
EĞER
birini seviyorsanız, hem onu sever, hem de onun gibi seversiniz. Ayrıca onu
düşünür, onun gibi düşünür, onunla düşünür, onunla sever, onunla yatıp onunla
kalkar, onunla konuşur, onun gibi konuşur, hâsılı onu konuşup onun gibi
yaşarsınız. Öyle ya, bütün bunların hepsi en sonunda onu yaşamaya, hatta onu
yaşatmaya götürür sizi.
Aliya İzzetbegoviç, kendisini seven,
kendisi gibi seven, kendisini düşünen, kendisi gibi düşünen, onu konuşan, onun
gibi konuşan, onun yatıp onunla kalkan birçok sevene sahip bir kahramandır. Ömrü
bitmiş ve kendi Biricik Sevdiğine vâsıl olmuş olsa da mücadelesi bitmez onu
dinleyen için. Zira o, uyutmak için değil, diri tutmak için konuşur kendisini
sevenle. Hem de her an, her gün, her olaya dair ve her bakışta.
Ancak sevilenin seveni çok olunca, haliyle
vurgunun adı da başka başkadır. Nasıl güzele meftun olanın kimi zülfünden, kimi
çeşminden bahsederse, Aliya hayranı olanın vurgunu da onu ilk gördüğü
yerdendir. Kimi bilgeliğine, kimi diriliğine, kimi kahramanlığına, kimi
temizliğine vurgundur. Hepsi Aliya’ya vurgundur ama her birinin vurulduğu nokta
ayrıdır. Ama ille de Aliya’nın huyuna hayrandır onu sevenler. Zira onun huyu
İslâm’dır, suyu İslâm’dır, boyu İslâm’dır, posu İslâm’dır… Hâsılı, Aliya
İzzetbegoviç sevilecek Müslümandır.
Kendisine hayran eden, hangi gözle
bakılırsa bakılsın kendisini sevdiren Aliya, bugüne gönderdiği mektupları açık
zarflar içerisinde bıraktı. Bunlardan kapağı en açığı, içinde Cumhurbaşkanımız
Recep Tayyip Erdoğan’a “Bosna’yı size emanet ediyorum!” yazılı olanıydı. Diğer
zarfları açıp okumaksa bize düştü. Zira en açık olanı, bizi emanetin emini
kılmak için binbir reçete sunan Kur’anî düşünceleri adres gösteriyor, Aliya’yı
Kur’an’da aramaktan başka çare bırakmıyordu.
Hayatını o zarfları açma azminde geçiren,
bu yolda bir ömür feda eden ve tek başına değil, bütün ailesiyle bedel ödeyen
bir Aliya seveni Raci Mazı Beyefendi ile bir araya geldik ve koca “Bosna’nın
derinliklerine” Aliya’yla indik. Raci Bey anlattı, bizse Bosna’nın
derinliklerine indikçe bütün evreni gördük. Öyle ya, Aliya’nın üçüncü yolu işin
yalnız Bosna boyutuna bakan yanını değil, evrensel kulvarlarını gösteriyordu.
Zaten Aliya’nın Bosna’yla birlikte bütün insanlığa hatırlattığı Biricik Kılavuz
da bütün zaman ve mekâna indirilmemiş miydi?
Şimdiye dek duymadığım Aliya da
çözümlemeleriyle Raci Mazı Bey’den değerli sözler işittik. Kendisine teşekkür
ediyor, gelecek için yeni sevdalılar yetiştirmesini ümit ediyoruz…
***
“Televizyondan
Bosna’yı izleyen toplumumuzda Batı’ya karşı muazzam bir güven sarsılması
meydana geldi”
·
Bosna
Dayanışma Grubu olarak savaş yıllarından önce dahi Bosna’ya ait bir farkındalık
oluşturma derdinde olduğunuz aşikâr. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin söz konusu
savaş yıllarında Bosna’ya ilişkin bir söylemi görünmüyor. Bu yoldan hareketle
direnişteki Bosna’ya neden ve nasıl gittiğinizi biraz anlatmak ister misiniz?
1989 yılında Berlin Duvarı yıkılmış, bütün
o Soğuk Savaş döneminde sarsılmaz bir blok olarak görülen Varşova Paktı çökmüş
ve böyle bir süreçte bir anda birçok ülke için sürpriz bir çözülme ortaya
çıkmıştı. Hem Sovyetler Birliği kendi içinde çözülmüştü, hem Doğu Avrupa.
Elbette o günlerde “Bağlantısızlar” olarak bilinen ara bloğun bir üyesi olan
Yugoslavya da çözüldü.
Bunlar o kadar hızlı bir şekilde gelişti
ki, biz de 1992 yılında, hemen savaşın başlamasıyla birlikte Ankara’da Bosna
Dayanışma Grubu’nu kurduk. Hâlâ aramızda olan veya rahmetle andığımız
arkadaşlarımız vardı bu grupta.
Aradan neredeyse çeyrek asırlık bir zaman
geçmiş ama bu süre içerisinde o döneme doğru dönüp baktığımızda şunu görüyoruz:
Bosna Savaşı, Türkiye toplumu için üç yıl boyunca devam eden bir eğitim süreci
özelliği taşıyor.
Bosna Savaşı, Türkiye iç siyasetini
aslında çokça etkilemiştir. Ancak ülkemizde sosyal bilimler veya siyaset
sosyolojisiyle uğraşanlar tarafından bu konuda herhangi bir araştırma
yapılmamıştır. Zira bence 1992’de savaşın başlamasından 2 yıl sonra İstanbul ve
Ankara gibi büyükşehirlerin yanında önemli belediye başkanlıklarının Refah
Partisi tarafından kazanılması, dikkat edilmesi gereken önemli bir konudur.
Bunun hemen bir yıl ardından, yani 1995’te yapılan genel seçimlerden de yine
Refah Partisi’nin birinci parti olarak çıkması da bununla aynı eksendedir. Bence
bu üç yıllık sürecin Türkiye iç siyasetinde çok büyük bir etkisi oldu. Eğer
bugün o yüzde 22’lere kadar ulaşan kitle, yaşadığımız son 12 yıllık süreçte
yüzde 34 ve en nihayet yüzde 52’lere çıktıysa, bence bu durumun miladını 1992
Bosna Savaşı ile başlatmak gerekiyor.
1992-1995 arasında Türkiye halkı,
neredeyse her gece düzenli bir şekilde televizyonlar üzerinden Bosna’da yapılan
katliamlarla birlikte Tanzimat’tan beridir bu topraklara tamamen kazınmak üzere
propagandası yapılan Batılılaşmanın ne kadar boş bir kurgu olduğunu gördü. Bu
görüntüyü kavrayan büyük kitleler, Batı’ya karşı büyük bir güven sarsılması,
muazzam bir hayal kırıklığı yaşadılar. Ve Türkiye’de o gün Batı karşıtı öze
dönüş hareketi başlarken, Mehmet Akif’ten Milli Nizam’a, Milli Nizam’dan AK
Parti’ye kadar uzanan yüz yıllık İslâmî dünya görüşü geleneğinin adeta bütün
tezlerini doğrulayan bir süreçti bu üç yıllık dönem.
***
“Bosna’yı
konuşalım”
·
Bosna’da
çalışma yapan ekibimizin savaşa dair yönelttiği soruların Boşnaklarca
cevaplandırılma cümlelerinin ilki, “Savaş Bosna için hayırlı oldu ve biz
özümüzü hatırladık, özümüzü tanıdık” şeklinde. Sizin bu tespitleriniz bence çok
yerinde ve Bosna’daki düşünceyle aynı yörüngede oldu. Hatta kendi adıma çok hoş
olduğunu da söylemeliyim…
Teşekkür ederim… “Bosna’yı konuşalım”
denildiğinde, Bosna’ya dair dört unsuru öncelikle gündeme almak gerekir: Coğrafya
olarak Bosna, Bosna halkı (Boşnaklar), İslâm ve Aliya İzzetbegoviç…
Bu dört kavramı bir arada düşünerek Bosna
coğrafyasının İslâm dünyası için ne demek olduğuna bir bakalım…
Cebel-i Tarık Boğazı’ndan İstanbul
Boğazı’na doğru bir çizgi çizdiğinizde, Avrupa tarihi anlamında sürekli olarak
Batı’nın, karşıt unsur olarak bu İslâm coğrafyasını gördüğüne tanıklık ederiz.
Almanca bir kavram olan “Christina
Abendland”, “Hıristiyan Akşam Ülkesi” anlamına gelmektedir. Bunun karşısındaki
cepheye ise “Morgenland” denir. Bu da “Sabah Ülkesi” demektir. Bizdeki Hilal ve
Haç karşıtlığı gibi…
Bu yoldan hareketle şöyle bir dizgi yapabiliriz: Avrupa’nın tarihsel hafızasında, Endülüs’ün Akdeniz karşısına atılmasıyla birlikte Batı medeniyetinin sürekli Haçlı seferleri düzenlemesi, karşıt birtakım tezlerle bugünkü İslâmofobi tartışmalarına kadar gelen genetik kodlar taşır. Yani meselenin kökünde İslâm karşıtı bir duruş, bir gelenek vardır. İlginçtir, Endülüs’ün gerilemeye başladığı dönemlerle Balkanlar üzerinde Osmanlı’nın ilerleyişi aynı dönemlere rastlıyor ki, iki taraftan bakıldığında da gidilebilen en uç nokta Bosna’dır.
İzzetbegoviç diyor ki, "İslâm sosyalizm ve Hıristiyanlığın doğru taraflarını onaylarken yanlış taraflarını veto ediyor". Yani eğer biz de İslâm’ı saf dine indirgersek, onun dünyaya dair iddialarından vazgeçmiş oluruz.
Bugün Bosna için haritaya baktığımızda
ince ve dar bir koridor görürüz; bu koridoru Hırvatistan, Slovenya ve sınırda
Avusturya ile bütünleyebiliriz. Bu noktada bir detaya girmeliyim: Almanca dil
hafızası, aslında Balkanlarda Batı medeniyetinin en yakın sınırını oluşturur,
ama orayla bitmez. Slovenya ve Hırvatistan’la beraber Katoliklik, Macaristan’ı
da içine alarak Batı’nın Doğu Hıristiyanlığına ve de İslâm’a karşı olan
sınırını da burada oluşturur. Bu sınır, aynı zamanda kültürel bir sınırdır da. İşte
bu yüzden İslâm dünyası Bosna’yı, Endülüs’ten sonra İslâm’ın Avrupa’daki en son
noktası olarak görür. Bu manzara, bin 400 yıllık İslâm-Batı karşıtlığının karşılıklı
görünümünü tarif eder.
Bosna coğrafyasının Müslüman halka verdiği
isimdir “Boşnak”. Bu manada Boşnaklar, çok enteresan bir tarihe sahiplerdir. İslâm
öncesinde Hıristiyanlığın Bogomil mezhebine bağlılar ve bu sebeple bilinen
Hıristiyanlığa, Katolik ve Ortodoks inanca ters duruyorlar. Hazreti İsa, onlar
için sadece bir peygamber, Tanrı’nın oğlu değil. Haç ve ikonları da
reddetmişler. Kilislerde resmi reddetmişler. En önemlisi de Papalığı
reddetmişler. Yani İslâm ile bağdaşan birçok yönleri var Müslüman olmadan
evvel. Bu sebeplerle Ortodoks Sırplar ve Katolik Hırvatlarca sürekli
dışlanmışlardır. Ve Bogomiller, Ortaçağ’ın Engizisyon Mahkemeleri’nde sürekli
yargılanmış, ölüm ve sürgün cezaları almış, işkenceler görmüşlerdir. İslâm’ın
bu topraklara İstanbul’un fethinden sadece 10 yıl sonra gelişiyle birlikte
Müslüman olmaları çok kolaylaşmıştır.
Sırplar, Hırvatlar ve Boşnaklar, konuştukları dil ve sahip oldukları renkle birbirlerine benzerler. Ancak Sırplar Ortodoks, Hırvatlar Katolik, Boşnaklarsa Müslümandırlar. İşte bu sebeple Boşnaklardan başka ikinci bir halk yoktur ki, millî kimliğini İslâm üzerinden edinmesin. Bir Boşnak’ı bölgede diğerlerinden ayıran tek unsur İslâm; yoksa ya Katolik olup Hırvatların ya da Ortodoks olup Sırpların içinde kaybolacak. Dolayısıyla dünyada millî ve kültürel kimliğini İslâm’la açıklayan, kimliğini doğrudan İslâm’la özdeşleyen başka bir halk yoktur. Bosna’da “Müslümanım” diyen kişi Boşnak, “Boşnak’ım” diyen kişi Müslümandır.
“Aliya,
İslâm’ın bütün insanlığa çare olduğunu hatırlattı”
·
Tam
bu noktada “Bilge Kral”ı hatırlayıp onun kimliği ve şahsiyeti üzerine konuşalım
dilerseniz…
Aliya İzzetbegoviç, işte bu coğrafyanın
insanı! Yani Müslüman, yani Boşnak… 1992-1995 arası orada verilen savaşta halka
bir bilinç kazandırmak ve hatta gösterdiği mücadeleyle Türkiye halkının dahi
dikkatini çekerek bugünkü Türkiye tablosuna önayak olmakla Aliya İzzetbegoviç,
bence bir lider olarak İslâm dünyasında kendi dönemiyle ilgili çok önemli bir
misyon ifa etmiştir.
Aliya İzzetbegoviç’ten bağımsız bir Bosna
ve Bosna halkı düşünmek mümkün değildir. Aliya İzzetbegoviç’in hayatı,
mücadelesi ve fikirleri adeta coğrafyayla, kültürle bütünleşmiştir. Onun
fikirlerinden, mücadelesinden, yaşadığı çevreden ayırt etmek imkânsızdır. Onu
okuduğunuzda öyle özel bir çevrede yaşadığı her noktadan bellidir. Onu 2015
itibariyle tanımlamak, tekrar okumak ve anlamak, bence genç uşaklar için çok
önemlidir.
1980’li yılların öncesi ve sonrasına
bakınca onun “Doğu ve Batı Arasında İslâm” adlı eserinin bugüne dair getirdiği
söylemleri, yani o günlerden bugünlere tutulan ışık muazzamdır. Zira o, bu
eseri kaleme aldığı yıllarda İslâmofobi konusuna değinmiş, onu çözümlemiş ve
bize yol göstererek konuyu bitirmiştir. İslâm dünyasının bugünkü sorunları
aşabilmesi için onun getirdiği bakış açısını öğrenmesi, onu tekrar okuması
gerekmektedir. Çünkü biz, onun söylediklerini şimdi şimdi anlıyor, tecrübeyle
ancak görüyoruz.
Batı bugün, en aşağılık ve iğrenç ne varsa
onu İslâm’la bağdaştırarak gösterme azminde. Oysa Aliya İzzetbegoviç,
Yugoslavya Federal Mahkemesi’nde yargılandığı esnada diyor ki, “İslâm,
yeryüzünde benim için asil ve doğru olan her şeyin diğer adıdır”. İşte bu
noktada İslâm dünyasının ihtiyacı olan şey, onun gösterdiği bu özgüvendir.
Az önce dört unsurdan bahsetmiştik
Bosna’ya dair ve İzzetbegoviç’i de içlerinde zikretmiştik. Bosna coğrafyası,
Boşnaklar, İslâm ve İzzetbegoviç… Dikkat edilirse İzzetbegoviç, saydığımız üç
unsuru üzerinde toplar. Bu yıl İzzetbegoviç’in doksanıncı doğum yıldönümü ve
bence onun yeniden ve yeniden okunması, anlaşılması gerekiyor.
Bizler onu 80’lerde okurken Soğuk Savaş ve
sağ-sol çatışmaları devam ediyordu. 80 yılında yazdığı “Doğu ve Batı Arasında İslâm”
adlı eserinde bu dönemin biteceğini ve toplumların kapitalizm ve komünizmden
şimdiki dünya düzenine ayak uyduracağını öngördü. Ve İslâm’ın ne büyük bir
kıymet olduğunu Boşnaklar ve bütün İslâm dünyası için gösterdiği gibi, İslâm
referanslarının bütün insanlığa da çare olduğunu belirtti.
“Aliya’yı
tekrar ve tekrar okumalıyız”
·
Peki,
İzzetbegoviç 2015 yılındaki bize ne söylüyor?
Soğuk Savaş dönemi sona ermesine rağmen, o
günlerden kalma düşünce yapıları devam ettirilerek bizlere
“Kapitalist/liberal/sosyalist sistem sizin için daha iyidir” dayatması yapmaya
çalışan unsurlarla karşı karşıyayız. Aliya, işte bütün bu kurguya karşı çıkış
yolunu gösteriyor, çözümü sunuyordu. Onun çıkış noktası “insan”dır. Ve ona göre
insanı çevreleyen ve kuşatan çevre, ruh ve beden boyutundan oluşan insana göre
oluşturulmalıdır.
Fakat Batı medeniyeti, doğrudan iki kutuplu bir çatışma üzerinden gelişmiştir: Bir tarafta materyalizm, diğer tarafta saf din… Saf dinden kasıt tabiî Hıristiyanlık… İzzetbegoviç materyalizmin karşılığı üzerinde dururken de, saf dinin üzerinde dururken de insanın ihtiyaçlarına tek boyutlu olarak yeterli cevap veremediğini anlatmıştır. Yani bu durum, maddi ve manevi manada insanı parçalar.
Vatikan her şeyi saf din politikasına indirgemiştir. İzzetbegoviç’e göre bu politikanın doğurduğu baskı ile Aydınlanma Çağı’na adım atılmış ve böylece Avrupa’da bir reaksiyon ortaya çıkmıştır.
Bir tarafta sadece maddeye önem veren
materyalist anlayış, diğer tarafta dünyevî her şeyden elini çeken dinî anlayış;
bunun ikisine de katılmayan İzzetbegoviç diyor ki, “Eğer İslâm Mekke’de kalmış
olsaydı, saf bin din olarak kalacaktı. Ancak Medine’ye hicretten sonra İslâm’ın
dünyevî boyutu da ortaya çıktı”.
Hıristiyanlığın ortaya çıktığı ilk
dönemler, güçlü bir imparatorluk içerisinde tamamen o günkü hükümetin baskısı
altında Hazreti İsa’nın çarmıha gerilmesi inanışının ardından içe kapanıyor ve
bir cemaat hiyerarşisi oluşuyor kendi içinde. Ve bu cemaat hiyerarşisi zaman
içinde şunu söylüyor: “Bizim dünyayla işimiz yok! Bizler gökyüzünde bir
imparatorluk kurmak için yola çıktık.” Fakat daha sonraki süreçte, Papa
önderliğinde somut bir iktidar olarak ortaya çıkılıyor. Ortaçağ Avrupa’sında,
adeta kendi cemaat hiyerarşisinin dışında hiçbir varlığa tahammül edemiyor.
Kendi mezhep anlayışı dışında hiçbir unsuru tanımıyor ve kaskatı bu cemaat hiyerarşisini
devlete taşıyor.
İslâm’ın Mekke’de ortaya çıkışında ise ilk
etapta gizli ev toplantılarının olduğu içe kapalı bir yapı varken, Medine’ye
geçildiğinde görülüyor ki tamamen dışa açılmış. İslâm’ın bütün dünyaya ilan
edildiğini, Müslümanların dışa açık bir hayat kurduklarını, kendilerinden
olmayanlarla da yaşayabildiklerini Medine Sözleşmesi üzerinden görebiliriz. Bu
sözleşme önemli bir delildir. Efendimiz Müslümanların Peygamberi ama diğer
unsurların da bir noktada “Devlet Başkanı”. Müslümanların arasındaki
ihtilafları çözerken, Medine’de yaşayan bütün unsurların sıkıntılarını çzöüme
kavuşturan biri O. Bu açıdan bakarak İzzetbegoviç diyor ki, “Mekke’den
Medine’ye geçerken ibadet namaz, sadaka zekât ve din ise İslâm oldu”.
İzzetbegoviç için İslâm, dinlerden bir din veya ideolojilerden bir ideoloji
değildir. İslâm ona göre hem bir din, hem de dünya görüşüdür. Bu sebeple de
diyor ki, “Ona sağdan baktığınızda bir ideoloji, soldan baktığınızda bir din
görünür”.
Medine’deki Hazreti Peygamber figürünün bir
benzeri, Hıristiyanlık tarihinin hiçbir yerinde yoktur. İslâm’da teokratik
devlet anlayışına, bir cemaatin devlete hâkim olması düşüncesine asla yer
yoktur! Bu anlayış, Batı’nın ortaya çıkardığı bir yöntemdir. Bugünkü Roma
şehrinin bir bölümü olan Vatikan, işte bu yöntemin bir ürünüdür. Papa, hem
Katoliklerin lideri, hem de bir devletin başkanıdır. Bu yapı, Ortaçağ’da bütün
Avrupa’yı kaplamış, bugünse küçülmüştür.
Dolayısıyla İslâm’ın olduğu toprakta böyle
bir yönetim çıkmadığı gibi, bir Mussolini, bir Hitler, bir Franco, bir Stalin
de çıkmaz. Yani bin 400 yıllık tarih boyunca ne Papa, ne de bir diktatör figüre
rastlanabilir. Çünkü Medine’nin daha çıkışından itibaren buna müsaade
edilmemiştir. İslâm, taşındığı her yerde Medine modelini uygulamış, kendi mührünü
vurmuş, Kurtuba’dan Buhara’ya, Hint kıtasından İstanbul’a, Bağdat’a kadar
kendisine merkezlik yapmış her şehirde Medine’nin izlerini yansıtmıştır. Bu da
her kültüre açıklığı yansıtmaktır.
Oysa Berlin, Londra, Paris veya Roma’ya baktığınızda kapalılığın ürünü olan tek tip duruşu görürsünüz, zira Batı ikinci bir varlığa, ikinci bir kültüre izin vermez. Saraybosna’ya bakınız, bir Katolik, bir de Ortodoks kilisesi, bir havra, bir de Gazi Hüsrev Bey Külliyesi ve Camii’ni görürsünüz yan yana. Hepsi küçük bir alandadır ama bunu dünyada görmek zordur. Hele Batı buna izin vermez.
Avrupa’da ideolojilerin ortaya çıkma
sebebi, saf din algısının oturtulmaya çalışılmasıdır. Çünkü Vatikan her şeyi
saf din politikasına indirgemiştir. İzzetbegoviç’e göre bu politikanın
doğurduğu baskı ile Aydınlanma Çağı’na adım atılmış ve böylece Avrupa’da bir
reaksiyon ortaya çıkmıştır. Bu reaksiyonla pozitivizm, laisizm, sosyalizm,
komünizm gibi ideolojiler sahneye çıkmıştır. İzzetbegoviç diyor ki, “İslâm
sosyalizm ve Hıristiyanlığın doğru taraflarını onaylarken yanlış taraflarını
veto ediyor”. Yani eğer biz de İslâm’ı saf dine indirgersek, onun dünyaya dair
iddialarından vazgeçmiş oluruz. Ya da ideolojiye indirgersek, bu kez de
kültürel iddialarından vazgeçmiş oluruz.
İslâm, seküler bir ulus yerine bir ümmet
oluşturmanın derdindedir. Fransız Devrimi’nin oluşturmaya çalıştığı seküler
ulus modeliyle ortaya çıkan Slav ulusuna karşı çıkan İzzetbegoviç, dolayısıyla
bize soft Kemalist düşüncenin savunduğu Türk ulusu veya sosyalist mantığın
aşıladığı Kürt ulusu fikrinin İslâm’da yerinin olmadığını hatırlatır. Bu
seküler temeller, İslâm’la çelişirler ve İslâm’ın gösterdiği kültürel
zenginliği reddeden tek tip düşünce menşeine aittirler.
İzzetbegoviç, tabiatta her şeyin iki
kutuplu olduğunu belirtir. İnsan ruh ve beden, dünya güney ve kuzey kutbuna
sahiptir. Canlılar dişi ve erkektirler. Ancak İslâm, bu iki kutbu bir etme
derdindedir ona göre. Ve Batı’nın bu iki kutupluluktan hep çatışma çıkardığını
savunur. Batı, “Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya, Sezar’ın hakkı Sezar’a” deyişinde
dahi bu çatışmaya yer verir.
Fransız Devrimi ve komünist rejim
işlerliğinin yaşandığı ülkelerin tarihine baktığınızda Kilise’ye, dolayısıyla
dine karşı propaganda ve mücadele vardır. Hem de bu noktada büyük katliamlar
yapılmıştır. Katolik Kilisesi’nin hâkim dönemlerde de Kilise, kendisine itaat
etmeyene aynı zulmü reva görmüştür. Medine’de var olan bir arada yaşama
kültürü, Batı’da kendisine bir yer edinememiştir. Dolayısıyla İzzetbegoviç’i
okurken, ihtiyacımız olan bir arada yaşama kültüründen doğan farkı fark etmemiz
gereklidir.
“Hayatın
birbirinden ayırdığı insanları cami tekrar ve tekrar bir araya getirir…”
·
Kendisine
ait “üçüncü yol” tezinin getirdiği açıklama da bu yönde zaten… Peki, Aliya’ya
göre din nedir?
Bunun için öncelikle onun insan ve İslâm’a
dair düşüncesini ortaya koymalıyız. Zira o, insanı ve İslâm’ı merkeze alır. İnsanı
İslâm’dan, İslâm’ı insandan ayırmaz. Batı’daki din algısını yanlış bulur, ancak
Batı’nın inandığına ısrarla “din” der. Çünkü o, İslâm’ı ancak İslâm olarak ele
alır. Bunun sebebi, Müslümanları tehlikede görmesidir. Bunu şöyle izah edeyim: Günlük
hayatımızda din içerikli TV programlarına bakalım, gelen soruların içerikleri
nasıl oluyor? Hiç iyi değil, değil mi? İşte tam da İzzetbegoviç’in işaret
ettiği tablo bu!
TV programlarında ibadetleri, abdesti,
orucu soruyor Müslümanlar, işçilerin yaşadıkları zorluklara ilişkin, okulların
müktesebatına dair, sağlık veya vergi sistemine dair bir soruyla karşılaşıyor
muyuz hiç? Aliya İzzetbegoviç’in bütün çabası bunu düzeltmek için. Diyor ki,
“Yaşayışımızı tıpkı Hıristiyanlık gibi bir dine dönüştürüyor, böylece onu İslâm
olmakta çıkarıyoruz”. Sadece ibadetlerden ibaret bir din yaptığımızda, saf bir
dine indirgediğimiz İslâm’ı sahip olduğu dengeden koparıyoruz. Yani kendimiz
kopuyoruz, şüphesiz onun ölçüsü sabit.
Bu noktada Aliya’nın camiye dair bir
sözünü hatırlayalım: “Hayatın birbirinden ayırdığı insanları cami tekrar ve
tekrar bir araya getirir.”
İnsan, Müslüman, hayatın içinde imtihan
verir, bütün dinlerden, bütün topluluklardan insanlarla münasebet kurar,
ticaret yapar, hatta turistik amaçla havrayla, kiliseyle, Şintoist tapınağıyla
yan yana gelir. Ancak camide Müslüman, sadece Müslümanla beraberdir. Kâbe, bu
sade beraberliğin en sade mimarisidir. Mekke, sadece Müslümanlara aittir.
Medine’de, İslâm’ın diğer bütün merkezlerinde ise her topluluktan insanla
karşılaşırsınız. Hangi merkeze giderseniz gidin, en az iki farklılıkla
karşılaşırsınız. Bu farklılıklar sebebiyle medeniyet manzarası ortaya çıkar.
İslâm medeniyetlerinin merkezlerinde, mesela Kurtuba, Buhara veya İstanbul gibi
şehirlerde kilise veya havranın yanında en ihtişamlı camiler yer alır. Oysa
Mekke sadece Müslümanlara aittir ve orada Kâbe, en sade mimarisiyle
karşınızdadır.
Öyleyse kalıcı yer Mekke, ama diğer İslâm
merkezleri -mesela Kurtuba’da olduğu gibi- değişken olabiliyor. Pergelin sabit
ayağı Mekke, dolaşan ayağı ise diğerleri…
Aliya işte bu farkı ortaya koyarken, İslâm
ve din arasındaki farkı da ortaya koyuyor. Buradan bakınca şunu görmemiz de
mümkün: Hıristiyanlığa göre “milat”, Hazreti İsa’nın doğumudur. İslâm’a göre
ise “Hicret”tir. Yani Peygamber Efendimizin doğumu, ne Hira’dan ilk vahiyle
inişi, ne de başka bir şey; başlangıcın adı “Hicret”… Peki, neden Hicret? Çünkü
İslâm, saf bir din olmaktan “medeniyet” olmaya açılan kapıları aralıyor. “Ey
örtüsüne bürünen!” diyor ya, İslâm da insanlığı bürünmüş olduğu örtülerden
kurtulup açılmaya çağırıyor. Aliya İzzetbegoviç, bu noktada şöyle diyor:
“Peygamber Efendimiz Mekke’de, Hira mağarasında bir zahitti, hanifti. Ancak
Medine’ye indiğinde artık dünyevî bir mesajın habercisiydi. “
“Tabiî
Aliya’nın da muhalifleri vardı”
·
Türkiye’de
medyanın 28 Şubat dönemindeki tavrı belliydi: “İrtica geliyor!” Dönemin bazı
gazetelerinde Türkiye’deki İslâmî duyarlılığın önünü tıkamak adına Aliya
İzzetbegoviç aleyhinde dahi haberler yapılmıştı o dönem içerisinde. Merhumu
laikliğin dışına çıktığı gerekçesiyle eleştiren Boşnak siyasetçilerin demeçlerinin
yer aldığı haberleri anımsıyoruz. Bu durumu nasıl yorumluyorsunuz?
Evet, söz konusu dönemde aleyhte birçok
propaganda yapıldı Türkiye’de de. Bugün Esed’i ziyaret eden kimileri, o
günlerde de Miloşeviç’i savunuyorlardı. Türkiye’den Bosna için yapılan insanî
yardım kampanyalarını itibarsızlaştırmak için birçok yalan haber yapıldı. “Refah
Partililerin ‘komutan’ dediği kişi imam çıktı” gibi rezil haberler vardı. Bu
tip haberler tutmayınca, yapılan yardımları sekteye uğratmak için “Yardım
paralarını zimmetlerine geçiriyorlar” dediler. Bunlar, insanımızın Bosna’ya
olan hislerini ve motivasyonunu kırmak için yapılıyordu.
Aynı zamanda Aliya İzzetbegoviç hakkında da aleyhte yazılar ve haberler yayınlanıyordu bu yayın organlarında. Bunun için İzzetbegoviç muhalifi olan Boşnakları kullanıyorlardı. Öyle ya, İzzetbegoç’in muhalifleri de vardı, olabilir de, doğaldır bu. Mesela Fikret Abdiç, Sırplarla birlikte çalışmıştır Bosna ve Aliya’ya karşı. Kendisiyle birlikte siyaset yapıp da daha sonra ayrılan isimler de vardır muhalifleri arasında. Örneğin Adil Zülfikar Pesiç, Aliya’yı İslâmcılıkla itham etmiş ve kendisinin de Batı’yı temsil ettiğini belirtmiştir.
“Biz
buradayız, düşmanlarımız nerede?”
·
Srebrenica’da
dünyanın unutmayacağı bir katliam, vahşi bir soykırım uygulandı. Bu yıl
Srebrenica’yı soykırımın 20. Yıldönümü ile anacağız içimiz yanarak. Bu konu
hakkında neler söylemek istersiniz?
Biz Bosna’ya ilk gittiğimizde Srebrenica
katliamı yaşanalı daha bir ay olmuştu. 2003 yılındaki anmaya gittiğimizde ise
ilkinin üzerinden 8 yıl geçmişti. O 8 yılın ardından Bosna-Hersek Başbakanı
Süleyman Tiriç, müthiş bir özgüvenle şunu söylüyordu: “Biz buradayız,
düşmanlarımız nerede?”
Bu cümle ne büyük, ne anlamlı bir
cümleydi! Savaşı kaybetmek veya kazanmak… Önemli olanı, ilkesel olarak
kazanmak, ilkelerden taviz vermemektir. Aliya, “Doğu ve Batı Arasında İslâm”
adlı eserinin “Kaybedenler” adlı bölümünde şöyle der Sokrates ve Hazreti İsa’yı
anarak: “Eğer onlar kaybedenlerse, niçin kendilerine bu kadar hayranlık
duyarız?”
Seküler bir insan, bir cenazeyle ilgili
olarak “Filancamızı kaybettik” der. Fakat inananlar “Filanca vefat etti”
derler. Eğer ölen kişi kaybedildi ise, o ölüm olayının kazananı da var
demektir. Hiç ölmeyecek bir insan mı vardır ki ortada bir kazanma durumundan
bahsedilsin? “Vefat etti” demekle emanete vefa göstermeyi, emanet verilenin
sadece Emanet Veren tarafından alınmasını anlatıyoruz biz. Ne kendi, ne de
başkasının canına kıyar vefat eden kişi. İşte Aliya’da ve onun önderliğindeki
Bosna’da bu hassasiyeti yakalıyorsunuz…
·
Bu
güzel söyleşi için çok teşekkür ediyoruz…
Ben teşekkür ederim…