TARİH boyunca gelişmeyle
birlikte oluşturulan maddî ve manevî bütün değerlerin yanında bunları oluşturmak
ve gelecek nesillere aktarmak bakımından kullanılan, insanın doğal, sosyal ve
toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçlar bütününe “kültür”
denir. Burada bir toplum ya da millet topluluğuna ait özgün düşünce, hürriyet
ve sanat anlayışının, hürriyetin omurgasını oluşturup halkı çelikleştirdiği
görülür.
Kültürel
olarak tarih boyunca fikir ve düşünce sürecinde şehir hayatının sosyal, entelektüel, kurumsal, siyasal, bilim,
teknik ve ekonomik alanlardaki birikim, seviye, hürriyet ve fırsatları, “medeniyet”
kavramına girer. Buradan hareketle, “medeniyet” kelimesini şehir içerisindeki
kültürel oluşumların tarih boyunca özgünlüğü olarak görmek yanlış olmayacaktır.
Osmanlı
Türkçesinde “medeniyyet” olarak kullanılan kelime, Arapçada “şehir” anlamına
gelen “medîne” ismine dayanmaktadır. Medenî/medînî (medeniyye) kelimesi “şehirli,
şehre mensup olan” anlamında olup yönetmek ve malik olmak gibi siyâsî anlamları
da kapsar bir hâl almıştır.
Kültür
daha genişken, medeniyet ise şehre özel olarak durmakta ve yönetim açısından
siyâsî tarzları da içermektedir. İdare edilen şehirli, zamanla yönetim ve
kültürel açıdan gelişme ve evirilmeye müsait hâlin içinde olacaktır. Her açıdan
halkın kendine özgü birikim, değer ve özgürlük/hürriyet anlayışının da erişkin
düzeye çıkması gerekir.
Toplumun
her alanını kucaklamak gibi bir durumda olduğundan, çelik gibi zihinler
yetişirken plastik derecesinde steril zihinler de yetişebilir. Özellikle günümüzde
her şeye açık bir toplum hâlindeyiz. Farkında olalım ya da olmayalım, her şeye
açık hâle gelmek, çok makbul bir tercih değildir.
Açık
toplum hâline gelirken yeni değerler kazanılabildiği gibi kaybolan değer, maya
ve dokunun da olduğu asla unutulmamalıdır. Dolayısıyla bir medeniyetten
başkasına geçerken kaybolan değerler yabancı kültür ile doldurulur. Bir
toplumun kaybettiği en büyük savaş kültür, medeniyet ve değer yargılarının
kaybı, bununla birlikte o değer yargılarının düşmanın kültür ve medeniyeti ile
doldurulmasıdır.
Kaybedilen
bir kültür ve medeniyet savaşında yabancılar size silah, top ve tüfekle
saldırmazlar. Zira işgal edilen zihinler zaten onlar gibi düşünmeye başlamış
demektir. Japonya ve Kore bu açıdan dünyaya bir örnek olarak duruyor.
Teknolojik olarak ne kadar ilerlerse ilerlesinler, suni, yapmacık ve plastik
ABD kültürünün oyuncağı olmuşlardır.
Düşman,
kültür ve medeniyet savaşında boş bırakılan alandan girer. Bu alanlar dil,
kıyafet, sembol, ortak yaşam alanları, sosyal mekânlar, kütüphane, parklar,
alışveriş mekânları ve Oryantalist tür düşünceler olabilir.
Bilim,
teknik ve sanat içerikli yeni kumaşlar ile kendimize ait kültürel dokulardan
oluşan kıyafetler hayat tarzı olabilir. Ancak modernizm parmaklığı, toplumdan
ayrışmamak ve dışlanmamak üzere insanımızı esir almış durumdadır. Kıyafetlerin
üzerindeki yazıların hepsi yabancı lisanda, bu normal mi? Yapmamız gereken,
bizim düşünce, fikir ve değerlerimizi kıymetleştiren yolda ilerlemektir. Kumaş
kendi gönül tezgâhımızda dokunmalı ve ruh yapımızda libas olmalıdır.
Lisan
bir milleti ayakta dik tutan en önemli omurgalardan biridir. Bir insan kaç tane
lisan öğrenirse o kadar iyidir, ancak öğrenilen her lisan belli ölçüler ve amaç
için araç edinilmelidir. Yabancı lisan öğrenip kendi dilini konuşmaktan
çekinmekse tehlikeli bir gidiştir. Cümlelerin arasında Batı kelimelerinin yer
alması akıllıca bir iş değildir.
Lisanın
bir toplumun kültür ve medeniyetine zarar verdiği en önemli yerlerden biri de
cadde ve sokaklardaki dükkân ve mağazaların tabelalarıdır. Bulunduğunuz şehirde
en işlek caddeye çıkıp bakın; tabelaların üçte ikisi yabancı lisan ile
yazılıdır. Bu durum nasıl oluyor da içimize siniyor?
Lisanın
işgal edilmesiyle şantiye hâlini alan dil, Batılıların sokak tezgâhına
dönüşmemelidir. Marmara bölgesinde esen kuvvetli fırtınalar inşaat
malzemelerini nasıl tersyüz etti ise, inşaat, para, mâkâm ve tarafgirlikle beslenen
lisan ve libas geleceği de kültür ve medeniyeti tersyüz ediyor. Buna müsaade
edilmemelidir.
Bugün
şehirlerde AVM’ler sıradanlaşmış durumdadır. Buralar soluk, ruhsuz, tüketim
odaklı ve yabancı müzik dinletilen yerlerdir. Oysa Osmanlı’dan günümüze
Türkiye’nin ilk alışveriş mekânlarının başında “Kapalı Çarşı”, örnek bir eser
olarak durmaktadır. Benzer şekilde İzmir Tarihî Kemeraltı Çarşısı, Gaziantep
Bakırcılar Çarşısı, Bursa Ulu Çarşı ve Kayseri Kapalı Çarşı da diğer
örneklerden sadece bazılarıdır. Taş binalarla inşâ edilen bu mekânlarda ruh,
estetik, sanat ve özgürlük vardır. Ancak sayıları hızla artan soğuk beton
yapılı AVM’ler bu kadim geleneği unutturmak üzeredir. Şehirlere kadim
geleneğimize uygun çarşılar, parklar ve bahçeler özenle yapılmalıdır.
Şehir
ve entelektüel çevrelerde en can alıcı saldırı Oryantalistler üzerinden
geliyor. Oryantalistlerin çok büyük kısmı Türkiye’deki doku, maya ve değer
yargılarını omuzlayan samimî vatandaş, STK ve gruplar ile iletişime geçip
vurucu darbeyi indirecek noktayı aramaktadırlar. Bunu yaparken ilk önce dini,
kıblesi, peygamber ve kitabı bir olan insanların birbirleri ile görüşmelerini
engelliyorlar.
Birbirleri
ile iletişimi kalmamış olanlar Batılı Oryantalistlerin bakış açılarıyla
doldurulup yetiştiriliyorlar. Farkında olunsun ya da olunmasın, bu gidiş,
kültür ve medeniyet açısından bir ayrışmayı beraberinde getiriyor. Acilen bu
tür alışkanlıklardan vazgeçip din kardeşlerimizle iletişim ağımızı
güçlendirmeliyiz.
Eskiden
televizyon seyredenlerde bir hayranlık olur, aktör ve aktris taklit edilmeye
çalışılırdı. Şimdilerde tarihî diziler reyting rekorları kırıyor ama cadde ve
sokaklarda bunları taklit etmeye çalışanlara rastlanmıyor. Çünkü yeni yetişen
gençlik, yukarıda açıklama çalıştığımız Kore benzeri yolda ilerliyorlar. Bu
gençlerin lise çağında olanlarının yarısı Türkiye’den ayrılmak istiyor. Normal
mi bu?
Bunun
en büyük nedeni şudur: Şehir ve yönetim olarak anlam kazanan medeniyet
anlayışına yön veren unsur, maalesef siyasettir. Güven endeksinde en alt sırada
yer almasına rağmen siyasiler, yönetimde alternatifsiz durumdalar. Para, mâkâm,
otomobil, inşaat ve kürk ile konuşlanılan siyâsî yapılar, sözde lideri takip
etseler de özde madde/para peşinde koşmaktadırlar. Gençlik de bunları örnek
almaktadır. Yani gençlik, büyüklerin hatasının müşahhas hâlidir. Hata
büyüklerdedir. Gençlik söylenene değil, yapılana bakıyor.
Bu
durum aslında kendi içinde açıklığa kavuşturulmuş hâldedir. Zira Devlet Başkanı
“yalnız” olduğunu ifade ediyor ve siyâsî iktidar olup “fikrî iktidar”
olamamaktan bahsediyorsa, acı gerçek işte budur! Toplumun önünde olanlar kültür, lisan, libas ve medeniyet oluşumlarında
özü ve özgürlüğü besleyen faaliyetler ile örnek olmalıdır. Para ve daire
biriktirmekten, arsa ve ihale toplamaktan, mâkâm peşinde koşmak alışkanlığından
şiddetle kaçınmak gerekiyor.
Cep
telefonları, tabletler ve zapingin hipnoz etkisi insanımızın zihinlerini
kodlarken, günlük hayatta ve tarihî televizyon dizilerinde böyle bir kodlama
tesirli olamıyor; bu oluşun nedeni, toplumun önünde olanların söz ve eylem
tutarsızlığı olarak duruyor. Topluma örnek olarak sunulan sosyal medya ve
televizyon yapımlarındaki oyuncu ve programların büyük çoğunluğu bu toprakların
kültür ve medeniyetinden uzak olduğu gibi, bilinçli, kasıtlı ve bir amaca
hizmet ederek kültürel yıkım yapıyor.
Homini
gırtlak yutulan bunca medya zehri ve medya maymunları çoktan bizim fıtrî
kodlarımızı ele geçirdi. Kendi özgün düşünce, hürriyet ve sanat anlayışımızı
devam ettirmemiz için derhâl bu tür alışkanlıkları bırakmalıyız!