ALİYA İzzetbegoviç, savaşların ortasında aklı ve vicdanıyla yükselen bir ses oldu. O, hem direnişin hem de düşüncenin adı olarak tarihe geçti. Eyüp Beyhan’ın titizlikle hazırladığı akademik çalışmanın kitaplaştırılmış hâli “Aliya İzzetbegoviç: Hayat, Hakikat, Hürriyet”,bu sesi duymak isteyenler için önemli bir kaynak sunuyor.
Kitap, 424 sayfalık hacmiyle klasik bir biyografinin çok ötesine geçiyor. Kitap, okuyucuya Aliya’nın hayat hikâyesini sunmanın yanında, onun düşünce evrenini, siyaset felsefesini ve medeniyet tasavvurunu da aktarıyor. Yazar, bu üç tematik başlık altında ilerlerken, Aliya’yı sadece bir devlet adamı olarak değil, çağının çok ilerisinde bir düşünür olarak ele alıyor.
Beyhan, Aliya’yı tanımlarken sıradan sıfatlara başvurmuyor. Onu bir “bilge” olarak anlatıyor. Bu bilgelik, sadece entelektüel birikimle değil, yaşanmışlıkla, acıyla ve sabırla şekillenmiş bir hâl olarak çiziliyor. Kitapta geçen şu cümle dikkat çekici: “Bir hâl ve benlik durumu olarak bilgelik kendisine çok yakışmıştır.”
Aliya’nın siyâsî liderliği, burada felsefî bir zemine oturuyor. Beyhan’a göre o, Platon’un “Devleti bilge kişiler yönetmeli” düşüncesine en uygun ve son örnektir. Bu benzetme, bir övgüden fazlasıdır; Aliya’nın siyaseti bir erdem alanı olarak gören duruşuna da işaret ediyor.
Kitap, Aliya’nın salt savaş zamanı liderlik yapan biri olmadığını gösteriyor. Onun asıl mücadelesi düşüncede başlıyor. Batı ve Doğu klasikleriyle kurduğu entelektüel ilişki, İslâm düşüncesine getirdiği özgün yorumlar, adalet arayışındaki ısrarı… Bunların hepsi, Aliya’yı çağımızda nadir rastlanan bir “temiz siyaset” savunucusuna dönüştürüyor.
Eyüp Beyhan, Aliya’nın fikir dünyasını tanıtmakla kalmıyor, onu, bugünün karmaşık siyasal ve ahlâkî ortamına ışık tutabilecek bir yol haritası olarak da sunuyor. Kitap, Aliya’nın önerilerini bugüne tercüme eden bir bilinçle yazıldığından, fikrî bir rehber niteliğini taşıyor.
Aliya’nın sözleri, yalnızca Bosna’ya değil, tüm İslâm coğrafyasına hitap ediyor. Kitap, onun çözüm önerilerini “buhran içindeki bir ümmete sunulmuş alternatif bir çıkış yolu”olarak değerlendiriyor. Bu yaklaşım, eseri sıradan bir lider biyografisinden çıkarıp, genel geçer sorulara yanıt arayan bir felsefî metne dönüştürüyor.
Eyüp Beyhan’ın çalışması, hem akademik bir titizlikle hazırlanmış hem de sade bir anlatımla herkesin erişebileceği bir dilde kaleme alınmış. Okuyucu, bu kitapta salt bir liderin yaşamını değil, hakikatle yoğrulmuş bir yaşam felsefesini de buluyor.
Hayatın zorlu yolları ve fikirlerin doğuşu
Eyüp Beyhan’ın çalışması, Aliya İzzetbegoviç’in çocukluk, gençlik ve fikrî evrelerine dair bir okuma sunuyor. Kitap, Aliya’nın yaşamını anlamakla kalmıyor, onu inşâ eden koşulları da mercek altına alıyor. Kitabın ilk bölümü, bir hayat hikâyesinden çok, bir fikrin nasıl doğduğunu anlatıyor.
8 Ağustos 1925’te Bosanski Samac’ta doğan Aliya, köklü bir aileden geliyor. Dedesi, Belgrad’dan Sırp baskısı nedeniyle göç edip belediye reisliğine kadar yükselmiş. Bu bilgi bile onun ailesinin yaşadığı tarihî ve siyâsî gerilimin ipuçlarını veriyor.
Henüz iki yaşındayken Saraybosna’ya taşınmaları, onun için yeni bir başlangıç. Babasının hastalığı ve Birinci Dünya Savaşı’nın yol açtığı yoksulluk, çocukluğunu zorluklar içinde şekillendiriyor. Ancak bu sıkıntılar, Aliya’nın düşünce yapısını besleyen erken deneyimler oluyor.
Aliya’nın fikirle tanışması üniversite yıllarına dayanıyor. Henüz 21 yaşında, fikir suçlusu olarak hapse giriyor. Üç yıl süren bu ilk tutukluluk, onun mücadele azmini kırmak yerine, daha da güçlendiriyor.
Bu yıllarda hayatına giren Halida, onun için yalnızca bir eş değil, umuda ve direnişe dair bir simge oluyor. Beyhan, bu ilişkiyi “savaşa meydan okuyan bir sevda” olarak tanımlıyor. Zorluklara rağmen sürdürülmüş bir bağlılık...
Aliya’nın düşünce yapısının şekillenmesinde “Genç Müslümanlar Teşkilatı” özel bir yere sahip. Modern düşünceyle ananevî İslâm’ın birleşebileceğini savunan bu hareket, onun zihninde yeni bir İslâm yorumu geliştiriyor. Bu anlayışın temeli ise annesinden aldığı ilk inanç tohumlarına dayanıyor.
İzzetbegoviç’in rejimle çatışması sadece silahla değil, kelimelerle oluyor. “Dinime ve milletime saygı göstermeyen kardeşim değildir” sözü, Yugoslavya rejimini sarsmaya yetiyor. Bu ifade onun gözaltına alınmasına sebep oluyor.
Özür dilemesi hâlinde serbest kalabileceği söyleniyor. Ama o, dik duruyor: “İslam’ın azameti, büyüklüğü, bu zalim hain cellatlardan özür dilememe müsaade etmez.” Bu söz, yalnızca bir itiraz değil, aynı zamanda bir duruş. Aliya, fikirlerinden taviz vermiyor.
1983’te tekrar yargılanıyor. Bu kez cezası daha ağırdır: 14 yıl… Ama 1988’de Yugoslavya Cumhurbaşkanı’nın affıyla tahliye ediliyor. Cezasının beş yıl, sekiz ayını hapiste geçiriyor. Bu süre boyunca yazıyor, düşünüyor, direniyor…
Cumhurbaşkanı olduğunda ise geçmişin hesabını sormuyor. Aynı rejim altında görev yapan pek çok kişiyle çalışmaya devam ediyor. Düşmanca değil, âdil davranıyor. Kırılmış ama kin tutmamış bir liderin portresi çıkıyor karşımıza.
Kitap, Tito’nun ölümünün ardından başlayan çözülme sürecini detaylı şekilde anlatıyor. Slovenya ve Hırvatistan bağımsızlıklarını ilan edince Bosna Hersek de kendi yolunu arıyor. Ancak bu süreç, kanlı bir iç savaşa evriliyor.
Sırp güçlerinin uyguladığı sistematik şiddet, Batı dünyasının sessizliğiyle daha da derinleşiyor. Dayton Anlaşması’yla gelen barış da tıpkı savaş gibi âdil olmuyor. Yine de Aliya, bu anlaşmayı imzalamayı tercih ediyor. Çünkü onun için önemli olan, halkının hayatta kalmasıdır. Barış, eksik olsa da hayatı koruyacak bir çatı sunuyor.
Aliya, çok dinli, çok kültürlü bir Bosna’yı savunuyor. İmkânsız görülen bir birlikte yaşama idealini, son ana kadar ayakta tutmaya çalışıyor.
Bölümün son sayfalarında, Mehmet Akif, Muhammed İkbal ve İzzetbegoviç’in ortak özelliği dikkat çekiyor: Onlar, yok oluş sürecinde varoluş mücadelesi veren, aynı ümmete mensup üç milletin sembol isimleri oldular. Mücadeleleri bir halkın mücadelesi ve insanlığın ortak vicdanına çağrıdır.

Aliya, bu kitapta yalnızca bir devlet başkanı olarak değil; bir düşünür, bir eylem insanı ve bir ahlâk kılavuzu olarak karşımıza çıkıyor. Düşünceleri masa başında kalmamış; hayatının her evresine nüfuz etmiş. Savaş meydanında da, müzakere masasında da, zindanda da aynı çizgide kalmış biri olarak…
Bilge liderin siyaset felsefesi
Kitabın ikinci bölümü, bir kavramla başlıyor: Felsefe… Fakat bu, soyut bir entelektüel etkinlikten ibaret değildir. Hayatla, adaletle, siyasetle doğrudan ilişkili bir düşünce biçimi olarak konumlanıyor. Çünkü anlatılan kişi Aliya İzzetbegoviç, düşüncenin eyleme dönüştüğü, bilgeliğin siyasete yön verdiği bir çağdaş filozoftur.
Eyüp Beyhan, Aliya’yı halkın gözünde anlamlı bir bütünlükle tanımlıyor: “Bilge Lider”… Bu tanım, onun hem entelektüel birikimini hem de siyâsî liderliğini aynı potada erittiğini gösteriyor. Söz konusu unvan, bir kültün değil, bir halkın tecrübe ettiği adalet duygusunun ürünüdür. Aliya’nın Özgürlüğe Kaçışım – Zindandan Notlar kitabına “Hayatın anlamını kaybetmişsem ölmeliyim” cümlesiyle başlaması da, onun fikrî tavrını ve yaşama bakışını özlü biçimde yansıtıyor.
İzzetbegoviç’in siyâsî felsefesi, yüzeyde dolaşan ideolojik söylemlerden değil, kadim düşünce geleneğinden besleniyor. Beyhan, onun Platon’dan Aristoteles’e, Farabi’den İbn Haldun’a kadar uzanan okuma serüvenini titizlikle ortaya koyuyor. Aliya, bu filozofların fikirlerini 21. yüzyılın gerçekliğine taşıyan, yeniden yorumlayan bir düşünürdür.
Doğu ve Batı’yı sadece okuyan değil, sorgulayan, karşılaştıran ve sentezleyen bir zihinle karşı karşıyayız. Düşünce dünyasında tek bir merkeze yaslanmıyor. Onun için fikirler birer araç, nihai amaç ise ahlâklı bir toplum ve âdil bir düzendir.
İzzetbegoviç’in siyaset anlayışının temelinde İslâm’ın ahlâkî boyutu yer alıyor. O, inancın siyasette bir ayrıştırma değil, birleştirme unsuru olabileceğini savunuyor. Siyâsî hayatı boyunca bu yaklaşımını yalnızca söylemde değil, pratikte de ortaya koymaya çalışıyor.
Kitapta önemli bir kavram öne çıkıyor: Üçüncü Yol ya da Orta Yol... Bu yaklaşım, materyalist ve maneviyatçı dünya görüşlerinin aşırılıklarından uzak, insanı merkeze alan bir denge öneriyor. Aliya, bu dengeyi İslâm’da buluyor. Bu, yalnızca bir inanç meselesi değil, siyasetin, kültürün, eğitimin, sanatın ve bilimin birlikte ele alındığı bir medeniyet anlayışıdır.
Kitap, Aliya’nın farklı entelektüel kaynaklarla beslenen bu felsefî derinliğini, onun politik cesaretiyle harmanlıyor. 1997 yılında Tahran’da yapılan İslâm Konferansı Örgütü toplantısında yaptığı konuşma, bu yönü açıkça ortaya koyuyor. Aliya, sahneye çıktığında alkış toplamıyor, gerçeği söylüyor: “Batı çürümüş değil; güçlü, örgütlü ve eğitimli... Batı’dan nefret etmek yerine onunla rekabet etmeliyiz.”
Bu cümleler, kör bir öfke yerine, ayakta kalmak için eleştirel bir bilinç öneriyor. Aliya, İslâm’ın hakikat olduğunu söylerken, bu hakikatin temsilinde ne kadar geri kaldığımızı da itiraf ediyor. Onun cesareti, düşmanı eleştirmek kadar kendine ayna tutabilme kudretinde saklıdır.

İzzetbegoviç’in şu sözü, kitabın ruhunu özetliyor: “Hayatın anlamını kaybetmişsem ölmeliyim.” Bu cümle, sadece bir sitem değil, bir çağrıdır. Anlam arayanlara, özgürlükten ve haktan yana olanlara... Ve belki de en çok, bilgelikle cesareti birleştirmeye çalışanlara.
Medeniyet ve kültürün ayrılmaz bütünlüğü
Kitabın üçüncü bölümü, bir fikir adamının medeniyetle hesaplaşmasına sahne oluyor. Aliya İzzetbegoviç’e göre medeniyet, insanlığın teknolojik ve bilimsel birikiminin zirvesi değil, ahlâkî bir sınav alanıdır. Eyüp Beyhan, bu bölümde Aliya’nın sadece bir düşünür değil, aynı zamanda bir “vicdan çağrısı” olduğunu ortaya koyuyor.
Aliya, medeniyetin “ilerleme” adıyla masumlaştırılmasına karşı uyarıyor. Çünkü ona göre her ilerleme, insanlık adına iyiye işaret etmez. Asıl mesele, bu ilerlemenin neye ve kime hizmet ettiğidir. Medeniyete İslâm ahlâkıyla yaklaşmak gerektiğini söyleyen Aliya, doğaya ve diğer toplumlara hükmetmenin değil, birlikte yaşamanın ahlâkî sorumluluğunu savunuyor.
İzzetbegoviç’in kültür ve medeniyet ayrımı, onun düşünce arayışının en çarpıcı noktalarından biridir. Kültürü insanın taşıdığı, medeniyeti ise toplumun inşâ ettiği bir yapı olarak tanımlıyor. Kültür; din, sanat, felsefe ve ahlâktan oluşur. Medeniyet ise bilim, teknik, örgütlenme ve üretimle ilgilidir. Bu iki alanın aynı düzlemde anılması ise Aliya’ya göre büyük bir yanılgıdır.
Aliya, bu ayrımı şehirle köyü karşılaştırarak somutlaştırır: Şehir medeniyetin, köy ise kültürün ürünüdür. Ona göre, şehir büyüdükçe gökyüzü küçülür; çiçek azalır, beton artar. Bu durum, yalnızca bir mimarî değişimden öte manevî bir yitimdir.
Sanat, Aliya’nın gözünde yalnızca estetik değil, kutsala açılan bir penceredir. Antik Yunan ve Mısır’da tiyatro alanlarının tapınakların hemen yanında olmasına dikkat çeker. Çünkü ona göre sanat, ancak dinî bir zeminden beslendiğinde genel geçer anlamlar taşıyabilir.
Aliya, sanatın amacını ilâhî olana yönelmek olarak tanımlar. Bu anlayış, bugünün ticarileştirilmiş kültür üretimiyle tamamen zıttır. Tüketim değil, derinlik ve hakikat arayışıonun sanat anlayışının merkezindedir.
Aliya, Batı medeniyetine dair düşüncelerinde sert değil, gerçekçidir. Batı’nın güçlü, örgütlü, dakik, eğitimli ve üretken olduğunu kabul eder. Ancak bu gücün insanî değerleri bastırmasına da karşı çıkar. Doğu toplumlarının, Batı’yla rekabet etmek yerine onu sadece eleştirip edilgen kalmalarına itiraz eder.
İslâm dünyasına yönelik eleştirileri de dikkat çekicidir. Ona göre İslâm, sadece bir inanç sistemi değil, bir hayat ve medeniyet teklifidir. Salt bu teklif, teolojik bir dogmaya indirgenirse işlevini yitirir. Aliya, eğitim, gözlem, eleştirel düşünce ve özgürlük ile beslenmeyen bir inancın insanlığı ilerletemeyeceğini vurgular.
Eyüp Beyhan, bölümün sonuna doğru bir soruya odaklanıyor: “Aliya bilge kral mıydı, bilge lider mi?”
Yanıt, Aliya’nın kendisinden geliyor. Kral değil; düşünen, soran, mücadele eden bir liderdi. Beyhan, bu liderliği Max Weber’in “karizmatik lider” tanımıyla ilişkilendiriyor ve Aliya’nın kişiliğini çok yönlü biçimde analiz ediyor.
Bilge liderliğin anahtarları şöyle sıralanıyor: Derin düşünce, aklî tutarlılık, şüphecilik, disiplinlerarası yaklaşım, sürekli okuma ve yazma, içtimaî rehberlik, eylemle düşünceyi bütünleştirme ve fikirlerde istikrar. Kısacası Aliya, sadece düşünen değil, düşündüğünü yaşayan bir figürdür.
İzzetbegoviç, insanı ne masum melek ne de hayvan olarak görür. Ona göre insan, seçim yapan bir varlıktır. Bu yüzden medeniyetin temelinde özgürlük vardır. Ama bu özgürlük, başıboşluk değil, sorumlulukla biçimlenen bir iradedir.
Dramatik gerçeklik ile ütopyacı hayaller arasında yeni bir yol önerir: Üçüncü Yol… Bu yol, ne Batı’nın materyalizmine ne de Doğu’nun dogmatizmine sapmadan, insanı ahlâkla, eğitimle, sanatla, bilimle bütünleştiren bir istikamettir. Bu yöneliş, yalnızca Müslüman toplumlar için değil, insanlık için bir çıkış teklifidir.
Sonuç
Eyüp Beyhan’ın çalışması, salt bir akademik araştırmanın disiplinini değil, ek olarak bir fikir yolculuğunun heyecanını taşıyor. Bu kitap, okuyucuya kuru bir biyografi ya da düşünce özeti sunmuyor. Aksine, Aliya İzzetbegoviç’in düşünce iklimine kapsamlı bir giriş bileti veriyor.
Beyhan, Aliya’yı sadece fikirleriyle değil, yaşanmışlıklarıyla anlatıyor. Kavramlar, metinler ve olaylar; soyut olmaktan çıkıp bir insanın duruşuna, mücadelesine ve inancına dönüşüyor. Her bölüm, not almaya değer görüşler ve ufuk açıcı sorgulamalarla örülüdür.
Aliya, bu kitapta yalnızca bir devlet başkanı olarak değil; bir düşünür, bir eylem insanı ve bir ahlâk kılavuzu olarak karşımıza çıkıyor. Düşünceleri masa başında kalmamış; hayatının her evresine nüfuz etmiş. Savaş meydanında da, müzakere masasında da, zindanda da aynı çizgide kalmış biri olarak…
Beyhan’ın anlatımıyla Aliya, sadece Bosna halkı için değil, adaletin, özgürlüğün ve ahlâkın peşindeki herkes için cihanşümul bir rehber hâline geliyor. Bu yönüyle kitap, bir biyografi ya da fikir incelemesi olmanın çok ötesine geçiyor. Aliya’nın mirasını, bugünün dünyasında nasıl yeniden düşünebileceğimize dair ipuçları sunuyor.
İzzetbegoviç’in şu sözü, kitabın ruhunu özetliyor: “Hayatın anlamını kaybetmişsem ölmeliyim.”
Bu cümle, sadece bir sitem değil, bir çağrıdır. Anlam arayanlara, özgürlükten ve haktan yana olanlara... Ve belki de en çok, bilgelikle cesareti birleştirmeye çalışanlara.



