmin saldırısına uğramış yerlerde kültürün medeniyet inşâ etmek için bir temel olarak kullanılması gerekliliğini anlatmaktadır. Sadece Batı’da gördüklerini taklit eden bir mimarinin bizim hayatımızı zorlaştıracağı ve bir kimlik bunalımına sürükleyeceğinde şüphe yoktur. Bugün başımıza gelenler de bundan başkası değildir.

İzzetbegoviç’in sözünü ettiği biçimde kültür ile medeniyet arasında iyi ve güzel bir bağ kurmak zorundayız. Medeniyetimizi, kendi kültürümüzü göz önünde bulundurmak sûretiyle inşâ etmeliyiz. Meselâ bu yazı için önemli olan “aile-mesken” bağlantısını, kendi kültürümüz ile inşâ etmenin yollarına bakmalıyız. Aslında gerçek bir aile olan, içinde dede-nene, oğul-gelin ve torunların birlikte yaşayabildiği meskenler üretmek zorundayız. Şimdilerde hiç kimsenin aklına böyle bir şey gelmiyor ve herkes sadece genç sevgililerin, bir ya da iki çocuklu karı-kocaların, ya da çocuklarını evlendirip göndermiş emekli ihtiyarların yaşayacağı meskenler üretmekte ve böylece aile bölümünde izah etmeye çalıştığımız kötü hayatın ortaya çıkmasına çanak tutmaktadır. En dindarlarımız bile “İhtiyarladıklarında ana-babalarınıza ‘Of’ bile demeyin” diyen İlâhî emri görmezden gelmekte ve yalnız başlarına bir apartman dairesinde ölüme terk etmeyi vicdanı sızlamadan yapabilmektedirler.

Hâtime

Tekâmül nazariyesinin insana yaptığı en büyük kötülük, onu sıradan bir varlık derekesine indirgemesidir. Buna göre insan, hâlen işlemekte olan tekâmül prensipleri nedeniyle bir gün yerini daha gelişmiş insanüstü bir varlığa terk ederek yok olacaktır. Bu durumda hümanizmin hiçbir anlamı kalmıyor. Bunu, Batı medeniyetinin iki kolu olan kapitalizm ve komünizmin milyonlarca insanı acımasızca katletmesinden kolayca anlayabiliriz.

İnsan, tekâmül sonucu ortaya çıkmış bir varlık değil, bilâkis Allah tarafından özel olarak yaratılmış bir varlıktır. Yaratılmışlık fikri, insanın İlâhî olan ile ilintisinin bulunduğunu göstermekte, böylece insanın gerçek bir değere sahip olmasına imkân tanımaktadır. “Bir insanı öldüren, bütün insanlığı öldürmüştür” İlâhî kelâmı bu yüzden İslâm öğretisi içindeki yerini almış bulunuyor.

Şia’nın manipülasyonunun aksine “Ehl-i Beyt” (Hâne Halkı) kavramı, bugün bizim “aile” kelimesi ile ifade ettiğimiz şeye karşılık kullanılmıştır Hazreti Peygamber tarafından. “Ehl-i Beyt” kavramının içine Hazreti Peygamber’in hanımları olduğu kadar Hazreti Hasan ve Hazreti Hüseyin (yani torunlar) de girmektedir. Hayatta olmadıkları için, Resûlullah ana ve babasını maalesef bu kavramın içinde resmedemiyor. Lâkin meseleye Hazreti Hasan ve Hazreti Hüseyin zâviyesinden baktığımızda, dede ve nenenin de “Ehl-i Beyt” içinde yer aldığını rahatlıkla söyleyebiliriz. O hâlde aile/ehl-i beyt/hâne halkı, en azından dede-nene, oğul-gelin/kız-damat ve torunlardan müteşekkildir. Buna bekâr kardeşler, amcalar, hala ve teyzeler de dâhil edilebilir. Nitekim geleneksel İslâm Medeniyeti döneminde meskenler bu kişileri barındıracak vaziyette inşâ edilmişlerdir.

Çekirdek aile safsatası, hâneyi (ehl-i beyti/aileyi) dağıtmak için Batı medeniyetinin icat ettiği bir Truva atıdır. Buna göre önce dede-nene evden çıkarılacak ve bir kenara itilmek sûretiyle bertaraf edilecektir. Hane halkının kökü mesâbesinde olan dede-nene söküldükten sonra, geri kalanların hayatlarını ikâme ettirmeleri zaten mümkün değildir. Zamanla evlilik anlamsızlaşacak ve insanlar tek başlarına yaşamaya alışacaklardır.

Günümüzde şehirler, rahmetli İzzetbegoviç’in çok ciddî ve haklı olarak eleştirdiği bütün kötü özelliklerini geliştirerek büyümektedirler. Betonlaşma ve gökdelenleşme, aileyi yok etmek, insanı yalnızlaştırmak ve garipleştirmek ütopyası hızla sürmektedir. Günümüz şehirleri, insanı dinden uzaklaştırmak sûretiyle kitleleştirmekten başka bir maksada hizmet etmiyorlar. Bu yüzden Mekke gibi kendilerini uyaracak bir peygambere şiddetle ihtiyaçları var.

Allah, peygamberleri hakikat ile bağını koparan ve hayâlî bir ütopya peşine düşenleri uyarmak maksadıyla hep şehirlere göndermiştir. Bu yüzden din, hiçbir zaman köylü olmamış, hep şehirli kalmıştır. Şimdi bizim şehirlerin anasına (Bekke/Mekke) gönderilen Hazreti Muhammed’e her zamankinden daha çok ihtiyacımız var. Yeniden kurtuluşumuz, ancak O’nun risâletiyle mümkün! O’nun Sünnetine/Yoluna duyulan ihtiyaç her zamankinden daha fazla!

O, bize Allah’ın insanı meleklerin bile secde ettiği “eşref-i mahlûkat” olarak yarattığını ve yeryüzü halîfesi kıldığını, ehl-i beytin (aile/hane halkı), dede-nene, oğul-gelin/kız-damat ve torunlardan müteşekkil olduğunu, merkezinde mescit bulunan, coğrafî ve tabiî özellikleri bozulmadan dizayn edilen Dârü’s-Selâm’ı, kötülükle maruf Yesrib’in Medîne’ye nasıl dönüştürüleceğini öğretmiştir.



[i] Aliya İzzetbegoviç-İnsan, Aile, Şehir ve Mimari; sayfa 32

[ii] Aliya İzzetbegoviç-İnsan, Aile, Şehir ve Mimari; sayfa 32

[iii] Aliya İzzetbegoviç-İnsan, Aile, Şehir ve Mimari; sayfa 38

[iv] Aliya İzzetbegoviç-İnsan, Aile, Şehir ve Mimari; sayfa 50

[v] Aliya İzzetbegoviç-İnsan, Aile, Şehir ve Mimari; sayfa 238

[vi] Aliya İzzetbegoviç-İnsan, Aile, Şehir ve Mimari; sayfa 246

[vii] Aliya İzzetbegoviç-İnsan, Aile, Şehir ve Mimari; sayfa 99

[viii] Aliya İzzetbegoviç-İnsan, Aile, Şehir ve Mimari; sayfa 141

[ix] Aliya İzzetbegoviç-İnsan, Aile, Şehir ve Mimari; sayfa 100

[x] Aliya İzzetbegoviç-İnsan, Aile, Şehir ve Mimari; sayfa 101

[xi] Aliya İzzetbegoviç-İnsan, Aile, Şehir ve Mimari; sayfa 117

[xii] Aliya İzzetbegoviç-İnsan, Aile, Şehir ve Mimari; sayfa 117

[xiii] Aliya İzzetbegoviç-İnsan, Aile, Şehir ve Mimari; sayfa 133

[xiv] Aliya İzzetbegoviç-İnsan, Aile, Şehir ve Mimari; sayfa 156