Alışkanlıkları bırakmak (3)

Çevre sorunun hâd safhada olduğu, iklim anlaşmalarına imza atıldığı günümüzde Türkiye olarak gerekli teknolojik adımları atamazsak, üreteceğimiz teknolojilere Batı tarafından ambargo yemenin önüne geçemeyiz. Ürettiğimiz TOGG gibi teknolojiler de depoda çürürler. Atılacak her teknolojik adım, yaşanan çağa ve zamana değil, yaşanılacak zamana ve yaşanılacak çağa uygun olacak şekilde olmalıdır. Bu iş için bütün veri, bilgi, teknoloji ve ekonomi vardır. Bunun ne kadarını şehirlerde yerel yönetimlerin başaracağını göreceğiz.

DAHA önce sırasıyla, gıda üzerinden örnekle olumsuz alışkanlığın Batılı ürünler üzerinden kasıtlı bir plân çerçevesince yapıldığını, bırakılması gereken olumsuz alışkanlıkların ekonomik, teknolojik ve kültür/medeniyet gibi üç ana yönüyle ele alınması gerektiği üzerinde durmuştuk.

Gıda üzerinden Türkiye, son yirmi yıl içerisinde kendi ata tohumlarını bir bankada toplamayı başarmıştır ki bu, çok büyük bir adımdır. Bunun üzerinden “organik gıda” algısının oluşturulması da kazanımlardan biridir.

Bu tür atılımlar ve gıda açısından kendi kendimize yeterliliğimiz ekonomik bağımsızlığımıza büyük katkı sağlayacağından, yabancı kökenli ve özellikle de Batı kaynaklı olumsuz gıda alışkanlıkların bırakılmasına öncülük etmektedir.

Geldiğimiz zaman diliminde ekonomi her zamankinden daha çok gündemde kalacaktır. Ekonominin, mutfağı tehdit etmesinin önüne geçilmesi ve ekonomiye can vermesi için bırakılması gereken lüzumsuz alışkanlıklardan biri de çağın gereklerine cevap vermeyen teknoloji alışkanlıklarının bırakılmasıdır. Zamanı geçmiş ve millete yük olmaya başlamış teknolojik alışkanlıkların bırakılıp yerine çağın ruhuna uygun teknoloji kullanımı zorunluluğu hâsıl olmuştur.  

Sultan İkinci Abdülhamid Han dönemi eserlerine bakıldığında takdir edilesi bir durumla karşılaşıyoruz. Millî Şairimiz Mehmet Âkif Ersoy gibi bazılarının da Abdülhamid Han’ı eleştirdiklerini görebiliyoruz. Burada şunu açıkça belirtmek isterim: Sultan İkinci Abdülhamid Han ve Mehmet Âkif Ersoy bazı konularda farklı düşünseler de, uzman kişilerin bu alanda malûmat vermeleri daha isabetli olacaktır. Her ikisinin de ülke için yararlı işler istediklerinden şüphem yoktur. Ancak zamansız eleştirinin düşmana bir aparat olacağı da şüpheden varestedir. 

Bizim yazı içerisinde konuyla ilgili olduğunu düşündüğümüz kısım ise şu: O dönemin onca atılımına rağmen teknolojik açıdan sanayi devrimlerini başarmadaki noksanlıklar söylenebilir. Buradan günümüze çıkarılacak ders ise, sanayi devrimlerinin toplumun ve teknolojinin her alanında yapılması gereken toplu bir adım olduğudur. Sadece bir alandaki ileri gidiş ve dünya lideri olmak, sizin teknoloji açısından her alanda teknoloji devrimini gerçekleştireceğinizi ispatlamaz.

Günümüzde dördüncü sanayi devriminin iki ana omurgası olan nanoteknoloji ve dijital teknoloji (yapay zekâ) de Türkiye’yi sadece dijital teknoloji ayağında istendik düzeye çıkarmıştır. Sürdürülebilirliği ve içselleştirilmesi de gerçekleşmiştir. Yani durum, ağırlıklı olarak savunma sanayi alanıyla kısıtlı kalmıştır. Diğer alanlarda da atılımlar olsa da ya yeterli sayıda ya da zamanında olmaması olumsuz bir görüntüdür.

Nanoteknoloji alanında ise maalesef büyük kaymak hâlâ FETÖ’nün kontrolündedir. Millî Savunma, Emniyet ve Adalet ayağındaki FETÖ ile başarılı mücadelenin bazı diğer sivil alanlardaki kısmının 2023 sonrasına bırakılması isabetli olmamıştır. Endişe vericidir.

Dijital teknolojinin otonom ve yapay zekâ kısmı da toplumca genel kabul görmüştür. Bu kabul, fikir ve atılımların şirketleşmesi şeklinde devam edebilir. Ancak dördüncü sanayi devriminin dijital teknoloji ve nanoteknoloji kısmına entegre olan temiz ve yenilenebilir enerji alanlarının yaygınlaşmadığı ve yerel yönetimlerce 1980’li yılların teknolojisiyle hizmet verilmeye çalışıldığı görülmektedir.

Almanya ve Fransa gibi ülkeler, nükleer enerji santrallerinin yarısını kapatıp güneş enerjisine dönmüşlerdir. Dünyada güneş enerjisinin en iyi yararlanılabileceği coğrafyalardan biri de Türkiye’dir. Ancak özellikle yerel yönetimler -bazıları hariç, genel olarak belediyeler- bu alanda sınıfta kaldılar.

Özellikle küçük şehirlerde üniversite ve şehir taşımacılığının 1970 ve 1980’li yılların minibüs anlayışı ile yapılıyor olması asla kabul edilebilecek bir durum değildir. Üniversite yerleşkelerine toplu taşıma yapmak çok maliyetli ve zor bir iş değildir. Lâkin yerel yönetimler ve belediyeler bu alana girmiyorlar. Bu alanda acilen toplu taşımacılığa geçilmelidir.

Toplu taşımacılıkta elektrik ve güneş enerjisinden yüksek oranda yararlanmak gerekiyor. Türkiye bundan Almanya’ya göre çok az bir şekilde yararlanmaktadır. Tek nedeni de yerel yönetimlerin teknolojik anlayışa sahip kişilerden oluşmamasıdır. Büyük anlayış inşaat sektörüyle yürümektedir.

Şehirlerde yol ve kaldırımların eskimesi doğaldır. Yalnız eskimemiş yolların ve iki yıl önce inşâ edilmiş kaldırımların ufak değişiklikler bahanesiyle sökülüp yerine yüzde doksan beş oranında aynı olacak şekilde yapılmasının israf ve savurganlıktan başka bir anlamı olamaz. Üstelik bu inşaatlar yaz ayları dururken nedense hep okul dönemine denk getiriliyor!

Beton, çimento ve inşaat odaklı bir belediyecilik alışkanlığı hızla terk edilmeli ve yerine yenilenebilir, çevre dostu teknolojiye geçilmelidir. Peki, belediyeler bu alanda iş yapmak istediklerinde böyle bir donanıma sahipler mi?

Yerel yönetimler alışkanlıklarını terk edebilecekler mi?

En azından şehirlerde yerel yönetimler topluma örnek ve önder olmalıdırlar. Ancak işin çok daha tuhaf tarafı, ruhsatsız, izinsiz ve çevre kirliliğine sahip iş yerlerinin büyük kısmının bazı belediyeler tarafından işletilmekte ya da kiraya verilmekte olduğudur. Böyle yerlere bakıldığında siyâsî tarafgirlik, yandaşlık, ehliyetsizlik ve liyakatsizlik göze çarpmaktadır. Hukuk sizi haklı çıkarsa ve belediyenin yaptıklarının yanlış olduğunu belgelese bile bazı belediyeler buna uymamaktadır.

Belediyelerde bu tür olumsuzlukların fazla oluşu insanı bezdirmekte ve toplumun kanayan yarası hâline gelmektedir. Hareket alanı açısından eli en güçlü olan kurumların başında yerel yönetimler gelmektedir. Teknolojik evirilmeyi ve devletin dördüncü sanayi devrimi çarkının dönmesine katkı sağlaması gereken kurumların başında da yine belediyeler gelir. Ancak sahada ve uygulamada işin iç yüzü böyle değil. Bu sonuç ise topluma ekonomik pranga olarak yansımaktadır.

Yeşil alanlar yapay zekâ kontrollü otonom sistem ile sulanmalıdır. Yağmur suları şehrin yeşil alanlarını sulama ihtiyacını giderecek şekilde değerlendirilmelidir. Belediyeler ve toplu taşıma sistemleri mobil uygulamalara uygun hâle getirilmelidir. Güneş enerjisiyle şarj olan ve parlayan yaya ve bisiklet yolu düzenlenmelidir.

Şehir dışındaki yerlere ulaşım için bisiklet yolları inşâ edilmeli, bunların üzerleri güneş enerji ile desteklenmelidir. İçme suları mobil olarak doldurulmalı ve suyun kalitesi mobil olarak takip edilmelidir. Tabelalar, her türlü kirlilik ve israfın önüne geçecek şekilde yeniden estetiğe uygun olarak yapılmalıdır.   

Türkiye bu tür atılımları çok rahat şekilde yapabilecek ve uyumu gerçekleştirebilecek genç nüfusa sahiptir. İnsansız hava araçlarının göğüs kabartıcı seviyeye ulaşması ve Teknofest’in bu alanlarda başarılı olması doğru, haklı ve gurur verici canlı örnekleridir. Yerel yönetimler şehirlerde bu tür örnekleri yaparak dijital teknoloji devrimine katkı sunmalıdırlar. Yapabilirlerse tabiî... Ama bu alanda atılım yapacak belediyelerin az sayıda olduğu da bir gerçektir.

Çünkü kamu kurumlarında evrak getir-götür işini yapacak, sorumluluğu olmayan bir memur için KPSS ve mülâkat sınavı yapılırken, siyâsî alanda konuşlanmak için sadece ilköğretim diplomasının yeterli olması, aklın alacağı bir durumdan öte, bir toplumun kendisine sapladığı zehirli bir hançerdir.

Bu zehirli hançer çıkarılmadan hastanın tedavi edilmesi mümkün değildir. Modernizmi özellikle İslâm toplumlarının geri kalmışlığına neden olması için aparat olarak kullanan İngiltere’yi haksız çıkartmak zorundayız. Ancak ufukta böyle bir olasılık dahi görünmüyor.

Yakın gelecekte kişiye özel reçete ile eczacılığın biteceği, yapay zekâ ile aile hekimliğinin sona ereceği çağa hazır olmalıyız. İnsanın bir odasında bulunan ve her gün sağlık taraması yapan otonom sağlık kontrol ünitesi, en yakın sağlık merkezine veya hastaneye bu bilgileri gönderecektir.

Cep telefonlarının ve akıllı kol saatlerinin devre dışı kalacağı elektronik devre elemanlarının çalışacağı pürüzsüz yüzeylerden oluşan otonom sistemlerin geleceği uzak değildir. Şifre, parmak izi veya yüz tanıma sistemi ile her yüzey birer cep telefonu, TV veya bilgisayar ekranı olacaktır. Bu tür çalışmalar yapılmış, başarılı olmuştur; ancak genele yaygınlaştırılması için uyum süreci aşamaları yaşanmaktadır. Türkiye acilen bu teknolojilere geçmelidir.

Çevre sorunun hâd safhada olduğu, iklim anlaşmalarına imza atıldığı günümüzde Türkiye olarak gerekli teknolojik adımları atamazsak, üreteceğimiz teknolojilere Batı tarafından ambargo yemenin önüne geçemeyiz. Ürettiğimiz TOGG gibi teknolojiler de depoda çürürler. Atılacak her teknolojik adım, yaşanan çağa ve zamana değil, yaşanılacak zamana ve yaşanılacak çağa uygun olacak şekilde olmalıdır. Bu iş için bütün veri, bilgi, teknoloji ve ekonomi vardır. Bunun ne kadarını şehirlerde yerel yönetimlerin başaracağını göreceğiz. Yıkıp yeniden yapmanın ötesine geçmezsek, geçmişte yaşanan acı tecrübeleri ekonomik açıdan gelecekteki gençliğin de yaşaması kaçınılmaz bir hâl alacaktır.

Bizim gibi toplumlarda olaylar olmadan önce tedbir alma ve yanlış alışkanlıktan dönme gibisi pek bulunmuyor. Olaylar olduğunda ve başımıza işler geldiğinde anlıyoruz her şeyi. Bu konuyu bir örnekle noktalayalım: 17 Ağustos 1999’da olan 7,4 büyüklüğündeki Gölcük Depremi’nin üzerinden 22 yıl geçti. Bu depremi, Türkiye’nin en büyük depremlerinden biriydi. Peki, yeni bir 7,4 şiddetindeki deprem için yeterince hazırlandık mı?